Tarih yalan söyler mi? Düşünemeyiz, bize okutulan, öğretilen tarihin yalan olabileceğini... Eğer büyükler söylüyorsa doğrudur. Hele tarih okullarda da okutuluyorsa kesin doğrudur. Asla yalan söylemez! Ama yalan söyleyebiliyormuş. Araştırmacı-Gazeteci Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın adlı dokuz ciltlik eseriyle bunu ispatlamış durumda. Haksız göklere çıkartılırken haklının nasıl batırıldığı ve devlerin cüce, cücelerin nasıl dev gösterildiği, bu eserde açıklanmış durumda. Müftüoğlu hocamızı çalışmaları dolayısıyla tebrik ediyor, sorularımızı cevaplandırdığı için teşekkür ediyoruz.
Kitaplarınızı nasıl hazırlıyorsunuz?
Meşgul olduğum saha titiz bir araştırmayı gerektiriyor. Buna göre ben, ele alacağım mevzu hakkında önce bol malzeme toplarım. Tabii bu malzeme toplamamda kendi müktesebâtım mühimdir. Sonra bunları dikkatle inceler ve mevzuyu yazarım. Bu mevzuda okuyucularıma tavsiyem odur ki herhangi bir mesele hakkında falanın veya filanın yazdıklarına hemen itibar etmesinler. O meseleyi muhtelif kaynaklardan tetkikle bilahare hükme varsınlar.
Kitaplarınız Müslümanların kütüphanelerini süslemekte, ancak dilinizin ağır olduğundan şikâyet edilmektedir. Tarihî vesikaları bugünkü dille sadeleştirilmiş bir şekilde vermeniz mümkün değil mi?
Herhâlde benim “olanak”lı, “olasılık”lı, “yinelemek”li yazmamı beklemiyorsunuz. Ben, mümkün mertebe konuştuğumuz dille yazmaya çalışıyorum. Elbette bunda yetişme tarzımın, yaşımın tesiri vardır. Tarihî vesikaların sadeleştirilmesi olabilir, isabetli bir görüştür. Tabii yine vesikanın aslını vermek şarttır. Bizde uydurma vesika ile veya vesikayı keyfemâyeşâ tefsir ile çok şeyler yazılmıştır, hâlen yazılmaktadır da. Bunu dikkate alarak vesikayı aynen vermek, diğer sütunda da sadeleştirilmiş şeklini neşretmek olabilir.
Sizin kitaplarınızı başkalarına tavsiye ettiğimizde, ilk karşılaştığımız soru şu oluyor: “Yasak değil mi?” Neden, böyle düşünülüyor?
Esefle söyleyeyim ki bugün hâlâ tarih adına yazılanların -pek azı hariç- cümlesinin gerçek tarihle alakası yoktur. Bazı kimseler, yıllar boyu şunun veya bunun arzusu istikâmetinde güya tarih yazmışlar ve bu yazılanlar da mekteplerde evlatlarımıza ders kitabı olarak okutulmuş, bu sözde tarih, ilk mektep sıralarından gazete ve dergi sütunlarına kadar her yerde o kadar çok tekrarlanmıştır ki onun gürültüsünden gerçek tarihin sesi duyulmaz olmuştur. İşte bu, duyulmaz olan gerçek tarihin sesini duyurmaya, yalan söyleyen tarihi utandırmaya çalışıyorum. Bu itibarla, yazdıklarım bazı kimselerde ilk anda “Yasak değil mi?” fikrini uyandırıyorsa da yazdığım her mesele vesikalara müstenittir ve kitaplarım bugüne kadar çok kimsenin şikâyetiyle birçok defa incelenmiş, ancak yasaklanmamıştır. Şimdiye kadar gerçekleri yazdım, bundan böyle de bu hizmete -Allah’ın izniyle- devam edeceğim.
Eserlerinizi okuyan kimse İstanbul’u bir başka biliyor. Bu şehrin daha gizli kalmış yönleri var mı?
İstanbul... Tarihî belde. Fatih Sultan Mehmed Han’ın yadigârı... Şairin dediği gibi;
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
Yılların pek insafsız tahribine rağmen hâlâ güzel... Pek çok tarihî eser -hamd olsun- ayakta. Bunlara sahip olmasını bilmeli, toprak altındaki Hristiyan kalıntılarına gösterilen alaka kendi eserlerimizden esirgenmemeli, vakıflar idaresi “şart-ı vakfa” uygun olarak bu eserleri onarmalı, vakıf gelirleri yerine harcanmalıdır.
İstanbul’umuzda yirmi beş civarında sahabe kabri vardır. Bu zevat beş yüz küsur yıl evvelinin türlü nâmüsait şartları içinde Hadis-i Şerifin sırrına mazhar olabilmek gayesiyle yola çıkmışlar ve surlar önünde şehid düşmüşlerdir. Ve bugün bu kabirlerin çoğu harabe hâlindedir. Kimse de bunlara sahip çıkmamaktadır. Şu “turizm” furyası içinde olsun, bu sahabe kabirleri onarılmalıdır. Hicaz’da sahabe kabirleri yerle bir edildiğine göre bu sahabe kabirleri ve gerek İstanbul’daki gerek Anadolu’nun muhtelif köşelerindeki meşayihin kabirleri birer ziyaretgâh olabilir; yalnız bizim için değil, duyurabilirsek tanıtabilirsek bütün İslâm âlemi için...
Bu vesileyle bir daha tekrarlayayım ki tarih, günlük politikanın oyuncağı değildir. Yunan dostluğu uğruna içimize sindire sindire kutlayamadığımız İstanbul’un fethi merasimlerine büyük ehemmiyet verilmeli, Feth-i Mübîn her yönüyle bilinmelidir. Mesela, Fatih Sultan Mehmed Han’ın gemileri karadan yürütüp Haliç’e indirdiği yol güzergâhından değil bu şehir evladının, daha kimlerin haberi yoktur. Bu yol belirlenip türlü vasıtalar ile tanıtılmalı, surlar önündeki müthiş savaş, o günkü savaş aletlerinin benzeri yapılarak canlandırılmalıdır. “Bunlarla ne olacak?” demeyelim. Pek mühim olan “tarih şuuru” bunlarla olgunlaşır. Eloğlu türlü efsaneyi evlatlarına “tarih” diye okuturken biz kendi tarihimizden korkmamalıyız. Bizde “tarih şuuru” için her yönüyle İstanbul kâfidir. Böylesine muhteşem bir tarihe sahibiz.
Osmanlıların yıkılış sebeplerinden birkaç örnek verebilir misiniz?
Osmanlı Devleti şer’î bir devlet mi idi, bu husus münakaşa edilebilir. Bilinen husus odur ki her meselede fetvaya, iftâ makamına, şeyhülislâma müracaat ediliyor, fetva isteniyordu. Şeyhülislâmlar bu makama kayd-ı hayat şartıyla gelirler, ölünceye kadar makamda otururlardı. Onların böyle bir istiklaliyetleri vardı. Bu istiklaliyet ilk defa Sultan III. Murad devrinde zedelenmiş, Şeyhülislâm Müeyyedzade Abdülkadir Şeyhî Efendi azledilmiştir. Çöküş sebeplerinin en mühimlerinden biri budur ve bilindiği gibi sonraları, II. Meşrutiyet’te bu makama bir mason getirilip oturtulmuştur. Haremdeki bazı kadınların, kınalı parmaklarını, şahsî menfaatleri yolunda devlet işlerine sokmaları da çöküş sebeplerindendir. Hürrem Sultan, Nur Bânû Sultan, Safiye Sultan, Kösem Mahpeyker Sultan bu yolda sivrilen isimlerdir. Vezir-i A’zam Hırvat Rüstem Paşa’nın Osmanlı tarihindeki lakabı “vaz’ı-ı irtişa”dır. İslâm’ın şiddetle menettiği rüşvet onun eliyle maalesef saraya girmiştir.
Bugün memleketimizde gerçek tarihe susamış bir nesil vardır. Bunlar özledikleri tarihe ne zaman kavuşabilirler?
Bu tespitiniz doğrudur. Memleketimizde gerçek tarih özlemi içinde olanlar pek çoktur. Ben, gerek aldığım mektuplarda gerek konferanslarımda bu gerçeği bizzat görmüş bir kişiyim. Ancak bu mühim arzuya rağmen henüz evlatlarımız eline “Bu senin tarihindir.” diye verilecek bir eser -maalesef- yoktur. Mamafih müteessir olmamak, ümitsizliğe düşmemek gerek. Pek çok gerçek yazılıp söylenmeye başlanmıştır ve yetişen yeni nesildeki bu mühim arzu ile özlediğimiz “tarih şuuru” gerçekleşecek, bu tarih şuuru ile de daha pek çok gerçek su yüzüne çıkacak; kısacası, yalan söyleyen tarih utanıp susacaktır.
Meşhur 163. madde için ne söylersiniz?
Türk Ceza Kanunu’ndaki bu meşhur madde, malum 1949 yılında geniş bir değişikliğe uğramıştır. O devirdeki bu değişiklik bazı milletvekillerinin muhalefetiyle karşılanmıştır. Meclis’te pek sert tenkitlerde bulunan memleket evlatlarından biri de İstanbul Milletvekili Osman Nuri Köni’dir. Bu zata göre 163. maddede yapılmak istenen değişiklik, “Din-i İslâm’a tecavüz, laikliğe külliyen muhalif ve anayasayı ayaklar altına alan bir tasarıdır. Laiklik maskesi altında bir tahakküm getirmektedir.” Sualiniz dolayısıyla bu sert tenkidi hatırlatır, Osman Nuri Köni’yi rahmetle anarım.
Eserlerinizi hazırlarken sizi üzen olaylarla karşılaşıyor musunuz?
Bu sualinize kısaca vereceğim cevap şudur. Ben bugün birçok gerçeği söyleyip yazamamanın ızdırabı içindeyim.
Yeni çalışmalarınız var mı?
Elbette var. Hâlen bunlar üzerinde çalışmaktayım, önümüzdeki yayın yılında bu kitaplar neşrolunacaktır.
Bize biraz da Bulgaristan olaylarından söz eder misiniz?
Yalnız Bulgaristan’daki değil, dışarıdaki kardeşlerimizin cümlesi hakkında şimdiye kadar tutarlı bir politika -maalesef- izlenememiştir. Bir Dışişleri bakanımızın, Meclis kürsüsünde, “Hudutlarımız dışında kalan Türkler için alakamız, insanî bir hayranlıktan ibarettir.” dediğini utanarak hatırlatırım. Bu zihniyet bugünkü olayların mesulüdür. Bakınız, daha 1972’de Bulgaristan’daki kardeşlerimizin gördüğü zulüm, katliam Rodop Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği tarafından yayınlanan bir broşürde olanca dehşetiyle anlatılmış ve bu broşürde, alınacak tedbirler şöyle sıralanmıştır:
“Kızıl Bulgarların bugünkü (1970’li yıllar kastolunuyor) icraat tarzları anayasa, hukuk ve insanlık dışı bir işlem yönü arz ettiğinden iki milyon Rodoplu soydaşımızın maruz kaldığı mezalim bir ‘ültimatom’ ile Bulgar ilgili mercilerine resmen intikal ettirilmelidir. Akabinde:
1. Varşova Paktı’na dâhil olan devletlere,
2. Avrupa Assamblesi’ne,
3. Lahey Adalet Divanı’na
4. Nato Genel Merkezi’ne;
5. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Seksiyonu’na,159
6. Daimi İslâm Konseyi’ne,
7. Sento’ya dâhil olan devletlere,
8. Unesko’ya üye olan devletlere,
9. Asya-Afrika Birliği’nin ilgili seksiyonlarına,
10. Dünya Mülteciler Genel Merkezi’nin ilgili seksiyonlarına,
11. Daimî Arap Konseyi Genel Merkezi’ne.
Eğer tarihî ve millî mesuliyeti müdrik isek demogoji, polemik ve makyavelist bir düşünce devri çoktan geçmiştir. Bugün re’s-i kârda olanlardan ciddi, şahsiyetli, azimli ve geleceğe matuf istikrarlı bir icraat istemek ve beklemek en tabii hakkımızdır. Bu kutsal ecdat topraklarında yaşayanlar, bu yurdun hür havasını teneffüs edenler ve bu şipşirin yurdun, nâmütenahi nimetleri ile perverde olanlar; tarih, millet ve maşerî vicdan nezdinde her zaman sorumludurlar. Kim ne derse desin, on binlerce ‘evlad-ı fatihan’ torunlarının katledilmesine ve ‘Bulgarlaştırılması’na asla ve katiyetle göz yumulmamalıdır. Gerekli bütün tedbirler, ne gibi hususları gerektiriyorsa bir an evvel alınmalıdır, ikili antlaşmalarda ve ‘bölünmüş ailelerin birleşmesi’ mevzuunda ciddi bir ısrar göstermeli ve Bulgar komünist Partisi Merkez Komitesi’nin almış olduğu mahut 17.7.1970 tarih ve 549 sayılı ‘tedhişle milliyet değiştirme’ kararının tatbiki katiyetle durdurulmalıdır. Aksi takdirde gelecekte Rodoplarda meydana gelecek olan olaylar manzumesi, Nato ittifakını olduğu kadar Varşova Paktı’na dâhil olan devletleri de yakından ilgilendirecektir; zira Rodopların jeo-stratejik, jeo-politik ve jeo-etnik durumu her an şiddetli bir intifaya müsaittir. Bütün bu durumlar ciddiyetle dikkate alınmalıdır; çünkü yakın bir gelecekte büyük bir sorumlulukla karşı karşıya kalmamız kuvvetle muhtemeldir.”
Alınacak tedbirler böylece sıralandıktan ve “Yakın bir gelecekte büyük bir sorumlulukla karşı karşıya kalmamız kuvvetle muhtemeldir.” denerek tehlike açıkça belirtilmişken bu feryada kulak veren olmamış ve 1973’te Libya lideri Kaddafi’nin Bingazi’de toplanan Dâimi İslâm Konseyi’ne getirdiği Filistin, Filipin ve Bulgaristan’daki Müslümanlara yapılan zulmün müzakeresi teklifi, Dışişleri Bakanlığı’mız temsilcisi tarafından gazete haberlerine göre- şöyle itiraza uğramıştır:
“Bulgaristan’daki Müslüman-Türk unsuru ciddi bir tehlike karşısında değildir. Bulgar komünist devlet yöneticilerinin almış oldukları kararlar sakal, bıyık, mahallî -potur, fes ve giyim şekillerine ait olup laik bir devlet olan Türkiye bu meselenin bu kongrede müzakere edilmesine taraftar değildir.”
Bir acı gerçeği böylece naklettikten sonra hemen ilave edeyim ki dışarıdaki kardeşlerimiz hakkında bundan sonra olsun tutarlı bir politika izlensin ve herhâlde bu Bulgaristan’dan gelenlerle orada kalanların bütün hakları korunsun, temennim budur.
Hocam Allah razı olsun!
Âmin! Allah cümlenizden razı olsun.
MUSTAFA MÜFTÜOĞLU, YALAN SÖYLEYEN TARİH UTANSIN, GERÇEK YAYINLARI, Cilt 12, s. 154-160
Kaynak: Mektup Dergisi, Ağustos, 1989