Sizi yazmaya teşvik eden neydi? Nasıl başladınız?

İnsanların örnek aldıkları kimseler olur hayatlarında. Özellikle ilk ve ortaokul yıllarındaki öğretmenlerin rolünün çok önemli olduğunu düşünüyorum. İyi bir öğretmeni güzel davranış ve duruşuyla takip etmek, onun gibi olmaya çabalamak yahut öğrencilere bir dersi sevdirmek türünden bu kastettiğim. Benim ilkokulda maalesef örnek alacağım bir öğretmenim olmadı.

Orta mektebe başladıktan sonra çok sevdiğim bir öğretmenim oldu. Gönül Mumcu İkiz. Gönül Hanım Türkçe öğretmenimizdi. İşini çok seven, sevdiren, hepimize güven veren, çok yönlü, başarılı biriydi o. Daima sevgi ve saygıyla anarım kendisini.

Zaman zaman getirdiği öykü ve deneme kitaplarını sesli olarak bize okurdu. Hiç bitmesin isterdim. Kitap okuma sevgisini ondan aldığımı düşünüyorum. Gönül Mumcu İkiz Hocam’a bu bakımdan çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Bunun haricinde geleneksel Türk sanatlarından bahseder sınıfa getirdiği malzemeleri tanıtırdı. Mesela kalem işini, ebru sanatını, hat sanatını, bunların hangi malzemelerle yapıldığını ilk defa ondan öğrendim. 1980 yılında orta birinci sınıfa başlamıştım. O yıllarda bu tür sanatlar şimdiki gibi yaygın değildi, pek bilinmezdi. Günümüzde ister geleneksel sanatlar olsun isterse modern sanat ürünleri olsun ilgilisine kapılar ardına kadar açık. Bilgisayarın adını duyuyor ama hiç bilmiyorduk. Gönül Hoca, üç saatlik Türkçe dersinin birini zamanı gelince size lazım olacak diye yazıya ayırır, bunun için yazı kalıpları getirir güzel yazılar yazdırmaya çalışırdı. Ufak tefek ve narin yapısıyla hocamız bana “Çalıkuşu” gibi görünürdü.

Onunla ilgili hiç unutmadığım bir anımızı aktarayım. Yazılı günüydü. Galiba birinci dönemin ilk yazılısı. İspirto kokulu teksir kağıtlarını dağıttı, sınıfa döndü ve dedi ki: “Çocuklar benim bir işim çıktı. Yanınızda olamayacağım. Öğretmenler odasındayım. Eminim siz ben yokken birbirinize bakmazsınız, birbirinizle yardımlaşmazsınız.” Böyle diyerek çıkıp gitti. Şaşırıp kaldık. Şimdi hatırlıyorum da hocaların çok sert olduğu, hatta birinin sıra üzerlerinde kopya çektirmemek için gezinirken gülünç durumlara düştüğü, tek bir dersten başarısız olunca bütün yılın yeniden tekrar edildiği zamanlarda hocanın bu tavrı müthiş güzel gelmişti. Gönül Hoca’nın eminim işi filan çıkmamıştı. Güven denilen şeyi öğretiyordu bize.

Hocanın teşvikleriyle ufak tefek şeyler karalamaya başladım. Bunları beğeniyordu. Cesarete bak ki bir gün bir roman yazmaya kalktım. Roman nasıl yazılır nereden bilirim. Fakat hiç durmadan okuyorum. Yazabilirim sanıyorum. Çocukluk işte. On sayfa kadar yazdım.

Romanımın kahramanı Milli Mücadele zamanında Ege köylerinden birinde yaşayan delikanlı, iyi yürekli bir efeydi. En azından yüz sayfa yazarsam hocaya verebilirim. Bir türlü olmuyordu. Yine de bir 30 sayfa kadar yazdım. Tabi hoca romanımı hiç görmedi.

Orta ikiye geçtiğimizde Türkçe öğretmenimiz Mustafa Ertürk’e bir roman yazdığımı ve okumak istediğimi söyledim. Hocam da kırmadı sağ olsun. Tahtanın önüne çıkıp sınıfa okudum. “Sende kumaş var dedi. Devam et.”

O yıllarda şu anki gibi Konya’da bir edebiyat ortamı ya da dergi yoktu. Bir tek “Oku” dergisi çıkar, abonelik usulüyle Türbeönü’ndeki dükkanımıza gelirdi. O günlerin tabiriyle dini-içtimai bir dergiydi. Alaaddin Caddesi’nin Hatuniye Sokağı’nda Güney Kitabevi vardı bir pasajın köşesinde. Vitrininde Toker Yayınları’nın “100 Büyük Edip ve Şair” serisinin bazı kitaplarını görmüştüm gelip geçerken. Harçlığımdan ayırdığım para ile o kitapçının rafından çoğunun adını ilk kez duyduğum yazar ve şair kitaplarından otuz kadarını aldım yıl boyunca. Bunlar biyo-bibliyografik eserlerdi. Hatta bir gün kitapçı bana “Sen her hafta geliyorsun, bunları ne yapıyorsun?” diye sordu. “Seviyorum edebiyatçıları ve onları okumayı” şeklinde yanıtladım. “Sana indirim yapayım madem” dedi. Çok hoştu bu ifade. Okumaya karşı çok yüksek bir sevgi kazanmıştım.

Lise son sınıfa kadar bizim dergilerden, edebiyat ortamlarından haberimiz olmadı. Çünkü böyle imkânlarımız yoktu ama ben yazmanın önemli bir şey olduğunu fark etmiştim. Lisede en sevdiğim ders Edebiyat ve Kompozisyon dersleriydi. Kompozisyon diye bir dersimiz vardı evet. Keşke müfredatta yeniden olsa bu ders. Sınav odaklı bir eğitim sistemi yürüyor yıllardır ve çok acı bir durum. Öyle olunca bizim üniversite öğrencilerinin çoğunun yazma becerilerinin olmadığını görüyorum. Beni bu yıllarda etkileyen başka bir kitap İsmet Özel’in “Erbain”i oldu. İlk baskısı çıkmıştı 1987’de. Hala özenle saklarım. Bana uygun türün şiir olduğuna karar verdim. Bu arada küçük bir kitaplığım bile olmuştu. Hayli yazdım ama benden başka kimsenin haberi olmadı. Malum bu iş genelde şiirle başlar sonra ne yazamadığınızı görürsünüz.

E madem şiir yazıyorum bir yerde görmem lazımdı. Bir cesaret geldi ve ilk şiirim 1988 yılında yerel bir gazetede çıktı. Çok mutlu olmuştum. Konusu “şehir” olan bir şiirdi. Uzun zaman şiir karaladım. Üniversite yılları devam ederken denemeler de yazdım. Fakat hâlâ bir edebiyat ortamı yoktu. Derken Çerağ, Eylül, Jurnal gibi edebiyat dergileri çıkmaya başladı Konya’da. Bu dergileri benim yaşıtım gençler çıkarıyorlardı. Tam ortamını bulmuştum, her sayıyı takip ediyordum ama yazdıklarımı göndermiyordum nedendir bilmem.

Üniversite bitti ve 94 yılında öğretmen olarak mesleğe başladım. Tayyip Atmaca’nın “Kırağı” dergisi vardı. Türkiye’nin çok hatırı sayılır bir edebiyat dergisiydi. Şiirimsi şiirlerin yerine ilk düzgün sayılabilecek çalışmalarım bu dergide çıktı. Bu arada Anadolu’nun farklı şehirlerinde çıkan dergilerle de irtibatım sürdü.

Konya’ya döndükten sonra Türkiye Yazarlar Birliği Konya şubesinin verimli ortamında hem üye hem takipçi olarak arkadaşlarla bir araya gelmeye başladık. TYB bizim için okul olmuştur. Takvimli programlara gelen yazar, şair ve akademisyenlerle tanıştık, onlardan istifade ettik.

Şehir, edebiyat ve Konya bağlamında neler söylersiniz?

Şehir önemli bir kavram. Medeniyet şehirle ortaya çıkar. Yazı onunla gelişir. Sanat onunla olgunlaşır. Konya kadim bir şehir. Her şeyden önce o bizi bağrında yaşatan yer. Neolitik Çağ’dan günümüze varlığını kesintisiz sürdürüyor. Öyle olunca da çok farklı kültürlerin, inançların ve dillerin geçmişten günümüze yaşadığı bir bölgede bulunuyoruz. Fakat Konya’ya asıl kimliğini kazandıran Türkiye Selçukluları olmuştur. Özellikle 1.Alâeddin Keykubat döneminden itibaren. Onüçüncü yüzyılın Anadolusu’na has bir Rönesans’tan söz edilecekse bunun merkezi Konya’dır.

Hepimizin doğup büyüdüğümüz yere borcu var. O zaman borcumuzu ödememiz lazım. Bu borcu nasıl ödeyecek insanlar? Herkes kendi mesleğine, müktesebatına ya da kazancına göre katkıda bulunarak elbette. Bu bir şehre aidiyetin de gereği. Hali vakti yerinde olan bir hastane, okul vs. yaptırır bu şekilde öder. İşçi olan işini iyi yaparak öder. Biz akademisyen insanlarız, yazar insanlarız o yüzden ilgi ve bilgimiz dahilinde ödeyebiliriz bunu. Şehirde yaşayan herkesin bakış açısının böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Burası bir ilçe de olsa bir köy de olsa fark etmez. Bu konuda da rahmetli Hasan Özönder Hoca bize iyi örnek oldu. Hoca tabir caizse tam bir Konyaperestti. Şehri gören gözlerle görmemizi isterdi. Bize sürekli Konya ve onun estetiğinden söz eder, bir fotoğraf makinesi temin edip Mevlana Külliyesi’nden başlamak üzere şehrin fotoğraflarını çekmemiz konusunda tavsiyelerde bulunurdu. Böylece yaşadığımız şehrin kadim kültür varlıklarını, önemli şahsiyetlerini, dününü ve bugününü görebilirdik. Özönder Hoca’nın sadece fotoğrafa değil güzel sanatlara ilgi duymamız konusundaki çabalarına keşke daha çok kulak verseymişiz derim hep. Tabi genç yaşlarda insanın bunların ne anlama geldiğini şimdiki yaşımızdaki gibi bilmesi çok zor oluyor.

Hocanın şehir, şehirlilik ve estetik konusundaki örnek tavrı beni ciddi etkiledi. Üniversitede ikinci sınıfın ara tatilinde bir kış günü böyle bir şey yapmaya karar verdim. Aşağı yukarı iki ay kadar şehrin değişik yerlerinde Selçuklu-Osmanlı eserlerinden başlamak üzere fotoğraflar çekmeye çalıştım. Şimdi kentsel dönüşümlerle çoğu yerinde olmayan sokakları, evleri, tarihi mekanları dolaştım. Fotoğraflar çektim. Kendime göre küçük bir arşiv oluşturmuş oldum. Hocanın ne demek istediğini fark ettim. Bir bağ oluştu. Bunu yapmasaydım Konya’nın son yüz yılda geçirdiği travmayı ve yıpratılmışlığı bilemezdim. Uzun lafın kısası, şehre karşı ilgi ve sevgi bende böyle başladı diyebilirim. Kalkıp kültür varlıklarımızı gezmeniz lazım, tarihi eserleri görmeniz lazım. Eli kalem tutanlarımızın şehrin hafızasına katkı koymaları lazım.

Yayımlanmış kitaplarınız var. Fakat ben “Vadi-i Meram” kitabının ortaya çıkış sürecini sormak istiyorum.

“Vadi-i Meram” yayımlanalı beş yıl oldu. Şimdi yeni bir kitabım daha bitmek üzere. Böylece Meram ile ilgili ikinci bir kitap daha ortaya çıkmış oluyor. Ben konuşmaktan çok yazmaya inanıyorum. İşlerin bir çıktısı olmalı. Elle tutulur sonuçların zaruretinden söz ediyorum. Bugün şehir hafızasına yapacağımız katkılar bizden sonrakilerin elinde hazır olmalı. Biraz evvel şehre borçtan vefadan söz ediyorduk ya. Kastettiğim işte bu. “Okur-yazarlar”ın şehirlerin tarihine, kültürüne, folklorüne, edebiyatına katkıda yapacak şeyler üretmesi yani. Dolayısıyla şehirle edebiyat ilişkisini bu bakış açısıyla da yorumlamak mümkün.

Benim yaşadığım çevreye karşı merakım ilkokul yıllarından beri başlıyor. Bu merakın bir sebebi olmayabilir ama doğuştan iyi bir gözlem yeteneğine sahip olduğumu söyleyebilirim. Şehir zaman içerisinde başkalaşıyor, değişiyor ve dönüşümlere uğruyor. Kendi kimliğini kaybediyor. “Her kentsel dönüşüm kötüdür demiyorum ama şehrin hafızasının ve hatıralarının yok edilmesine yönelik her girişim kötüdür” diyorum. Ben aslında kaybetmeye hazır olduğumuz ya da bir süre sonra hiç ortada olmayacağını düşündüğümüz şeyleri yazarak yerine koyma savaşı veriyorum. Kalkıp da yıkılmış bir binayı yerine koyacak değilim ama yıkılmaya yüz tutmuş bir binanın ya da bir çevrenin içindeki hatıraları yazabilirim.

Vadi-i Meram, benim aslında çocukluktan günümüze kadar olan hatırlayabildiğim tarihi, kültürel, folklorik veya halk kültürüne ilişkin yazıları ihtiva ediyor. Bu kaybolmasın diye internette açtığım bloglar ile yazdığım yazılar bir araya geldi. Sözlü tarihe başvurdum. Bir gün yaşlı insanlar aramızda olmayabilirler veya biz olmayabiliriz veya tarihi bir malzeme yerinde olmayabilir, her şey dönüşüme uğrayabilir. “Bunları kaydedersek bir işe yarar değilse treni kaçırmış oluruz” diye düşünüyorum. Böyle bir düşünceden hareketle bu bölgenin tarihi geçmişini öğrenmeye çalıştım. Mesela 800 yıldır burada olduğumuzu gördüm. 800 yıldır birbirleri ile akraba ailelerle bir arada yaşıyoruz. Coğrafya kaderdir deniliyor ya bu bölgenin bir vadinin içerisinde yer alması âdeta insanları birbirine sanki mecbur etmiş gibi ve korkak bir sosyoloji oluşturmuş. Bu da dışarıya açılmaya engel oluşturmuş. Sülaleler bozulur diye düşünülmüş. Bu coğrafyanın zaman içerisinde kendine özgü kapalı bir psikolojisi olmuş. Aile bağları, akrabalıklar bozulmamıştır bugün bile. Burada açılan ve benim de mezun olduğum okulun şu an 111 yaşında olduğunu öğrendim. Bu okul Osmanlı Mektebi olarak 1913 yılında açılmış. Bunun izini sürdüm. Arşivlere, salnamelere, kayıtlara baktım ve onları inceledim. Bu tarz bilgilere ulaşmak beni çok mutlu etti. Bunun dışında 1850’li yıllardaki temedduat defterlerinde bu bölgenin Konya’nın en kalabalık ve o yıllarda Konya’nın en fazla vergi veren mahallesi olduğunu öğrendim. Yani bütün bu öğrendiklerim bende “iyi ki yapmışım” dediğim bir duygu doğurdu. Hakikaten birisinin yapması lazımdı ve ben de buna gönüllü oldum. Severek ve isteyerek yaptım. Bundan başka bölgeyle ile ilgili öyküler, hikâyeler dinledim. Özellikle rahmetli annem bana bu konuda çok yardımcı oldu. Ayrıca evlere gittim mesela eski değirmen ustalarını buldum. Şu an bu kitabın bir ehemmiyeti olmayabilir ama yüz yıl sonra insanların çok önemli başvuru kaynağı olacağından eminim. 800 yıllık bir birikimden ne elde edebildiysem onları yazmaya çalıştım. Aslında ileride birilerini girme ihtimali olan zahmetten kurtarmış oldum. Böylece bu kitap ortaya çıktı.

Dergiler fark edilmese de şehre önemli katkılar sağlarlar. Mahalle Mektebi dergisi üzerinden bu konuda neler söylersiniz?

Yazarlar Birliği’nde bir program sonrasında temeli atıldı dergimizin. Sevgili Ulvi Hocanın, kıymetli yazar ve okurlarımızın ilgisiyle devam ediyor. Dergiler okul gibidirler. Hem ülkenin hem de çıktığı şehrin kültürel hafızasını oluştururlar. Edebiyata, sanata, yazmaya ilgi duyan insanları bir araya getirirler. Hele dergi bürolarının bir fakültenin bölümü gibi düşünülmesinde mahsur görmüyorum. Benzer duygu ve düşüncelerle bir araya gelmiş bir topluluk düşünün. Siz sanat ve estetiğe ilgi duyan, ücretsiz, beklentisiz bir kitleyi yan yana getiriyorsunuz. Üretimlerini göstermek isteyenlere destek oluyorsunuz. Öğreniyor ve öğretiyorsunuz. Mektep gerçekten de mektep oldu. Edebiyata ve sanata ilgi duyan gençleri ve yaşıtlarımızı bir araya getirdiğimizi başardığımızı düşünüyorum. Geçen on yıllık süre içerisinde biz de hiç tanımadığımız insanlarla tanıştık. Belki de hiç tanıma imkânı bulamayacağımız üniversite öğrencileri ve gençlerle bir araya geldik. Biz onları bulduk, onlar bizi buldular. Dolayısıyla bu, şehirde bir yazmaya dair ciddi potansiyeli ortaya çıkardı.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Kendi kimliğimi Konya’da bulduğumu söyleyebilirim. Konya benim için çok önemli bir şehir ve çok seviyorum. Bazen yazarak bazen iyi bir okuyucu olmaya çalışarak aşağı yukarı otuz yıldan beri yazma serüveninin içindeyim. Bu süreçte kitaplar çıktı. Bir kısmı akademik yayınlar, bir kısmı farklı türlerde. Yaşadıkça da elimden geldiğince yazmak istiyorum.

Söyleşi: Sabire Karaağaç