Ramazan ayının üçüncü günü Moskova’da açılan iftar çadırındayız.

Türkiye’de iftar çadırı daha çok iftar zamanı yollarda kalanların, birlikte sofraya oturacak kimsesi olmayanların veya fakir fukaranın gelip yemek yediği yerler gibi görülür. Oysa burada iftar çadırı, sadece yemek verilen, birilerinin gelip karnını doyurduğu bir yer değildir; Müslümanlığın sembolik bir kazanımı, Moskova’nın ortasında barış ve huzurun aslında Müslümanlıkla eşdeğer olduğunu göstermenin adıdır.

Barış ve huzur her yerde, her dönemde aranan, arzulanan şeylerdir. Ancak Rusya gibi, tarihinin trajik sayfaları çok kabarık bir ülkede bu arzu daha derindir. Sadece son yüz yılda yaşanan savaşlarda bile bu topraklarda yüz milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği hatırlanırsa, burada barış ve huzur vaadinin kuru bir söylemden ziyade, derinden hissedilen bir ihtiyaca cevap olduğu görülmüş olur.

Ölü Canlar’da Gogol, yaşadığı ülkenin karmaşasını, gizemini ve anlaşılamazlığını sorgularken “Ey Rusya nereye savruluyorsun? Cevap ver!” diye serzenişle soruyor, sonra da “Susuyor. Cevap vermiyor” diyerek duyduğu hayal kırıklığını dile getiriyordu. Trajedinin zirvelerde yaşandığı bir ülkeye de ancak “nereye savruluyorsun?” diye sorulabilirdi.

Depresyonu derindir buranın

Rusya savrulurken, içindeki her şey de onunla beraber bu savruluşa katılır. Yerini arayıp bulamamak, ne kadar uğraşırsa uğraşsın var oluşunu anlamlandıramamak burada yaşayan her şeyin kaderidir. Canlının da cansızın da. Eşyanın aklı karışıktır burada. Taşın, demirin, bitkinin, hayvanın. Konuştuğunuz birkaç kişiden birisi bu yüzden Dostoyevski gibi konuşabilir, sokakta rastladığınız masum bir adam aslında Raskolnikov gibi, bir cinayeti aklında taşıyor olabilir. Sokakta gördüğünüz her kadının içinde, varlığını aşk enkazına çevirecek bir Anna Karenina gizlenmiş olabilir.

Bir üniversitede fizik profesörüyken, mahkemede savcıyken, okulda öğretmen, sahnede şarkıcıyken, kendini bir anda Gulag kamplarında taş taşırken bulan insanların çocukları bunlar… Savrulmuş bir ülkenin savrulmuş çocukları…

Depresyonu derindir buranın. Dünyayı kurtarmak, bütün değerlerin ve inançların üzerinde bir kızıl elma haline gelmiştir burada. Bazen inançsızlıktan, bazen paranın hakimiyetinden, bazen kadim değerlere saldıran bidatlerden… Ama dünya muhakkak kurtarılmalıdır.

Ve bu depresyon ve dünyayı kurtarma, arındırma arzusu burada yaşayan her dinden her milletten insana sirayet etmiştir. Haliyle burada yaşayan Müslümanlar da İslam’ın kurtarıcı nefesinin, yaşanan ızdırap ve acıları tedavi edebileceğini göstermeye çalışıyorlar.

Bu yüzden Moskova’nın orta yerine kurulan iftar çadırı, Ankara veya İstanbul’da kurulan çadırlardan daha farklı bir misyonu icra ediyor.

Bizim seni bırakmamıza izin verme”

İftar çadırında ezan beklenirken şarkılar söyleniyor. Ramazan ayının faziletinden, rahmet ayı olduğundan söz eden Rusça şarkılar bunlar. Bunlardan birinde geçen bir ifade dikkatimi çekiyor: “Allah bizi bırakmasın” diyor. Tekrar tekrar söylüyor: “Allah bizi bırakmasın”.

Allah kimseyi bırakmaz. Allahsız bir yer, bir boşluk veya bir nokta olmadığına göre, O’nun kimseyi bırakması söz konusu olamaz. Ama insan Allah’ı bırakır. Bazen bırakmadığını sanır, ona sarıldığını düşünür ama bırakır. Ariflerin gaflet perdesi dediği şey insanın idrakini ve kalbini kaplayınca insan Allah’ı bırakmış olur. Bazen zulmete sarılır, Allah demez, Allah’ı bırakır. Bazen nura gark oldum sanır, Allah der, yine Allah’ı bırakır. Arifler, nurdan yetmiş bin, zulmetten yetmiş bir perde aşılmadan Hakk’a vasıl olunmaz demişler. “Allah’ım bizi bırakma” duası, bunun için kulaklarımıza “Bizim seni bırakmamıza izin verme” diyen bir yakarış gibi geliyor.

Müslüman olmak güzeldir. İslam güzel olunca mensubiyeti de öyle oluyor. Ama taş yerinde ağırdır sözü mucibince Müslüman olmanın zor olduğu iklimler vardır.

İşte Moskova da Müslümanlığın zor yaşandığı yerlerden biridir. Bir yerin coğrafyası, iklimi, havası Müslüman olmadan, içinde yaşayanın Müslüman olması, Müslüman kalması kolay değil. Kim bilir belki de Müslümanlıkla yoğrulunca iklim de hava da, gece ve gündüz de mutedil hale geliyor, Müslümanlaşıyor ve Anadolu gibi oluyordur.

Ramazan geldiği gibi giden bir ay olmamalı

Yaz aylarında havanın neredeyse hiç kararmadığı geceler yaşanıyor burada. “Beyaz iplikle siyah ipliğin birbirinden ayrıldığı” anın hiç görülmediği, iftar ile sahur arasında 4 saat fark bulunan, camilerin yok denecek kadar az, ezan sesinin duyulmadığı bir şehir burası. Avrupa’da olduğu gibi, dini idraki yüksek milyonlarca Türk ve Arap Müslümanın bulunmadığı, İslam’a ait sembollerin terör ve kanla anıldığı bir yer.

Burada Müslümanlar, yerliler ve dışarıdan gelenler diye iki kısma ayrılmıştır. Yerliler, uçsuz bucaksız Rusya topraklarının bir yerinde yeri yurdu olan, buraya ait olanlardır. Tatarlar, Çeçenler, Dağıstanlılar gibi. Bunların dışında ise sayısı neredeyse onları geçecek kadar çok olan ve çağdaş köleliğin bir türünü yaşamak zorunda kalan, Orta Asyalı ve Azerbaycanlı göçmen işçiler vardır. İmamesi dağılmış bir tespihin taneleri gibi, viraneye dönmüş yurtlarından ayrılmış, savrulmuş ve burada hayata tutunmaya çalışan göçmen işçiler…

İftar saatlerinde çadırları, Cuma ve bayram günleri camileri bu insanlar doldurur. Her biri, binlerce kilometre ötede, uzaklarda bıraktıkları yakınlarının, çocuklarının hasreti ile burada ekmek arayan gariplerdir bunlar. Kilise mimarisine benzer planlarla yapılmış küçücük camilerin darlığına aldırmadan, on binlercesi, yollara, kaldırımlara dizilerek saf tutan, Müslümanlığın zor olduğu bu şehirde “Allahım bizi bırakma” duasına amin diyenlerdir.

Moskova’da Ramazan nasıl geçiyor diye soranlara “Geliyor ve geçiyor” diye cevap veriyoruz. Oysa Ramazan gelip geçen, geldiği gibi giden bir ay olmamalı. İz bırakmalı, insanın iç yolculuğuna vesile olmalı, giderken kendisini hüzünle uğurlatmalı. Bu da ancak bir toprak aşkla yoğrulmuşsa o zaman mümkün olabiliyor. Hasılı buraya bir Yunus nefesi üflenmeli…

 

Ali Fikret Berk haber verdi