Geçtiğimiz aylarda İşaret Yayınları güzel bir eseri okuyucularıyla buluşturdu. Nevzat Yalçıntaş’ın hatıralarının derlendiği Türkiye’yi Yükselten Yıllar/ Hatıralar kitabı, hâtırat türünün güzel ve değerli bir kaynağı olarak kitapçılardaki yerini aldı.
Kitabın editörlüğünü yapan İsmet Uçma’nın kitaba yazdığı önsöze baktığımızda, yayınevi olarak hatırata verdikleri önemi görüyoruz. Daha önce birçok hatırat yayınlayan İşaret Yayınları, Sabahattin Zaim’in hatıralarını da okuyucuyla buluşturmuştu (Bir Ömrün Hikâyesi - Sabahattin Zaim). Son olarak Nevzat Yalçıntaş’ın anılarını da okuyucuyla buluşturan yayınevinden İsmet Uçma, hâtırata, toplumların kolektif (ortak) hafızalarına veri sağlayarak dünün kültürünü bugüne, bugünün kültürünü yarına taşımayı mümkün kılan önemli bilgi kaynakları olarak bakıyor. Bu doğrultuda yayınevinin önemli kişilerin hatıralarını yayınlamak için sarfettiği çaba takdire şayan…
Hâtırat konusunda tembeliz!
Nevzat Yalçıntaş’ın hatıratı gerçekten büyük bir özenle hazırlanmış ve yakın tarihi seyredebilme açısından önemli bir eser. O dönemlerde yaşamamış birisi için o dönemi yaşayanların anlattıkları altın değerindedir. Zira Yalçıntaş hatıralarını kamera eşliğinde anlatmış. Kitap, Yalçıntaş’a ait fotoğraf albümüyle beraber yaklaşık 1000 sayfa. Her olay, Yalçıntaş tarafından herhangi bir kısıtlama olmaksızın ayrıntısıyla anlatılmış.
Eser için sadece yayınevi değil, bir ajans ve bir vakıf da emek harcamış. Kameraya alınan kaydın çözümlenmesi aşamasını düşündüğümüzde bile ne denli emek harcandığını anlayabiliriz. Bu emeğin neden verildiğini ise sayfaları çevirdikçe rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yalçıntaş, hatıralarını anlatmaya başlamadan evvel artık münevverlerimizden geriye birkaç aile şeceresi dışında bir şeyler de kalması gerektiğini söylüyor. Kaldı ki kendisi de ifade ediyor hatırat kaleme almada yaşanan tembelliği.
Biz kitabın her bölümünü anlatmayacağız. Hani o kadar fazla anı ve anılardan çıkartılan ders var ki, “kitabı okumadan olmaz” demek durumundayız. Yalçıntaş’ın gezdiği ülkeler, tanıştığı insanlar, başına gelenler, bunlar ışığında kendisinden yaşça küçük olan insanlara tavsiyeleri… Ailesinden anlatmaya başlayarak hatıralarına giriş yapan Yalçıntaş’ın bu eseri gerçekten değerli ve ayrıca kitap sürükleyici bir üslupla hazırlanmış.
Hâlâ kutlanıyorsa, o bayram bayramdır!
Nevzat Yalçıntaş, eserinin bir yerinde bayramlardan bahsediyor. Eski bayramlar ile yeni bayramları karşılaştırmak yerine tahlil eden Yalçıntaş, eskideki mananın korunarak yeniye ayak uydurulabileceğini belirtiyor. Meselâ artık Kurban bayramlarında yeni ve özel kurban kesme mekânlarının oluşturulması gerektiğini, yeni tekniklerle hayvanların daha az acı çekerek kurban edilebileceğini söylüyor. Yine, eskiden bayramlarda parklara gidildiğini söyleyip şimdi insanların tatile çıktığını belirten ve bundan yakınan insanlara da kızıyor ve hâlâ bayramların kutlanılmasının ve bunların mutluluk vesilesi olarak telakki edilmesinin, medeniyet kodlarımızın kaybolmasıyla değil de bu kodların yeni görünümlerde yeni bazı oluşumları ortaya çıkarmasıyla alâkalı olduğunu hatırlatıyor.
İlkokulu Ankara’nın önemli okullarından olan Necati Bey İlkokulu’nda okuyor Yalçıntaş. Anlattığına göre başlarını kapatmayı tercih eden kadın hocalar okula bu şekilde gelirler ve kapıda başlarını açarlarmış. Derslerini bu şekilde verdikten sonra yine başörtüleriyle okuldan ayrılırlarmış. Yalçıntaş bunu anlattıktan sonra Ankara’da kadın öğretmenlerin o yıllarda dışarıya örtünerek çıkıyor olmalarının bugün bile haber olabilecek bir mahiyet taşıdığını söylüyor. Hemen bunları anlattıktan sonra o yıllarda hocalara gösterilen saygıyı anlatıyor
Esnaf, hocaya saygılıymış tâ o zamanlar
Ankara esnafı, dükkanlarının önünden, erkek ya da kadın hangi hoca geçerse geçsin, kalabalık olsun ya da olmasın, mutlaka ayağa kalkarmış. O zamanlar 150.000 (yüz elli bin) civarında nüfusu olan Ankara’da öğleye kadar hararetli alışverişler yapılır, öğleden sonra Anadolu’daki çokça kullanılan hasır taburelere oturulup sohbetler edilirmiş. İlkokul hocalarından herhangi biri geçtiği zaman derhal ayağa kalkılır, hürmette asla kusur edilmezmiş.
Yine Yalçıntaş’ın okul günlerine dair anlattığı bir hatırası da önemli. Belli başlı/ merkezî okullarda kurslar açılırmış. O dönem Yalçıntaş’ın devam ettiği okulda ‘model uçak’ kursu açılmış. Türk Hava Kurumu’ndan gelen ve o günün uçak modellerini bilen bir usta rehberliğinde Yalçıntaş ve kursa devam eden diğer öğrenciler, atölyede uçak modelleri yapmaya çalışırlarmış. Rendeler, testereler ve diğer aletlerle ahşap malzemelerin kesilip biçildiği bu kurs oldukça ciddi; zira yapılanlar normal uçakların aynısının sadece minyatür hâli. Dolayısıyla akıllara oyuncaktan ziyade aerodinamik hesaplamalarla ciddi emekler verilerek hazırlanan bu minyatürlerin gelmesi gerekiyor.
Ev sohbetleri ve çocuk oyunları o kadar önemli ki!
Yalçıntaş ilerleyen sayfalarda çocuk oyunlarının ve ev sohbetlerinin kendisi için ifade ettiği anlamı anıları eşliğinde anlatıyor. Çocuk oyunlarının kendi çocukluğunda fazlasıyla yaygın olduğunu, bunun sosyalliğe katkı ve erdemli davranışları öğrenme açısından etkili olduğunu belirtiyor. Bilgisayar oyunlarının tek başına oynanabiliyor olmasının herkesin şikâyet ettiği ‘sosyalleşme’ sorununa yol açtığını ifade ettikten sonra, bayramları tahlil ederkenki yaklaşımını sergiliyor ve “zamanın getirdiği yeni alışkanlık ve imkânlara körü körüne karşı çıkmanın yararlı sonuç vereceğine inananlardan değilim” diyor. Bilgisayar oyunlarına karşı çocukların yaz kursları, geziler ve eğitici-öğretici programlar vesilesiyle yeni arkadaşlara sahip olmasına imkân hazırlanabileceği tavsiyesini veriyor.
Yalçıntaş, ev sohbetlerini, o zamanların Ankara’sında ilk ve ortaokul öğrencilerinin sosyalleşme aracı olarak ifade ediyor. Durum şu an için de çok farklı değil aslında. Düzenli bir şekilde, herkesin söz aldığı ve bir şeyler söyleme çabasında olduğu ev sohbetleri her zaman herkes için faydalı olmuştur. Yalçıntaş’ın döneminde gençler akşamları değişimli olarak birbirlerinin evlerinde toplanır ve kendi aralarında ‘yâren’ (dost) sohbetleri yaparlarmış. Annelerin özenle misafir ettiği gençler bu vesileyle toplanırlarmış, hem de annelerin ellerinden tel helva (günümüz pişmaniyesine benzediğini söylüyor Yalçıntaş) yerlermiş. Bu buluşmalar çok güzel anlamlara sahip gerçekten, şu an düşündüğümüzde bile. Sonuçta insanlar birbirlerine değer veriyor, evlerine misafir kabul ediyorlar, çaylar içiliyor, pastalar- helvalar yeniyor ve bolca sohbet ediliyor. “40 yıl önce olan bir şey bugün olmaz, o zamanın atmosferi farklı imiş” diye bir şey yok, öyle değil mi? İsteyen, biraz imkânı olan herkes yapabilir bunu bizce.
Nevzat Yalçıntaş, bugünkü gençliğin kendi zamanındaki, yani 50’li- 60’lı yılların gençliğinden farklı ve kendi dönemindeki gençlere göre günümüzdekilerin daha ‘gevşek’ olduğunu belirtiyor. Şu an hakkında gösteri yapılmayan bir konunun bulunmadığını, fakat bunun gençlerin hepsini değil de bir kısmını kapsamasının yetersiz olduğunu belirten Yalçıntaş, YÖK’ün sık sık protesto edildiğini ve sırf örtündüğü için okula alınmayan öğrencilere yapılan haksızlıkların dile getirildiğini ve bunların güzel olduğunu söylüyor. Fakat bunların gençliğin tümünü ilgilendirmesi gerektiğini söylüyor.
Bugün, gençlerin kitap okuma konusunda bir performans düşüklüğüne sahip olduğunu söylüyor hatıralarında eskilerden bahsederken. Kendi kuşağının okuma konusunda elindeki imkânların daha az olduğunu, ve fakat okuma konusunda ellerinden geleni yaptıklarını hatırlatıyor genç okurlarına.
‘Ezanı Türkçe okudum!’
Ezanın Türkçe okunduğu dönemleri yaşayan birisi olarak Yalçıntaş, o döneme dair anılarını ve derin tahlillerini de anlatıyor. Müezzinler Türkçe ezan okumak istemediklerinden bu işi gençlere yıkarlarmış ve Nevzat Yalçıntaş da birkaç kere Türkçe ezan okuyan kişi olmuş. Şöyle ifade ediyor o anları: “Kendim de okuduğum için, Türkçe metin bugün de hafızamdadır. ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur’ diye başlıyordu. Sonra iki kez ‘Şüphesiz bilirim, bildiririm, Tanrı’dan başka yoktur tapacak…’ deniyordu. Bunu da iki kez tekrarlanan ‘Şüphesiz bilirim, bildiririm, Tanrının elçisidir Muhammed’ cümlesi takip ediyordu. Sonra da ‘Haydi namaza, haydi namaza’, ‘Haydi felaha, haydi felaha’ diye devam ediyordu.”
Müezzinler zaman zaman ezanı Türkçe okuduktan sonra tam namaz başlayacağı sırada “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye kamet getirirlermiş. Tabii devletin istediği Türkçe kamet… ‘Türkçe kamet’ten de bir örnek cümle söylüyor Yalçıntaş: “Namaz başladı, namaz başladı”. Kameti bu şekilde getirmeyip de Arapça getiren bir müezzin olursa, namaz sonrası iki kişinin kolları arasında götürülürmüş.
Nevzat Yalçıntaş, yüksek lisans, doktora ve diğer birtakım işleri için zaman zaman yurt dışına gitmiş. Burada da çok kıymetli anıları var. Bunları anlatıp geçmiyor, devamında çıkardığı dersleri ve gençlere söylemesi gereken önerileri de aktarıyor. Fransa’da geçirdiği birkaç yıllık eğitim hayatını anlattıktan sonra, yurt dışına giden gençlere çeşitli tavsiyelerde bulunuyor. Başarılı olmak için niyetlenilen işe tam olarak konsantre olunması gerektiğinin, bunun için de azim ve irade sahibi olunmasının öneminin altını çiziyor.
Yalçıntaş’ın Muhammed Ali Clay ile tanışması
İngiltere’de bulunduğu sırada, bir gün o sıralarda Müslümanların faaliyetler yaptığı ve bir de camisi olan Londra Kültür Merkezi’nden bir telefon geliyor Yalçıntaş’a. Amerikalı boksör Cassius Clay’in geldiğini haber veriyor telefondaki kişi. Yalçıntaş boksörlükle gençliğinde bayağı uğraşmış birisi. Neden bıraktığını da kitabında ayrıntılarıyla anlatıyor. Her neyse, çok dağıtmayalım konuyu; sonuçta Yalçıntaş Clay ile telefonda görüşüyor ve bir otel lobisinde tanışıyorlar ertesi gün. Clay, İngiltere’ye bir unvan maçı için gelmiş. Dünya şampiyonluğunu hedefleyen Cassius’un boks kurallarına göre önce kıta şampiyonlarıyla karşılaşması gerekiyormuş.
Sonuçta Yalçıntaş ve Clay görüşüyorlar. Yalçıntaş uzaktan tanıyor tabi ki ünlü boksörü, daha önce birkaç kez seyrettiği için. Telefonda tarif ettiği eşkâli hasebiyle Clay de onu tanıyor ve selamlaşıyorlar. Selamlaşmanın ardından Clay birden kelime-i şehadet getirmeye başlıyor ve sarılıyorlar. Yalçıntaş’tan dinleyelim devamını: “Bir de baktım ki, gözlerinden pıtır pıtır yaşlar dökülüyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, o an hem duygulandım, hem şaşırdım. Teessürünün nedenini tahmin ettiysem de, yine de onu teessüre sevk edecek bir davranış hatası yapıp yapmadığımdan emin olmak istedim.” Yalçıntaş Clay’e soruyor niye ağladığını. “Bunlar mutluluk gözyaşları” cevabını veriyor eskinin Cassius’u, efsanevî boksör; ve ekliyor: “Şu yaşımdayım, bana sarılan ilk beyaz adam sizsiniz.”
Evet, bundan sonra beraber Muhammed Ali ve ekibinin odasına misafir oluyorlar. Namaz kılmayı bilmediklerini söyleyince, Yalçıntaş hemen öğretiyor. Muhammed Ali de bunu bir hediye olarak telakkî ediyor ve öğlen yemeğine davet ediyor Yalçıntaş’ı. Muhammed Ali, Yalçıntaş’a dünya şampiyonası maçına çıkana kadar Müslüman olduğunu açıklamayacağını, şampiyon olup basın açıklamasıyla açıklamak istediğini söylüyor. Doğrusu, bu hareketi anlaşılır. Kendisi de anlatıyor Nevzat Yalçıntaş’a, eğer Müslüman olduğunu söylerse onu maça bile çıkartmayacaklarını, işin içinde olan birisi olarak tahmin edebiliyor. Gayet anlaşılır bir neden bu. Ve ilave ediyor Clay: “Ne zaman ki bu maç bitecek ve galibiyetim tescillenecek, işte o zaman basın toplantısıyla hakiki ismimi söyleyeceğim.”
Esad Eseoğlu değerli bir eserden bahsetti