Telif ve tercüme birçok esere imza atan; şiir, öykü, kuram, araştırma, felsefe, Germanistik alanlarında önemli çalışmaları bulunan Ahmet Sarı, 2015’te Hece Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu’nda teknik anlamda bir farklılık yapmış ve Türk edebiyatına kavram olarak yenilik katacak “şey hikâyeler” (ding-geschichten) anlayışının örneklerini sunmuştur.
“Şey hikâye”, Natüralist dönemden sonra, Sembolizm’de beliren; bir nesneyi, bir şeyi gündelik hayatın içinden kopararak betimlemek, yüceltmek, ona bir deneyci gibi yaklaşmak felsefesinden ileri gelir. Ahmet Sarı da Rilke’nin şey-şiirlerinden (ding-gedicht) ilham alarak, kadim zamanlarda olduğundan başka bir nesne, şey ilişkisi geliştiren modern hatta post modern dönem Müslümanlarının gündelik hayatlarındaki nesnelerle ilişkisini “şey-hikâye” çatısı altında toplamış.
Bir yanda 28 Şubat, bir yanda İslam ve moda, İslam ve dindar burjuva, İslam ve sermaye kavramlarının geçirdiği dönüşüm
Bu “şey” ilişkisini biraz daha açacak olursak şöyle diyor Ahmet Sarı: “Eskiden namaz kılarken Müslümanların ayakkabılarının çalınma derdi yoktu. Modern zamanlarda, hele de yakın zamanlarda ayakkabı bir şey olarak sinsice parladığı için, ona eskisinden daha fazla anlam atfettiğimiz için, gündelik hayatta ona önem yüklediğimiz için çalınmasınlar diye ya camiye ayakkabı dolabı koyduk ya da namaz boyunca ayakkabılarımızın görüntüsü namazımızı namaza değil, dışarıda her an gitmeye teşne ayakkabıya odakladı. Aynı şekilde imamın imamlığında kılmamız gereken namazda cep telefonun çalmasıyla -bu Sezen Aksu müziği de olabilir, Fenerbahçe marşı da olabilir- zaten zorlanıp Allah’ı namazda düşündüğümüz bir zamanda bambaşka şeylerin kahkahasını attırdı bu nesneler, şeyler bize. Parıldayıp çıkan nesnelerin, gündelik hayatta çoğu şeyin arasında gizli kalmayı değil de kendisine dikkatle açılan, kendi hakikatini göstermeyi seven bir şeydir “şey-hikâye”ler. Daha açık bir söylemle eskiden cuma olduğu zaman dükkânını açık bırakıp giden bir adamın “nesne-şey” ilişkisiyle, şimdi dükkânının kepengini kapatmakla da kalmayan, ona yirmi yerden ayrı ayrı kilit takan bir insanın şey ilişkisinde onu zihniyetinden uzaklaştıran her ŞEY’i öyküye taşımak.”
Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu, teknik yanını geçip içeriğe odaklandığımızda üç sacayağına dayanır. Bu sacayaklarından ilki 28 Şubat sürecinde Müslümanların çektiği çile, ikincisi Ahmet Sarı’nın Avusturya’da kaldığı dönemlerde oradaki Müslümanların yaşantısına ve burkulmalarına dair gözlemleri, üçüncüsü de Müslümanların kapitalizm ile yüzleşmesiyle beraber geçirdiği değişim ve dönüşümlerdir. Teknik planda devam eden nesne-şey ilişkisi, kapitalizmin getirdiği bir yeni bilince dönüşen hali ile işlenir. Kitapta bir yandan 28 Şubat hikâyeleri akarken; bir yandan da İslam ve moda, İslam ve dindar burjuva, İslam ve sermaye kavramlarının geçirdiği dönüşüm iz bulacaktır. Kitap bu gerçeğin üzerinden geçer ve mağdur edilen insanların anısına ithaf edilir.
Kitabın ilk öyküsü “Kendinde Korku”da inanan bir delikanlı vardır. Seküler babası inancını yoğun yaşaması, sakallarını uzatması ve benzer diğer sebepler yüzünden oğlu ile tartışmakta, onu anlamamakta ve kendi seküler dünyasına davet etmektedir. Hatta bu tartışmalar zaman zaman büyük boyutlara ulaşıp karşılıklı restleşmelere kadar uzanmaktadır. Bir gün bir kavganın sonunda baba pencereyi sonuna kadar açar ve “O zaman uç da inanayım lan eşşoğleşek, uç da inanayım.” der. Delikanlı bir yandan elindeki Ali Şeriati kitabına bakar. Yere atsa kitabın düşeceğini, yerçekimi yasasını düşünür. Bir yandan da öyle daralmıştır ki gökyüzü, o sonsuz bahçe, çağırmaktadır sanki kendisini.
“İkna Odası” adlı öykü 28 Şubat sürecinde yaşananlara dikkat çekmek için ironik, absürt bir dille yazılmış, öykü-şiir arası bir forma sahip metinlerdendir. Belki de metne daha çok çekip akılda kalıcılığı hedefleyen bu teknikle, kitaptaki hikâyelerin bazılarında yine karşılaşırız. “İkna Odası” başlıklı bu metinde okul kapılarındaki kabinlerde, derse girmeden önce başını açıp dersten çıktıktan sonra başını kapatan kızlar işlenir fakat anlatılmak istenen o kızlardan ziyade, bunu talep eden zihniyetin mantıksızlığı ve saçmalığıdır.
Ba Noktasına Geri Dönüş
Kitabın en dikkat çekici öyküsü şüphesiz “Ba Noktasına Geri Dönüş”tür. Öyküde binlerce kitabı olan bir adam vardır ve radikal bir karar alıp bütün kitaplarını dağıtır ya da yakar. Çünkü tüm kitaplar zaten bir kitabı okumak için vardır ve o kitap da Kur’an-ı Kerim’dir. Beynini yıllardır bir sürü lüzumsuz bilgi ile doldurduğuna inanan ve hayıflanan adam, ahir ömründe Kur’an meailini bir kez olsun okumak ve anlamak istemektedir. Yeni bir başlangıç yaptığı için ruhu kuş gibi hafiftir. Sahip olduğu şeylerin ağırlığından arınmış halde abdestini alır ve meali okumaya başlar. Yavaş yavaş okudukça, notlar aldıkça, üzerinde düşündükçe anlamak için yeterli bilgisinin olmadığını düşünür ve tefsir kitaplarına ihtiyaç duyar. Oysa tefsirler de çeşit çeşittir. Hangisini almalıdır? Hepsini alsa kitaplarını dağıtmasının ne anlamı kalır? Bu soruları kısmen aşarak sosyolojik bir tefsir alır, okumaya devam eder. Mealin boşluğunu dolduran tefsirleri okudukça, tefsirler aklında yeni boşluklar oluşturmaktadır. Siret kitabına ve Hadis kaynaklarına ihtiyaç duyar. Ardından İslam ekonomisi, İslam hukuku, İslam’da aile ve cinsel konular hakkında kitaplar da oluşan yeni boşluklar için alınmayı talep eder. Bunları da okudukça, her şeyin zıddıyla bilindiğinden mülhem, diğer kutsal kitapları da edinmek ister. Böylece yıllar geçer. Adam yoğun okumalarından başını kaldırıp kütüphanesine baktığında raflardaki kitapların eski kitaplarına ne kadar benzediğini görür.
İnsanlar tektipleşirken...
Kitap boyunca Müslümanların yaşantısını ve kapitalizm ile birlikte ona dâhil olan nesneleri görürüz. Cuma namazında, önündeki adamın LTB marka pantolonu, arka safta namaz kılanın dikkatini çekip durur mesela. Ya da bir vakit namazında, Nokia bir marka telefon uzun uzun çalar. Kafede oturan kızların yer aldığı bir başka öyküde Rodimood tesettürlü bir genç kız vardır ve elindeki alışveriş torbasından tutun cep telefonuna kadar adeta bir marka yağmurunun altındadır. “Halaycıbaşı Tesettürlü” adlı hikâyede de tesettürlü bir genç kızın herkesin içinde rahatça oynamasını artık abes bulmayan bir kültür dönüşümü vardır. “Meryem” adlı hikâyede elinde Charles Bukowski kitabıyla gelen kız tanışmak üzere olduğu sakallı delikanlıya tokalaşmak için elini uzatır ve eli havada kalır. Küskün elini indirirken “Merhamet acaba bu çocuğun neresinde geziniyor.” diye geçirir içinden. Mevlana’nın nesne haline getirilmesi, sipariş edilen görkemli mezar taşları, Kâbe manzaralı gökdelenlerde oturanların ruh hali de işlenir hikâyelerde.
Bir ayağı yurtdışında olan öykülerde ise Viyana sokaklarında ezanı özleyen Mansur’u, Viyana’da bir pencereden çocuklarına seslenen kelebek tesettürlü annenin yalnızlığını, havaalanında masaj koltuğuna oturan fakat modernite ürünü bu aletle memeleri sallanan çarşaflı kadının rahatsızlığını, uçakta yanına bir kadının oturmasını arzulayan fakat gelen kişinin sakallı ve şalvarlı bir adam olduğunu görünce tedirginleşen anneyi, haşema ile denize giren fakat haşema şişip durduğu için denize küsen bir kadını, havaalanında yiyecek bir şeyler almak için food and beverage’nin vitrinine bakan ama helal bir şey bulamayacak olmanın korkusunu yaşayan çarşaflı bir kadını görürüz.
Modernite ve kapitalizm yayılırken, insanlar tektipleşirken Müslümanlar ya sıkışacak, ya da ılımlı bir hale evrilip herkesleşecektir. Ahmet Sarı “başlangıcı olmayan bir şeyin sonu” derken bunu kasteder. Teorik olarak başlangıcı olan bir şeyin sonu da olmak zorundadır. Başlangıcı olmayan bir şeyinse sonu yoktur. Başlangıcı olmayan bir şeyin sonu ise kapitalizmin Müslümanları getirip süpürdüğü o son noktayı imler.
Ahmet Sarı, Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu, Hece Yayınları
Gülhan Tuba Çelik