Her şeyin bir iğneyle başlaması tevafuk mu yoksa tetabuk muydu bilemiyorum. Tıpkı Muhyiddin Şekur’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabındaki gibi bir iğneyle başlamıştı.  Bir öğrencimin iğne yutmasıyla olaylar zincir hâlinde peş peşe geliyor, hızla yağan yağmur gibi sağanak sağanak boşalıyordu. Akabinde apandisitten ameliyat olan öğrencim, hastane koridorlarındaki koşuşturmaca, müdür beyin çocuğun anne babasını İstanbul’dan getirtme çabaları gerçekten takdire şayandı. “Olsun” sonunda aileyi getirtebilmiştik ve öğrenciye bir şey olmamıştı ya önemli olan da buydu. Bu arada idare olarak bir haftalık teftişten geçtiğimizi söylemeye bile gerek duymuyorum. Nihayet hafta sonu olmuş, azıcık nefes alabilecektim. Hele bir de o hafta sonu İstanbul’a oğlumu ziyarete gidişimiz çok iyi gelmişti. Ailece Topkapı Saray’ını gezmek -üçüncü defasında bile- sanki ilk defa geziyormuşum gibi güzeldi. Hava soğuktu. Namaz kılmak için sarayın içindeki camiye girdiğimizde Taylandlı turistlerin o soğuğa rağmen abdest alıp namaz kıldıklarını görünce duygulanmış, dünyanın bir ucundan gelip ecdadımızın eserlerini ziyaret eden kişilere gıpta ile bakmıştım.

Yine Pazartesi ve yine okul yollarında dilimde zikir gönlümde dua pansiyonda kalan öğrencilerime bir şey olmasın diye… Ancak daha okula gelmeden telefonum çalmasın mı? “Hayırdır inşallah” deyip telefona sarıldım, olacağa bak ki o gece pansiyonda nöbet tutan öğretmenlerden biri kızlardan birisinin eline çay döküldüğünü söylüyor. Anladım ki iğneyle başlayan imtihan devam ediyor. “Güç ver Rabbim bana” diyerek dua ediyor, bir yandan da “İnşallah bir şey olmaz” diye düşünüyorum.

Sağ salim müfettişleri uğurladık. “Sanırım biraz dinleneceğiz” derken saat 15.30 sıraları dokuzuncu sınıflardan iki öğrencinin bana haber vermeden kaçtıklarını öğreniyorum. Ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette pansiyon bahçesinde öğrencilerimi ararken arkadaşımın, “Ayşe Hocam, sabahtan beri arabamı çalışır vaziyette bırakmışım” dediğini duymuyorum bile… Bu sonuncusu çok ağır gelmişti. Ya da ben artık tükenmiştim. Kızlar bir saat sonra geldiklerinde dokunsanız ağlayacak durumdaydım. Başladığımdan beri ilk defa müdür yardımcılığından istifa etme boyutuna gelmiştim. Çünkü gündüz başlayan olaylar gece de devam etmiş, ailesine sinirlenen bir öğrenci pansiyonun camını kırmıştı. “Öğrenciye bir şey oldu mu?” diye sorup herhangi bir sağlık probleminin olmadığını öğrenince dilimden gayri ihtiyari “Elhamdülillah” sözleri dökülmüştü.

Hafızlık dersimde Ankebut Suresi’ne gelmiştim. Surenin “İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” ayetiyle başlaması ve dahi her şeyin bu şekilde üst üste gelmesi bir tesadüf olamazdı. Ankebut, “örümcek” demekti. Peş peşe gelen sıkıntılar bir örümcek ağı gibi etrafımı çepeçevre sarıyordu. İçimden “Bu sureyi bir an önce bitirmeliyim” diye düşünürken nefsime seslenip “Behey şaşkın sen sureyi bitirince imtihanın son bulacağını mı sanıyorsun?” dedim.

Sahi neydi öğretmenlik?.. Günlük plan hazırlamak mı? Kâğıt evrakların içinde boğulmak mı? Sınıfa girip takır takır ders anlatmak mı? Öğrencilerimi bilgiyle donatmak mı? Yoksa bir yüreğe dokunmak mı? Bir insanın hayatına anlam katmak mı? Sevmek hep kahra talip olmak mı?

Madem Muhyiddin Şekur ile başladık yine onunla bitirelim: “İmtihan olmazsa olmaz, peygamberler için bile öyleydi.”

Ayşe Açıkel