Eğitimci ve yazar bir anne olarak tanıdığımız Mukaddes Çıtlak meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca nasıl tanımlar mısınız?
“Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” demişlerdir. Elbette kendi kendimi övemem fakat bazı gerçekleri de söylemek isterim. Çok güzel bir ailede yetiştim. O dönemlerde babamın Nişantaşı’nda bir bakkaliyesi vardı. Hem anne hem baba tarafım ciddi anlamda İslâmî İlimler eğitimi almış kimselerdi. Babam 11 yaşında hafızlığını tamamlamış, amcam Kût’ül Amâre’de zabit olarak bulunmuş kıymetli kişilerdi. Babam ve annem hem tahsilli hem de İslâm’ı güzel anlatan ve temsil eden birisi olmamı isterlerdi.
Kendime olan cesareti ve annesine olan güveni oldukça yüksek bir çocuktum. Annemin verdiği vazifeleri istekle yapardım. Okuma yazmayı daha okula gitmeden annem bana öğretmişti. Hayat tarzımız çok ölçülüydü. Evimizde Ahmediye, Siyer gibi kitaplar bulunurdu. Annem-babam bize tüm fıkraları, peygamber kıssalarını anlatırdı. Hepsini ağzımız açık dinlerdik, heyecanla devamını isterdik. Onları dinlerken de bize sabretmeyi öğretirlerdi.
Resim yapmayı da çok severdim. Kardeşim bana resimler çizdirir sonra onları üzerinden siler kendisi çiziyormuş gibi yapardı. Bir de edebiyatı çok severdim. Annem ve babam bizlere çok hoş Osmanlıca metin okumaları yapardı. Mesela bize örtünmeyi o kadar güzel ve tatlı anlatmışlardı ki: “Kadın dediğin kıymetlidir, örtülür. Saçını da kıyafetini de örtülü giyer, herkesin yanında evinde gezer gibi dolaşmaz.” Bunları okurken tesettür ahlâkının nasıl olması gerektiğinden de bahsederlerdi. Biz de tesettürümüze o şekilde dikkat ederdik.
Bilgi çok güzel bir şeydir, o bilgi ve görgünün beslenmesi de Kur’an-ı Kerim’den olmalıdır. Annem ve babam Kur’an-ı Kerim’in sevgisini ve muhabbetini, onun en doğruyu ve en güzeli söylediği itimadını bizlere yerleştirmeseydi her şeyden bî-haber olurduk.
Eğitim hayatınızda Edebiyat Bölümü’nü seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Bu alanda okumamış olsaydınız hangi alanı seçerdiniz?
İstanbul Üniversitesi’ni kazandım fakat o dönemde karışıklıklar olduğu için gitmedim. İllaki bir okuldan mezun olmak yeterli olmuyor. Gönüldeki iman ve inanç çok önemli.
Çocukluğumdan itibaren edebiyatı ve resim yapmayı çok severdim. Ya resim öğretmeni ya da edebiyat öğretmeni olmak isterdim. Küçükken babam bize Osmanlıca Safahat’ı okurdu. Mehmet Akif’in Koca Karı ile Ömer, Seyfi Baba, Bebek gibi şiirlerini dinler kulak dolgunluğu kazanırdık. Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya Türküsü”, Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” şiirlerini babam bana hep okuturdu. Şiir okumasını, hitabeti çok severdim. Benim şiire olan sevgim ve ilgim bana onların yolunda gitme hissi uyandırdı. Allah Teâlâ’nın verdiği bir istidat ve anne babamın öğrettiği bilgiler üzerine bina edildi. Bizim her şeyi bilmemizi, okumamızı isterlerdi. Annem bize küçük yaştayken Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğretmişti. Okula gitmeden de okuma yazmayı öğrenmiştim
Hep okuma meraklısı bir çocuktum. İlkokul 4. Sınıftayken öğretmenimiz sınıfa girmiş ben farkında değildim. Oturduğum sıranın altında bir gazete parçası bulmuştum. Ben onu okurken öğretmenimiz sınıfa girmiş ve fark etmemişim. Bana neden ayaktasın demeyip güzel sözler söyleyip takdir etmişti. Okuma konusunda çok seçici davranırdım. Her yayınlanan eseri de okumazdım.
Liseden unutamadığım bir anım vardır. Edebiyat öğretmenimiz bir gün ödev vermişti: “Hangi yabancı ülkeyi görmek istersiniz, niçin?” Çok hoşuma gitmişti. Ucu açık bir sualdi, yer kısıtlaması yoktu ve istediğim yeri söyleyebilecektim. Kalemi kâğıdı elime aldım ve şöyle başladım: “Bu soru ne zaman aklıma takılsa içimden gelen ilâhî bir ses bana hep aynı cevabı veriyor. Ben dünyanın en lüks beldelerinden, en konforlu yerlerinden, kıyı köylerinden hiç birini düşünmüyorum. Ben Mekke ve Medine’yi görmek istiyorum. O Kâbe ki bütün inançsızların elinden peygamberimizin İslâm’ı anlatması ile seferler düzenlemesi ile kurtarılmış, putlardan temizlenmiş ve bütün insanlığın Kâbe’si olmuş.” Sonra: “Ben oraları görmek istiyorum ve Rabbimden de bunu nasip etmesini istiyorum.” diyerek tamamladım ve teslim ettim. Öğretmenimiz diğer derse geldiğinde sırayla ödevleri veriyordu sıra bana geldi. Öğretmenimiz “Bu kadar senelik edebiyat öğretmeniyim, her sene bu konuyu veririm ama bu zamana kadar böyle bir kâğıt almadım. Senin ailende sana bu derece tesir eden yaşlı biri mi var?” dedi. Ben de “Hayır efendim, biz bütün aile böyle düşünüyoruz.” dedim. O da “Daha çok erken bu fikirler için.” dedi. Bu sözler yüreğime dokunmuştu. Tabi işin sonrasında şöyle bir güzellik ortaya çıktı. Bütün sınıf merak edip kâğıdımı elden ele dolaştırarak okudu.
O ödevimi itina ile saklamıştım. Yıllar sonra İslâm mecmuasında şiir müsabakası açmışlardı. Dayım vesilesi ile İslam Mecmuası ile tanışmıştım. Şiirler gönderiyordum. O zamanlar çok güzel insanlar yazı yazıyordu. Hanımların da nesirler yazmasını istemişlerdi. Ben de “Çok Acı Bir Hatıra” isimli bir nesir yazdım. Yazımın sonuna itinayla sakladığım ödevimi de ekleyip gönderdim. Hadise içinde hadise yaşadım ve yazımı da iki yerde yayınlamış oldum.
Annenizin size kazandırdığı veya ondan örnek alarak yaşamınızın her anında etkisini hissettiğiniz bir davranış, alışkanlık var mıydı? Var ise bizlere biraz bahseder misiniz?
Annem iş yaparken hep bize fıkralar anlatırdı. Kendi yün eğirirdi sonra bize tutturup ip yumakları yapardı. O zamanın boyalarıyla ipleri istediği renge boyar sonra da pile kaşeli etekler örerdi, üzerine de hırka dikerdi, takım yapardı. Durumunuzun çok iyi olmasına gerek yok. Elde olanlar ile ortaya bir şeyler çıkartmayı bilmek gerekir. Annem gittiği her yerde hem nezaketiyle hem de hanımefendiliği ile fevkaladeydi.
Beyazid’de oturduğumuz dönemlerde evimizin yakınlarında olan Beyazid Camii’ne giderdik. Annem bizi orada büyütmüştür. Yemeklerimizi yedikten sonra tertemiz kıyafetlerimizi giydirir kardeşimle beni götürürdü. Bütün vaazları dinlerdik. Annem ilme meraklı birisiydi çünkü ailesi onu bu şekilde yetiştirmişti. “Çocuktur ne anlar.” demezdi. Camii’ de hiç konuşmaz, soru soran olursa dahi başıyla yanıtlardı. Sohbet sonrası hoca efendi çıkarken annem beni gönderir ellerinden öptürürdü. Pek kıymetli hocaların dualarını alırdım. Annem de “Aldığınız dualar sizleri böyle yaptı.” derdi. Bizlere camide nasıl durmamız gerektiğini, hocalara nasıl saygı duymamız gerektiğini öğretti, bize camileri sevdirdi.
Çocukluğumdan beri öğretmen olmayı çok isterdim. İlkokul öğretmenliği ve sonrasında diyanette yaptığım öğretmenlikler oldu. Talebelerim ile bağım çok kuvvetliydi. Hatta ilk talebelerimden ayrılırken duyduğum üzüntüyü Ruhumdaki Acı şiirim ile kaleme almıştım. Onlar için otobüsler tutar camileri, türbeleri gezdiririm. İnsan gezerek pek çok şey öğreniyor. Ben de talebelerimin kıymetli insanları tanımalarını, bıraktıkları Camileri bilmelerini, sevmelerini isterdim.
Annemin vesilesi ile Minarem ve Bayrağım şiirini de yazmıştım. Dinlediği bir vaazda “Minare nerede yükselirse ezanlar orada yükselir, ezanlar nerede susarsa bayrak orada iner.” şeklinde bir cümle duyuyor. Ben de bunu şiire dökmüştüm. Allah Teâlâ rahmeti ile muamele etsin. Anneciğim bizim için hep güzel bir örnek oldu.
“Doktor ablam” olarak bahsettiğiniz Hümeyra Ökten Hanım ile tanışıklığınız nasıl oluştu ve unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Kastamonu’dan gelen bir hocam vardı. Onun ilk hafızlarından biri olmuştum. Toplantılarına onu ben götürürdüm. Sesimi beğendiği için gittiğimiz yerlerde bana Mevlid-i Şerifler, dualar okuturdu. Her gittiğim yerde bana “Doktor Hümeyra Hanım’a ne kadar benziyor.” diyorlardı. Benim de bu isme karşı merakım artıyordu.
Hocam bir gün ilacı için bana Hümeyra ablamı arattırdı. Merak ettiğim doktor abla ile konuşacağım için çok heyecanlıydım. Telefonda benimle çok samimi konuştu, ilacı da yazdırdı sonra kapattık. Daha sonra ben hocamdan kliniğinin adresini öğrendim ve ziyaretine gittim. Gider gitmez beni yanına oturttu, konuştuk. Muhabbetimiz öylece başlamıştı. Her İstanbul’a gelişimde onu ziyaret ederdim, onun yanından hiç gitmek istemezdim. Annemin evine her gelişimde Hümeyra ablamı da ziyarete gelirdim. Çocuklarımı da yanımda getirirdim. Hümeyra ablayı onlarda çok severdi. Kendi kendime hep “İyi ki rastlamışım ona.” derdim.
Kliniğine gelen bir hanım daha vardı. O da onunla konuşmak için geliyordu. Hiç unutmam bir keresinde uzaktan geldiğimi söylediğimde bana “Uzaktan geliyorum diyorsun ama her geldiğimde buradasın.” demişti. Hümeyra ablayı birbirimizden kıskanırdık. Sonra çok güzel arkadaşlık kurduk elhamdülillah. İstanbul’a taşındıktan sonra Hümeyra abla ile beraber hatimlere, pazar gezmelerine giderdik. Ona pek çok şiirler yazmışımdır. Medine’den Ayrılırken şiirimi de ona ithaf etmek üzere yazmıştım. Bana o zamanlar henüz nasip olmamıştı Medine’ye gitmek. Kendisi çok seviyordu geldiğinde de bize hep oraları anlatıyordu. Görmeden sevdiğim Medine’yi hep ondan dinliyordum. Empati kurdum, Medine’den sanki ben ayrılıyormuşum gibi düşünerek hissettiklerimi yazdım. Ve kendisine ithaf ettim. Allah Teâlâ rahmeti ile muamele etsin.
“Görmeden gönlümde esti Ravza’nın gül rüzgârı,
Mahvolup yansam değil gam; görmeden tek ölmesem!”
Şadırvan Mecmuası’nın oluşum hikâyesinden ve isminin neden “Şadırvan” oluşundan bizlere kısaca bahseder misiniz?
Erenköy’de arkadaşlarla beraber hanım cemaate sohbetler verir, toplantılar yapardık. Genç kızlar için spor aktiviteleri düzenlerdik. Küçük çocuklara mehter dersleri verirdik. Derneğimizin bahçesinde yemekler düzenlerdik. Hem gençler hem çocuklar hem de anneler ile programlar yapardık, böylece yayılmaya başladık.
Derneğimiz resmileştikten sonra arkadaşlarla beraber mecmua çıkarmaya karar verdik. Sadece yazmak ile sorumluluk bitmiyor tabi bu tarz farklı eğitimlerde vermek gerekiyor. Mecmuamıza abone olunurdu, gelirleri ile de yardımlar yapardık. Mecmuada üç isimle yazılar yayınlardım. Hiçbirimiz yazdıklarımızdan para almazdık, amacımız Müslümanlığı yaymaktı.
Mecmua’ya isim olarak Şadırvan’ı düşündüm. O dönemler gazete olarak Sebil bulunuyordu. Onun yanına “Şadırvan” ismini yakıştırdım. Çünkü su, ilmi en güzel temsil eden şeydir. İnsanın aklına yıkanmayı, temizlenmeyi getirir. Bir de yıllar önce gördüğüm bir rüya aklıma gelmişti. Rüyamda Beyazid Camii’nin orada bulunan şadırvanının yanındaydım. Sahafların da bulunduğu yerdeydi. Benim de elimde bir kurşun kalem bulunuyor. Hiçbir musluktan su akmıyor, şadırvana gidiyorum elimdeki kalemi muslukların içine soktukça su akmaya başlıyordu. Sırayla bütün muslukları gezerek kalem ile açtım ve hepsinden su akmaya başladı. Bu rüyam da aklıma gelince Şadırvan ismi olsun dedim. Bu kelime söylerken bile insana içi yıkanmış gibi hissettiriyor.
“Bakışım nakşınızda asırlar aşar gibi,
Süleymanlar… Sinanlar… Benimle yaşar gibi,
‘Hayye ale-l felâh’a o şevkle koşar gibi,
Yüreğimi derinden dağlayan şadırvanlar.”
Musikî ile aranızın kuvvetli olduğunu biliyoruz. Mevlid-i Şerifler ile bağınız nasıl oluştu?
Gençliğimin büyük bir kısmı Mevlid-i Şerifler dinleyerek ve okuyarak geçmişti. 13 yaşlarımda Osmanlıcasından Mevlid-i Şerif okuyordum. Okumasını ise annemden öğrenmiştim.
Esad Gerede’den Mevlid-i Şerifler dinlerdim. O dönemler Beyazid Camii’de çok güzel Mevlid-i Şerifler okunurdu. Radyolarda dahi Mevlid-i Şerifler verilmeye başlanmıştı. Bizim evimizde radyomuz yoktu ben de halamların evine gidip dinlerdim. Halamların komşusu benim Mevlid-i Şerif okuduğumu duymuş, gelsin burada da okusun demişler. Ben de gittim, Osmanlıcasından okudum. Bana o günden sonra “Fındık Hoca” ismini koydular. Sonrasında sora sora öğrendim, her fırsatı değerlendirdim.
Elhamdülillah İslâm’ın güzelliğini gönlümüze güzel nakşetmişler. Hem okumanın hem de tahsil yapmanın İslâm’a uygun olarak mümkün olabileceğini savunanlardan oldum.
Bir anne ve öğretmen olarak gençlere dinleyecek ve okuyacak neler tavsiye edersiniz?
Diyanet TV’nin güzel programları oluyor. Oralara bağlı hanımların da eğitimler alabildikleri Kur’an Kursları var. Ayrıca camilerimizde de çok güzel sohbetler veriliyor. Buralarda bulunabilirsiniz.
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış.” Hadisi Şerifini hayatımıza uygulamamız gerekiyor. Çünkü bizim dinimiz dünyayı bırakma dini değildir. Okumak bize hem dünyada lazım hem de ahiretimizi kazanmamız için lazım. Kur’an-ı Kerim’den nazil olan ilk ayet “Oku” diyerek başlıyor. Allah Teâlâ, Resulullah’a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) böyle bir davet veriyor. Biz de Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolundan ayrılmamalıyız. Hadis-i Şerifleri bilmeliyiz. Öğretmenlik zamanlarımda öğrencilerime aşina olmaları için Hadis-i Şerifler yazdırırdım. Çünkü Hadis-i Şerifler bizim Arapçamızı ve konuşmamızı güzelleştirir.
Mesnevi-i Şerif okuyabilirler. Kur’an-ı Kerim’e aşina olmayanlara dahi pek çok şey anlatır. Mesnevi Şerif’in kaynağı da Kur’an-ı Kerim ve Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sevgisidir.
İslâm’ın güzelliğini insanların anlayacağı kıvamda vermek gerekir. Dünya tartılsa ahiretin yanında toz zerresi kadar yer kaplar. Biz burayı ahiret hayatına hazırlık olarak görmeli, aklımızı bu şekilde kullanmalıyız. Söylenilen her söz kendine bir nur olmalı, başkalarına da bir hayır getirmelidir.
En çok hangi mevsim sizin ruhunuza hitap ediyor?
Bahar mevsimi.
Ziyaret etmeyi en çok sevdiğiniz cami?
Hepsini çok severim. Başta Mescid’i Haram ve Mescid’i Nebevî olmak üzere İstanbul’da en çok Fatih Camii’ni seviyorum.
Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan bir koku?
Bütün güzel kokuları severim. En çok gül ve yasemin kokusu.
Okumaktan keyif aldığınız şair ve şiiri?
Mehmet Akif Ersoy hayranıyımdır. Necip Fazıl Kısakürek, onun ekolünde olan pek çok şair ve Faruk Nafiz Çamlıbel’de çok sevdiğim şairlerdendir. Han Duvarları şiiri de sevdiğim şiirlerdendir.
Kendinize sürekli hatırlattığınız bir ayet?
“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” (Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz.)[1]
İkra Harmancı, Ümmü Gülsüm Yeşil
[1] Bakara Suresi, 156