Müslüman milletin yüzlerce yıllık uhuvveti Batı çıkmazına saplandı saplanalı ırkçılığın ayrımcılığın ve de modern Samirilerin eliyle yontulmuş altın buzağıların gölgesi kararttıkça kararttı ufkumuzu. İnsanın eşref-i mahlûkat olduğu bir dünyada değil Freud’un id ego süperegosu arasına sıkışmış ve tensel bir tüketim nesnesi haline gelmiş ve de şehvetin limanına şuursuz gemilerin demir atmış olduğu bir dünyanın sahilindeyiz şimdi.

İnsanın kimisine göre düşünen kimisine göre alet yapan hayvan olarak görüldüğü felsefi safsatalar arasında ve sekülerleşme sürecinde her güzel şey, her güzel duygu birer birer zehirlendi durdu. Kadim değerler dönüştü ve dönüştürüldü ve de katı olan her şey buharlaştı gitti. İnsanın var olma amacını unutup kalbini yalan dünyanın oyun ve eğlencelerine adadı.

Varlık, mânâyı yok ederken

Maddeyi anlamak için fiziğin kapısını çalan insanlığın manayı da maddede arama serüveninin adı olan pozitivizm iğdiş edilmiş beyinlerin eliyle büyüdükçe büyüdü. Bilgi, beş duyunun sınırları arasında boğulurken varlık anlamsız bir hikâye gibi okundu. Estetik şehvetin esareti altında boğuldu. Ruh kalleşçe gövdeden kovuldu. Gönül bir hırsız misali kalpten soyuldu. Aşk bir kartal gibi vuruldu. Ve bu hikâyenin içinde zaman yoruldu mekân yoruldu. Sabır okyanuslarında hüzün gemilerine binip birer birer kayboldu leventler.  Beton üzerinde dağılan bir tespihin boncukları gibi sağa sola saçıldı Müslüman coğrafyanın insanları. Firavun, Karun ve Haman ittifakının ortak meyvesi kapitalizm ve komünizm ideolojileri kanlı fikir mezbahanelerinde binlerce gencin kanını bir kurban misali sunup durdu.

Diriliş baharının özleminde gaflet kışını yaşamanın hüznüyle kahrolurken adı konmamış denizlerde boğulmanın garipliğinde kaldı bahtımız. Gönlümüz yaralı bir ceylan misali avcıların gözlerine baka baka vuruldu. Bosna’da, Bağdat’ta, Keşmir’de, Grozni’de, Kabil’de, Gazze’de, Urumçi’de kalbimiz vuruldukça vuruldu.

Daha ne kadar vakit?... 

Kelimeler anlamını yitirdi sözler büyüsünü kaybetti. Gönül dağlarına kar yağdı vakitsiz.  Aynı kıbleye secde edenlerin arasına kan girdi, aynı peygamberin ümmeti birbirinin boğazına sarıldı. Etrafımızı uçsuz bucaksız çöller, adı konmamış kanlı kerbelalar sardı. Batının kapkara haçı, doğunun acımasız Moğol suratı bağrımıza saplanan bir hançer misali yüzlerce yıl saldırdı durdu, yüzlerce yıl vatan bahçesine bir domuz sürüsü gibi dadandı.  Müslüman milleti bir olmanın, birlik olmanın gerekliliğini her saldırıda daha çok hissetti daha çok benimsedi.

Çanakkale şehitliğinde birlikte uyuyan Arap, Kürt, Türk, Çerkez, Laz bütün dünyaya İslam’ın tek bir millet olduğunu ve bu birliğin devam etmesi için şehit olduklarını haykırdılar. Kolektif şuurun ve işbirliğinin meyvesi olan Müslümanca bir medeniyetin devletleri, kutlu vatan coğrafyasını en güzel eserleriyle nakış nakış dokudular.  Ta ki Batının pis ve soğuk nefesi gündemimize gelene kadar. Düşmanlık bir Truva atı gibi bağrımıza girene kadar.

Yecüc mecüc ordularına karşı bir bünyan-ı mersus teşkil etmekten başka bir Sedd-i Zülkarneyn yapmaktan başka çare yok şimdi. Ve artık dünya bu kutlu saatlere yeniden kendini hazırlamak ve dirilişi gündemine almak zorundadır.

Diriliş gündeme alınınca...

 Ve böyle anlatılmalıdır gelecek zaman ;

Ümit kuşları gönül göğünde seyran ediyor şimdi. Ve saatler dirilişe kurulmuş. Zaman dirilişin kalbinde atıyor. Sular dirilişe akıyor. Dirilten yağmurlar yağıyor şehre. Gönüllerde asr-ı saadetten birer gül goncası açıyor. Peygamber medeniyetinin leylakları açılıyor gelecek çağların bahçesinde. Bir selam gönülleri fethediyor.  Ve vakit diriliş vaktidir. “Bengisu bengisu kayna ve çağla”.

 Mehmet Baş yazdı