"Mûsıkî hikmete dâir fendir / bilene bilmeyene rûşendir / nice esrârı var idrâk idecek / yer gelür sîneleri çâk idecek" der Marifetnâme'sinde Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri. 18. yüzyılda yaşamış bu büyük Türk mutasavvıfı ve şairi gibi nice büyük zat, mûsıkî ilmine dair çokça kelam etmiş, çeşitli tanımlamalar yapmış ve fem-i muhsin yoluyla (meşk) intikal etmesine katkıda bulunmuştur. Bizim müziğimizin iki büyük intikal sistemi vardır ki biri hafıza, diğeri de meşk usulüdür. Bilhassa meşk usulündeki çözülmeyle birlikte müziğimiz büyük zarar görmeye başlamış, öyle ki bu zarar dilimize ve hatta dinimize dahi dokunmuştur.
Mehterhâne-i Hâkanî'nin yerine kurulan Muzıka-yı Hümâyûn'la birlikte Dede ve Hacı Ârif gibi zamanın çığır açan 'efendi' ve 'bey' mûsıkîşinaslarının yerine Donizetti ve Guatelli gibi ithal 'paşa' tercihi, ne acı ki müziğimizdeki çözülmeyi hızlandırmıştır. 1925'te müziğimizin asırlarca güzel sanatlar akademileri olan tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması ise kelimenin tam anlamıyla 'veda busesi' oluvermiştir. Kimisi gizli saklı, kimisi açıktan bazı müzik faaliyetleri devam etse de Türk musikisinin Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi, Zekai Dede, Hacı Arif Bey, Hafız Burhan, Şevki Bey, Tanburi Cemil Bey, Refik Fersan, Lem'i Atlı, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Şerif İçli, Sadettin Kaynak gibi son büyüklerinin gayretleriyle ortaya çıkan 'çiçeklenme' dönemi de artık çok geride kaldı.
Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Günümüzde mûsıkî faaliyetleriyle beraber müziğimiz üzerine yeniden tanışma faaliyetleri gerçekleştirilirse daha faydalı olacaktır. Çünkü bilhassa yeni nesil müziğimizi tanımamakta, yetişen nesil ise müziği 'piyasada yer etme' aracı olarak kullanmakta, öyle ki yetişkin ve hatta usta olarak takdim edilen isimlerin dahi bu kutsal sanatı bir popülarite vesilesi yaptıkları görülmektedir. Mana kaybolmakta, mûsıkî muhabbeti yerini gazino geyiklerine bırakmaktadır. Hatta çoktan yitip gitmiş mûsıkî ve mûsıkîşinas ilişkisi de biz yalnız 'dinleyici' olanları umutsuzluğa sürüklemektedir. Geldiğimiz yöreyi görmek bakımından; Türk mûsikîsine dair yazdığı yazıları dikkatle takip edilmesi gereken nadir isimlerden biri olan Yalçın Çetinkaya, ney “üfleyen” kimsenin âlametleri üzerine yazdığı yazısını şöyle bitirmiştir: "Bu kimseyi yıllardır aramaktayım. Bulursam her şeyi bırakıp kapısında paspas olmaya hazırım. Bu kimsenin izine rastlayan varsa, Allah rızâsı için haber versin."
Yolun sonundayız, tekrar başa dönerek çok şey kazanabiliriz. Bunu yaparken de 'playback' tekniğini kullanmak yerine samimi, ciddi ve paylaşımcı olmalıyız. Müziğimiz ve onun kaynakları arasında yeniden dolaşmak, bizleri birbirimizi daha iyi anlamaya ve dolayısıyla bir olmaya götürecektir. Müziğimiz hakkında hem kendi neslimde hem de benden genç olan arkadaşlarda yeni meraklar ve heyecanlar uyandırması düşüncesiyle, uzun yıllardır yaptığım müzik okumaları ve araştırmalarından sonra altını çizdiğim, sık sık tekrar okuduğum bazı cümleleri paylaşmak istedim. Bu cümleler yahut paragrafların aynı zamanda okuyucunun müziğin yanında sanatçıya da bakışının olgunlaşmasında bir takım filtrelemelere imkân vereceğini düşünüyorum. Her duyduğumuzu müzik, her gördüğümüzü müzisyen zannetmemek için bilhassa. Çünkü mûsıkinin sorumluluğu hakikatten gelir. Bu küçük gayretler bizden, büyük neticeleri yaratmak Allah'tan...
Büyüklerin mûsikiye dair yorumları
Alâeddin Yavaşça: Hekimliğimin yanında mûsikîyle kaynaştım ve her hastanın rahatsızlığı, sızısı bende müzik uyandırdı. Beste yaptımsa, yapılan bestelerde onların rolü var… Yaşadığın ahvalin senin ruh yapın üzerinde etkisi vardır. Müzik adamının maddi olmaması, mana âlemiyle bir irtibatının olması lâzımdır.
Niyazi Sayın: Mûsikî, iki perde arasındaki manevi münasebettir.
Necati Çelik: Allah rahmet eylesin kendisi çok iyi bir hocaydı. Kıyas etmek gibi olmasın ama belki de hocalığı müzisyenliğinden daha üstündü. Bir konuyu nasıl öğreteceğini çok iyi bilirdi. Mesela, böbrek ameliyatı için Amerika’ya gittiğinde kızım ona bir mektup yazmıştı. Ne olduysa “rüzgâr” yazmış ama a harfinin şapkasını unutmuş. Cinuçen ağabey “Bana yüz defa a harfi şapkalı rüzgâr yazacaksın ve göndereceksin” diye cevap göndermişti. Kızım da tekrar mektup gönderdi ona. Yani düşünebiliyor musunuz bu kadar eğitimci bir insandı. (merhum Cinuçen Tanrıkorur hakkında)
Sadreddin Özçimi: Taksim, bazı şartlara bağlı kalmak suretiyle irticali olarak sanatçının içinden geldiği gibi o anda yapılan bestelerdir. Taksim, bir sanatkârın bütün müktesebatını, birikimini ve estetik gücünü kullanmak suretiyle ortaya koyduğu, aynı zamanda size sanatkârı anlatan en büyük kıstastır. Şöyle ki; bir sanatkârın yapmış olduğu taksimle siz onun hangi seviyede olduğunu, tabii eğer mûsikîye derinlemesine vâkıfsanız, anlayabilirsiniz. Eğer mûsikîden anlamıyorsanız, günümüzde olduğu gibi her yapılanı güzel zannetmek durumuna düşersiniz. Bunun sebebi artık elimizde neyin ne kadar güzel olduğunu tartacak bir terazimizin kalmamış olmasıdır.
Sadettin Ökten: Şu anda yaşadığımız modernite Amerikan usûlü bir tüketim versiyonudur. Bu usûlün size sunduğu fikrî ve hissî çerçeveden, bu hapishaneden çıkabilirseniz modernitenin yüzeyselliğinden kurtulabilirsiniz. Bunun yolu ise İslâm medeniyetinin klasik dönemde ürettiklerine bakmak, onları anlamak ve onlardan zevk almaya çalışmaktır.
Mahmud Erol Kılıç: Bütün sanatçıların derdi, o mutlak cemal sahibi olanı tasvir etmek, onu kopyalayabilmektir. Eğer sanatçı o ilâhî sanatı biliyorsa, o yaptığı sanat, kişinin kendini tanıyıp oradan Rabbini tanıma sanatı olur. En büyük sanat budur. Bu büyük sanata hizmet ettiği sürece, bütün sanatlar bir perde olmaktan ziyade bir vesile olur, bir araç olur. Bizi o mutlak güzele, mutlak cemale doğru götürür. Türkülerimiz irfan geleneğinin bir neticesidir. İşkembe-i kûbradan atılmamıştır. Beyinden beyine yol yok, kalpten kalbe var. Bilen kalptir, algılayan kalptir. 'Onların kalpleri vardır. O kalpleriyle akl ederler' buyuruyor Cenab-ı Allah.
Emin Işık: Mûsikî sadece ruhun gıdası değil, milletin ruhunun dile gelmiş halidir. Mûsikî sanatların ilkidir. Medeniyet, yerleşik düzene geçmekle başlar, mûsikîyle biter; bir medeniyet mûsikî ile kemâle erer. Ve mûsikî ile yıpranmaya başlar. Eğer bir medeniyetin mûsikîsi bozuluyorsa her şeyi bozuluyor demektir.
Beşir Ayvazoğlu: Tanpınar'a göre, Mevlânâ, Mesnevi’nin ilk on sekiz beytini yazıp dostlarına göstermek üzere sarığının arasına soktuğu zaman 'zevkimizin en hâlis tarafı' olan Mevlevi musikisinin Itrî, Dede Efendi ve III. Selim gibi bütün büyük isimleriyle Şeyh Galib'e kadar gelen şairler kafilesi de doğmuş sayılabilirdi. Yahya Kemal, “İsmail Dede'nin Kâinatı” adlı gazelinde 'Lafz-ı bişnevle doğan debdebe-i ma'nâyız' derken aslında bir borcu ödüyordu.
İsmet Özel: Itrî dinlemekten sıkılan bir adamın Süleymaniye'nin mimarisinden tad alabileceğini mümkün sayamayız. Hâfız Post'a yaklaşamamış olan birisi Doğu medeniyetinin (daha da daraltalım: Osmanlı Medeniyetinin) övgüsünü yapıyorsa ne yaptığından habersiz bir kimsedir şüphesiz. Basit gözlemlerle anlaşılacaktır ki, insanın bağlı olduğu ahenk hangi seviyede ise o insanın düşünme seviyesi de aynı seviye çevresindedir. Bağlı olduğu ahenk dolmuş şarkıları, gazino müziği seviyesinde olan insan dünyayı aynı seviyeden kavrayabilir. Düşünüş ve kavrayış seviyesi bu müziği yaşatacak, bu müziği devam ettirebilecek kırattadır. Böyle birinin yüksek seviyeli düşünceleri ne anlaması ne de aktarması mümkündür.
Yalçın Çetinkaya: İslâm medeniyet mûsikîsi şiirden beslenir, şiirle akrabadır, şiirsiz yapamaz. İslâm medeniyetinde şiirle mûsikî arasında kopmaz bir bağ vardır. İslâm şiirinde mûsikî, mûsikîsinde de şiir vardır. Şiirde ve mûsikîde iki sanatın ortak ritm ve âheng unsuru mevcuddur.
Cem Behar: Geleneksel musıki meşki ve doğurduğu ilişkiler, birçoğu bugün dahi geçerliliğini koruyan bazı temel ahlâki ve estetik değer yargılarının taşıyıcısı olmuştur. Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş, bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üslûplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir. Bu bakımdan da gereği gibi incelenmesi ve yerli yerine oturtulması Osmanlı’nın kültür tarihi açısından da büyük önem taşır.
Derleyen: Yağız Gönüler