İnsan çok karmaşık, çok girift bir varlık. Onu anlamak ve çözmek için, onun iç merdivenlerinden inerek iç odalarında onunla birlikte yürümek gerekli. "O" dediğime bakmayın, bunu sadece kendime kendimin dışında daha objektif bakabilmek için söylüyorum. “O” dediğim üçüncü tekil şahıs, aslında yakın mesafeden nazar kıldığımızda sen, ben ve onlardan başkası değil.

Kendimize ve yapıp ettiklerimize o denli alışmışız ki, şaşırmak ve ürpermek gibi kelimeler lügatimizden silinip gitmiş.

Devlet makamını arayıp gözetmekten, hayret makamını unutmuşuz. Hayretinizi ne diye gizleme telaşına giriyorsunuz, o zaten yok ki!

En hoyrat ve en bilinçsiz tüketici vasfı

Milenyum denilen yeni bin yılda da değişen bir şey yok. Bağlılıklarımız, alışkanlıklarımız olmaktan kurtulmuş değil. Kendimize ve alışkanlıklarımıza bağımlı bir şekilde ömür tüketiyoruz. Bu anlamda hayatın en hoyrat ve en bilinçsiz tüketicisi vasfını koruyoruz: Ömür tüketicisi!

Her ne kadar uzaktan eli kolu dolu bir ömür tüketicisi manzarası yansıtsak da, durum o kadar basit değil, gerçekte ‘ömrün hızla tükettiği' varlıklar olmaya doğru gidiyoruz. Sadece nefes tüketmiyor, aynı zamanda vakit, nakit, hatta enerji ve yakıt tüketiyoruz. İlişkileri, dostluk ve arkadaşlıkları hızlı ve pragmatik bir çeviklikle tüketiyoruz. Kavradığımız ve tuttuğumuz her nesneyi ve her kavramı sindirme zahmetine bile katlanmadan tüketiyoruz.

Tefessüh etmiş asrın modern insanları şimdi yeni avlar peşinde: Ele gelmeyeni ele geçirmek, dile gelmeyeni yordamsızca aparmak!

Bitmeyen, avuçlarımızdan ve dimağlarımızdan kayıp gitmeyen bir şeyler de olmalı değil mi? Artan ve çoğalan, çoğalırken de niteliğini koruyan bir şeyleri nasıl yakalayacağız? Modern zamanlarda ‘oruç', işte bu soruların akla gelmeyen cevaplarını kendi heybesinde taşıyan bir habercidir. Ve o bizi bir avucunda su, diğerinde kepekle aşkın bir sofraya davet eder. Alışkanlığa dönüşen hayat karşısında gündelik uykusuna hazırlanan insanı teyakkuza geçirip rüyalarını bozar. Artık, zamandaki boyut, mekândaki ağırlık ve eşyadaki tını değişmiştir. Zaman mekânsal bir mecrada değil, metafizik bir boyutta akmaya başlamıştır. Oruçla birlikte kavradığımız nesne, tuttuğumuz kelime ve eşya âlem içerisinde bidayette tayin edilmiş gerçek sıradüzenine kavuşmuştur. Tutumunu değiştiren insanın kendine irtifa etmesidir bu.

Müslüman saati ayarını bulmuştur

Ramazan ayı dışında, bildik hengâme içerisinde insan çoğu kez amaçlarla araçları birbirine karıştırır. Kavrayıp tuttuğu ile tutunduğu şeyin ayırdına varamaz. Yemek için mi yaşıyorum, yoksa yaşamak için mi yiyorum? Oruç bu tarz karmaşa yaşayan insana kendisini işaret ederek, ‘yaşamak için yiyorsun, yemek için yaşamıyorsun' uyarısında bulunur.

Şehveti kısık ayara alıp hedonizmin koltuğunu yerinden oynatır. İnsan-tabiat, insan-eşya, insan-insan ve insan-Allah ilişkisi yeniden şekil alıp anlam bulur.

Nefis ve şehvet ne de olsa kendi doğal sınırlarına çekilmiştir artık. Göz hakikate yönelirken, her defasında ansızın araya giren görüntüler oruçla birlikte ortadan kalkıvermiştir.

Herkesin kendine göre akrep ve yelkovanıyla oynadığı meydan saati durmuş, Müslüman saati ayarını bulmuştur. Ömür dediğimiz şey meğerse sahurla iftar arası kalbimizi aklımızda tutup, aklımızı kalbimize yaslayarak hayatı alışkanlık olmaktan çıkarmaya yönelik bir savaşımmış.

Uzağa gitmedik, bunu, ilk orucunu tutan bir ergenin susuzluktan çatlamış dudağından ve iftar sofrasında tüten pidenin buğusundan anladık!



Hüseyin Akın yazdı