Murat Aslan iyi bir araştırmacı, onu uzun yıllardır tanıyorum. Zekası ve disiplini hep dikkatimi çekmiştir, yakın gelecekte bilinen bir üniversite hocası olacağından hiç şüphem yok. Bundan birkaç sene önce yüksek lisansına dayanan “Fazlullah'ın Sakalında Beliren Tanrı -Arşi Divanı'nda Hurufilik-” isimli eseri çıktığı zaman çok sevinmiştim.
Daha sonra eseri bulup araştırmasını dikkatle okudum ve söyleşi soruları kafamda iyice belirginleşti. Arşi Divanı ve Hurufilik üzerine olan bu çalışmanın alt bir başlık gibi görünmesine rağmen etki sahasının önemli olduğunu düşünüyorum. İlgililere sunulur.
Arşi Divanı üzerine çalışma fikri nasıl oluştu?
Hurûfilik ile ilgilenmeye lisans dönemimde başlamıştım. Üniversite kütüphanesinden Fatih Usluer'in yayıma hazırlamış olduğu Câvidânnâme'yi ödünç alıp okudum. Câvidânnâme Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah Esterâbâdî'ye ait bir kitaptır ve bu akımın temel kitabıdır. Öyle ki Hurûfîlerce son kutsal kitap olarak kabul edilir. Ne yazık ki o zamanlar bu kitaptan hiçbir şey anlamamıştım. Hurûfîlik düşüncesini öğrenmek için yanlış kitaptan başladığımın farkına vardım. 2017'de Sadık Vicdânî'nin "Hurûfîlik ve Bektâşîlik - Ne İdiler ve Nasıl Kaynaştılar?" adlı eseri İsmail Güleç tarafından Latin harfleriyle yayıma hazırlandı ve İz Yayıncılık tarafından basıldı. Kitabı hemen edindim ve incelemeye koyuldum. Kitapta Arşî'nin şiirlerinden örnekler vardı. Dikkatimi çekti; sayfa kenarına "Arşî'de Hurûfîlik - Araştırma konusu" diye not düştüm. Şimdiye dek Hurûfîliğe dair pek çok çalışma yapıldı; ancak Hurûfîliğin edebiyata tesiri bağlamında Ali Alparslan'ın Nesîmî Divanı'ndaki Hurûfîlik etkisine dair hazırlamış olduğu doçentlik tezinden başka neredeyse hiç çalışma yapılmamıştı. Arşî Divanı'nın Hurûfîlik açısından incelenmesini gerekli gördüm; çünkü okuduğum beyitlerde bu düşünce oldukça yoğun bir şekilde işlenmişti. Arşî Divanı, 1989 yılında Bahattin Kahraman tarafından Hüseyin Ayan'ın danışmanlığında yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştı. Bu tezdeki edisyon kritiği yapılmış Arşî Divanı'nı inceledim ve yapmayı düşündüğüm çalışmanın tez çapında araştırılmasının mümkün olduğunu gördüm.
Hurufilik nedir, kısaca açabilir misiniz?
Hurûfîlik; harf ilmine dayanır. Allah âlemi "Kün" emriyle yarattı. Bundan dolayı bütün mevcudatın temelinde kef ve nun harfleri bulunur. Allah'ın Âdem'e öğrettiği isimler de Hurûfîliğe göre varlıkta mevcut olan otuz iki ilahi sesten ibarettir. Bu sesler, Fars alfabesinde bulunan otuz iki harfin karşılığıdır. Allah'ın Âdem'i kendi suretinde yaratması meselesi ise Hurûfîler tarafından bizzat otuz iki harfin kendisi olan Allah'ın, söz konusu harfleri hatlar vasıtasıyla Hz. Adem'in yüzüne çizmesi şeklinde açıklanır. İnsanın yüzünde bir saç, iki kaş ve dört kirpik vardır. Toplamda yedi adet eden bu hatlar, anasır-ı erbaaya göre dört unsurdan müteşekkildir. Yedi ile dördü çarparsak 28 sayısını elde ederiz ki bu Arap alfabesindeki harflerin sayısına eşittir. Hurûfîler her varlıkta bir istiva çizgisi olduğunu düşünürler. Bu çizgi buğdayda, devenin dudağında ve daha pek çok şeyde görülebilir. İnsanda ise, yüzü dikey bir biçimde ikiye ayıran çizgidir. Hz. Muhammed'in saçlarını ikiye ayırması istiva çizgisine işaret etmek içindir. Şayet istiva çizgisi çekilirse saç ikiye bölünür ve yüzdeki hatların sayısı sekize çıkar. Sekiz ile dördün çarpımı da 32 sayısını verir. Bu da, Fars alfabesinde bulunan harflerin sayısına, dolayısıyla mevcut bütün seslere işaret eder. İnsan, mevcudattaki en olgun varlıktır. Bundan dolayı Allah'ın yeryüzündeki halifesi olmuştur. 32 ilahi sesin tümüne sahip olması bunun delilidir. Ne var ki diğer varlıklar bu seslerin tümünü barındırmazlar. Hurûfîler, işte varlıktaki bu seslere, yani harflere dikkat ederler; böylece Allah'ı müşahade etmeye çalışırlar. Sufileri ve diğer tüm Müslümanları eleştiren Hurûfîler, kendilerinin fırka-i naciye olduğunu düşünürler. Allah'ın bizzat otuz iki sesten ibaret olması ve bu seslerin mevcudatta da bulunması, Hurûfîliğin aslında vahdet-i vücut düşüncesine dayandığını gösterir. Ama onların bu düşüncesi oldukça maddidir.
Peki bu akımın temelleri nasıl atılıyor? O dönem benzer başka akımlar da var mı?
Hurûfîlik 14. yüzyılın sonlarında İran ve Azerbaycan taraflarında ortaya çıkar. Kurucusu Fazlullah Esterâbâdî'dir. Oldukça geniş bir dinî bilgiye sahip olan Fazlullah, rüya yorumlarıyla kendi muhitinde tanınmaya başlar. Bir gün hakikate erişir ve kendi dinini yaymaya başlar. İlk aşamada etrafında on bir ya da on iki kişiden oluşan bir inananlar grubu toplanır. Böylece en son din, Allah'ın bizzat Fazlullah Esterâbâdî'nin bedeninde zuhur etmesi vesilesiyle yayılmaya başlanır. Çok kısa bir süre içerisinde Hurûfîlik oldukça geniş bir kitleye tanıtılır. Hurûfîlik bir tarikat değildir. Bu konuda oldukça dikkate değer çalışmalarda bulunan Fatih Usluer, Hurûfîliği felsefi-mistik bir akım olarak kabul etse de ben, Abdülbaki Gölpınarlı gibi bunun yeni bir din olduğunu düşünüyorum. İslam kaynaklı yeni dinlerin zuhur etmesi alışılmadık bir şey değildir. Hindistan'da 16. yüzyılda Guru Nanak tarafından İslamiyet ve Hinduizm birleştirilip “Sihizm” adında yeni bir din oluşturulur. 19. yüzyılda ise İran'da Bahailik adında yeni bir din çıkar ve Balkanlar’a doğru yayılır. Sihizm ve Bahailik günümüzde hâlâ varlığını sürdürmektedir; fakat Hurûfîlik son bulmuştur.
Osmanlı ve diğer devletlerin Hurufiliğe bakışı nasıl?
14. yüzyılın sonunda Fazlullah, Timurlular tarafından Alıncak Kalesi'nde feci bir şekilde idam edilir ve Hurûfîlere yönelik bir takibat başlatılır. Böylece Hurûfîlik; Hindistan, Mısır, Suriye, Irak ve tabi ki Anadolu'ya yayılır. Hindistan'da Noktavilik şekline bürünen Hurûfîlik, Anadolu'da ise Bektaşilik tarikatıyla birleşir. Bektaşilik ile Hurufiliğin birleşmesinde en büyük etken Fazlullah'ın baş halifesi Aliyyü'l-Ala'dır. Fazlullah'ın diğer bir halifesi olan meşhur şair Nesîmî ile Anadolu'ya gelen Aliyyü'l-A'la, Hurûfîlik öğretisini Bektaşi sırrı olarak yaymaya başlar. O dönemde pek çok Hurûfî de Anadolu'ya gelmiştir. Öyle ki Edirne'de Osmanlı sarayına kadar giren Hurûfîler, neredeyse II. Mehmed'i (Fatih Sultan Mehmed) bile kendi saflarına çekecek duruma gelmiştir. Tabi ki ulema buna izin vermemiş ve bir fetva ile yaklaşık 300 Hurûfî'yi Edirne'de idam ettirmişlerdir. Bundan dolayı Hurûfîlik Balkanlar’a doğru yayılmıştır. Özellikle Ergirikasrı Kasabası Hurûfîliğin merkezi olmuştur. Osmanlı'nın Hurûfîlere karşı sert bir tavır takınması, Hurûfîlik ile Bektaşiliğin birleşmesini hızlandıran bir etken olmuştur. Daha o dönemlerden başlayarak Hurûfîlik ile Bektaşilik düşüncesi birbiri içinde öylesine erimiştir ki ayırmak mümkün gözükmemektedir. Bektaşilerin koyu birer Hurûfî olan Nesîmî ile Virânî Abdal'ı yedi büyük ozandan saymaları, bunun en açık delillerinden biridir. Hurûfîler diğer muhitlerde de iyi karşılanmamıştır. Anadolu'da tutunamayıp Suriye'ye giden Nesîmî'nin orada inancı sebebiyle derisi yüzülerek idam edilmesi bunu göstermektedir. Tabi ki bu meşhur idamın bazı siyasi sebepleri de vardır. Nesîmî'nin inancını büyük bir coşkuyla korkusuzca ve açıkça anlatması da onu böyle bir sona hazırlamıştır. Yine de Nesîmî, bu feci idam sayesinde Hurûfîlik inancının en tanınan siması hâline gelmiştir ki bu, Hurûfîliğin yayılması hususunda dikkate değer bir olaydır.
Araştırmanızın merkezindeki isim olan Arşi kimdir?
Tezkireler iki farklı Arşî'den bahsederler: Yenipazarlı Arşî ve Tireli Arşî. Bahattin Kahraman, konumuz olan Hurûfî Arşî'nin bunlardan ikisi de olamayacağını, dolayısıyla üçüncü bir Arşî bulunduğunu öne sürer. Ben de kitabımda Hurûfî Arşî'yi, üçüncü Arşî olarak kabul ettim. Daha sonraki araştırmalarımda ise Tireli Arşî'nin Hurûfî Arşî olabileceğine kanaat getirdim. Yakında Asya Studies dergisinde "Hurûfî-Bektaşi Şair Arşî'nin Şiirlerinde Hz. Ali Algısı" adıyla yayınlanacak olan makalemde bundan bahsettim. Şöyle ki yazma eser kütüphanelerinde Hurûfî Arşî'ye ait 36 adet yazma divan mevcuttur. Bununla beraber Tireli Arşî ve Yenipazarlı Arşî Divanları ortada yoktur. Koyunoğlu Kütüphanesi'nde ise Hurûfî Arşî'ye ait bir divan Tireli Arşî adıyla kayıtlanmıştır. Tezkireler, Tireli Arşî'nin Balkanlara seyahat ettiğini yazar ki Hurûfî Arşî de Arnavutluk'ta bulunan Ergirikasrı'nda yaşamıştır. Ayrıca Tire, 15. yüzyılda yaşamış olan, Işk-name adlı eserin sahibi Ferişteoğlu'nun kasabasıdır. Işk-name, Fazlullah Esterâbâdî'nin eserlerinden bir seçmedir ve tamamen Hurûfîliğe dair bir eserdir. Hem Arşî'nin hem de Ferişteoğlu'nun Tireli olması, burada bir Hurûfî yapılanması olduğunu düşündürmektedir. Tabi ki bu konuda kesin bir şey söylemek şimdilik mümkün değildir ve daha araştırılacak çok şey vardır.
Bu girişten sonra, Hurûfî Arşî'nin hayatına dair elimizde pek bir malumat olmadığını belirtelim. 17. yüzyılda yaşamış olan Arşî, Divan'ından elde ettiğimiz bilgilere göre Ergirikasrı'nda bulunan bir Bektaşi-Hurufi tekkesinde yaşamış ve Muhîtî adında bir şeyhe bağlanmıştır. Muhîtî de koyu bir Hurûfî’dir ve divan sahibi bir şairdir. Onun ölümünden sonra ise posta, Arşî oturmuştur. Arşî'nin Farsça bazı şiirleri olduğuna bu dili iyi bildiği ortadadır. Onun divanı incelendiğinde Bektaşiliği de Hurufilik kadar içselleştirdiği söylenebilir. Bir gazelinde Mevlevilikte bulamadığı hakikati, Fazlullah Esterabadi'de bulduğunu söyler ki tezkirelere göre Tireli Arşi, Mevlevi’dir. Bu da Tireli Arşi'nin aslında Hurûfî Arşî olabileceğini gösteren kanıtlardan biridir. Bu konu üzerinde çalışıyoruz. Elimize yeterince kanıt geçerse Hurûfî Arşî'nin biyografisini eleştirel bir gözle makale formunda kaleme alacağız.
Arşi, divanında tam olarak neyden bahsediliyor?
Arşî, genel olarak Hurûfîlik propagandası yapan bir şairdir. Onun için şiir, inançlarını anlatmak için bir araçtır. Tabi ki onun aşka dair de pek çok şiiri vardır ama bu şiirler, Hurûfîlik ile alakalı şiirlerinin gölgesinde kalmaktadır. Arşî yalnızca Hurufîliği değil, oldukça samimi bir üslupla Bektaşiliği de anlatmıştır. Bundan dolayı onu yalnızca Hurûfî değil Hurûfî-Bektâşî olarak kabul etmek gerekmektedir. Arşî'nin iyi bir şair olduğu söylenemez. Oldukça kuru ve sıkıcı şiirleri vardır. Tabi ki onun üçüncü sınıf bir şair olmasında inançlarını şiirle anlatma yolunu seçmesi etkili olmuştur. Yine de o, Nesîmî gibi divan edebiyatının en güçlü şairlerinden birine çeşitli nazireler yazmış ve onunla âşıkane şiirler hususunda şairlik yarışına girmiştir. Bunun yanında, aslında bir anlamda dini önderlerinden biri olan Nesîmî'ye saygı bağlamında Hurûfîliğe dair nazireler de kaleme almıştır. Arşî ile Nesîmî arasındaki nazire ilişkisi hususunda Hikmet Dergisi'nde "Hurûfî Şair Arşî'nin Nesîmî'nin Gazellerine Nazireleri" başlıklı bir makalemiz neşredilmiştir.
Türk edebiyatıyla olan ilişkisiyle birlikte düşünülürse Hurufiliğin totalde ne gibi etkileri olmuştur?
Hurûfîlik, ortaya çıktığı ilk zamanlardan itibaren baskılandığı için neredeyse hiçbir yerde kendisi olarak var olamamış; Hindistan'da Noktavilik hâlini almış, Anadolu ve Balkanlar’da ise Bektaşilik ile birleşmiştir. Bundan dolayı Hurûfîlik, edebiyatta pek bir varlık gösterememiştir. Hurûfi şairlere ait birkaç divan ile birkaç mesneviden başka elimizde eser yoktur. Söz konusu eserleri merak edenler Abdülbaki Gölpınarlı'nın "Hurûfî Metinler Kataloğu"nu inceleyebilir. Divan edebiyatında görülen Hurûfilik etkisinin en büyük sebebi hiç şüphesiz Nesîmî'dir. Nesîmî koyu bir Hurûfi olduğu kadar iyi bir şairdir de. Daha doğrusu, Hurûfî şairler arasında en önde o gelir. Öyle ki; Misâlî, Muhîtî, Arşî, Refiî ve Ferişteoğlu gibi şairler zamanla unutulurken Nesîmî her dem taze kalmış, eserleri edebiyat dünyasını etkilemeye devam etmiştir. Nesîmî, şiirdeki bu kabiliyeti sayesinde çoğunlukla Hurûfilik ile hiçbir alakası olmayan şairleri bile etkilemeyi başarmıştır. Ömer Bin Mezid'in Mecmuatu'n-Nezair ve Edirneli Nazmi'nin Mecmat'un-Nezair adlı nazire mecmuaları bu hususta en büyük kanıtlarımızdır. Yalnızca bu iki mecmuada bile Nesîmî'ye yazılan yüzlerce gazel bulunabilir.
Hurifiliğin yeterince araştırıldığını söyleyebilir miyiz? Hurufilik konusunda başka çalışmalara imza atılmalı mıdır?
20. yüzyılın başlarından itibaren Hurûfîlik hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Batılı oryantalistlerin öncülüğünde başlayan Hurûfîlik incelemeleri, bizde de yankı bulmuştur. Örneğin Feylesof Rıza, pek dikkate değer bir çalışma ortaya koyamasa da bu hususta bazı eserler kaleme almıştır. Başta bahsettiğim gibi Sadık Vicdani de Hurufilik ile Bektaşiliğin ne olduğu ve nasıl kaynaştığına dair bir eser kaleme almak istemiş; ne var ki projesini nihayete erdirememiştir. Hasan Hüseyin Ballı'nın Hurûfîliğe dair hazırladığı doktora tezi oldukça önemlidir. Gölpınarlı ile Usuler'in çalışmaları, Hurûfîliğe ait pek çok hususu aydınlatmıştır. Ne yazık ki Hurûfîliğe dair çalışmalar genel olarak dînî-felsefi boyutta kalmıştır. Bununla beraber Fatih Usluer, Hurûfî edebiyatına dair bazı eserleri naşretmiştir ki bu oldukça önemlidir ve Hurûfîlik çalışmalarına pek çok katkı sağlamıştır. Özer Şenödeyici de "Nesîmî ve Hurûfîlik Kitabı" adlı çalışmasında yayınladığı bazı makaleler ile daha önce yayınlanmamış bazı yazılarına yer vermiştir. Hurûfîliğin edebiyat açısından incelenmesi, genel olarak makale düzeyinde kalmıştır ki bu makaleler bile Hurûfîlik etkisindeki edebi eserleri her yönüyle yansıtmaktan uzaktır. Bundan dolayı söz konusu hususların aydınlatılması adına çalışmalar ilahiyat ve felsefeden edebi alana kaydırılmalı ve bu konuda daha çok çalışma yapılmalıdır.
Söyleşi: Yusuf Tunçbilek