Modern Tarihin İlk Esir Kampı Knockaloe ve Meçhul Türkler

Birinci Dünya Savaşı, pek çok ilklerin yaşandığı bir savaş. İrlanda Denizi’nde, İrlanda ile İngiltere arasında bulunan Man Adası’nda kurulan Knockaloe Sivil Esir Kampı da bu ilklerden bir tanesi. Kitabın yazarı Ali Özuyar, pek bilmediğimiz bu konuyu araştırmış ve Modern Tarihin İlk Esir Kampı Knockaloe ve Meçhul Türkler kitabını vücuda getirmiş. Yazar, İş Bankası Yayınları’ndan çıkan kitapla tarihi gerçeklikleri belgeler ışığında ortaya koymaktadır.

Sivil esir kavramı fazla duyduğumuz bir kavram değil. Genel olarak biliriz ki savaşlarda aktif savaşan kişiler esir olur. Savaşın içinde doğrudan yer almayan sivillere yönelik uygulanan her baskı, savaş suçu kapsamı içerisinde değerlendirilir. Doğrudan doğruya savaşın içinde bulunmayan ve tek suçu düşman tarafın milletinden olmak olan bu insanların yaşadığı esaret hali içler acısıdır.

Öğreniyoruz ki tek sivil esir kampını İngilizler kurmuş değil.  Fransızlar ve Ruslar da düşman blokta yer alan sivilleri esir kamplarına hapsetmişlerdir. İtilaf Devletleri’nin sivil esir kamplarına karşılık veren tek ülke ise Almanya olmuştur. Onlar da beş bin civarında İngiliz sivili kamplarda tutmuşlardır.

Meselenin bizi ilgilendiren tarafı 109 sivilin bu esir kampında bulunmasıdır. Knockaloe’de bulunan 109 esir, diğer milletlere göre azınlıkta kalıyordu. Türkler’den oluşan bu esirlerin Osmanlı hükümetinden çok sonraları yardım istedikleri ifade edilmektedir. Çünkü hemen hemen tamamı varlıklı kimselerdi ve ancak verebilecekleri şeyler bitince ya da azalınca bu talep söz konusu olmuştur. Türk esirlere ilişkin bir istatistik dikkat çekicidir. 109 esirden 98 tanesinin akıbeti belli değildir. 7 tanesi ölmüş, 2 tanesi sınır dışı edilmiş, 2 tanesi de salıverilmiştir. Man Adası’nda yedi kişilik bir Türk Şehitliği bulunmaktadır ve kitapta bu yedi kişinin isimleri verilmiştir.

Peki bu esir kampına kimler yerleştirilmiştir? İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’na resmen dâhil olmadan evvel ülkelerinde bulunan Almanlar’ı tutuklamaya başlamıştı. Yaklaşık 25 bin Alman bir sebepten İngiltere’de yaşıyordu. Görülecektir ki bunların 20 bini esir kampına gönderilecektir. İngiltere, savaş politikasını savaşın yaşanmadığı ülke içerisinde de sürdürmüştür. Özellikle casusluk faaliyetlerine karşı çeşitli uyarılar yapılmış ve neredeyse herkes potansiyel casus olarak görülüp tutuklanmış ve Knockaloe’ye gönderilmiştir.

İngilizler, İçişleri Bakanlığı emriyle ve Savaş Bakanlığı aracılığıyla özellikle Almanlar’a karşı tutuklamaların boyutunu abartınca bu insanları barındıracak ama beslemeyecek bir yer gerekli oldu. Knockaloe’deki sivil esir kampının yapılma öyküsü de bu ihtiyaçla beraber başlamıştır.

Bu arada yakın tarihimizde özellikle Lozan’dan tanıdığımız Lloyd George’nin saf Alman nefreti, esir kampının doluluk oranına epey katkıda bulunmuştur.  Bu hususta Lloyd George’nin sadece Türk ve Müslüman düşmanı olarak değil İngiliz olmayan herkese düşman bir karaktere sahip olduğunu da görmüş oluyoruz.

Düşman milletlerden insanlara karşı tutuklamalar casusluk faaliyetleri bahanesiyle söz konusu olabiliyor ama böylesi büyük çaplı bir sindirme o zamana kadar görülmüş değil. Devletler, bireysel ve istihbarata dayalı savaş şartları da dikkate alarak bazı uygulamalar yapabiliyor. Topyekûn bir tutuklama ve esir etme tarihte ilk defa İngilizler vasıtasıyla Knockaloe’de görülmüştür. Kitapta esir kampı ile ilgili birçok bilgi ve istatistik verilmiştir. Fakat insan hayatı söz konusu olunca bunlar, soğuk birer sayıdan ibaret kalıyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda iki milletin kurduğu ittifak esir kampına da yansımıştır. Kampta Türk ve Alman esirler dayanışma içerisinde birbirlerini yurttaş ve hemşehri olarak görüyordu. Cephede aynı kaderi paylaşan iki milletin esir kampında da aynı kaderi paylaşması ve dayanışma ruhuyla hareket etmesi normaldir. Almanların sayısının 20 bin civarında olduğu ve biner kişilik bölümlerde yine en fazla Almanların bulunduğu düşünülürse bu durumun Türkler lehine olduğunu söylemek doğru olacaktır.

Dışarıda, cephede bir savaş vardı ama bir savaş da kalanların verdiği savaştı. Esirlerin geride bıraktığı kadınlar ve çocuklar açlıkla ve sefaletle baş başa kalmışlardı. Üstelik kampa ziyaret de yasaktı. Onların dışarıda verdiği yaşam savaşına ek olarak bir de içeridekilerin verdiği savaş vardı. Esirler karınları hiçbir zaman doymadan hep aynı yerde, aynı insanlarla dikenli tellerin çevrelediği alanlarda sadece nefes alıp veren birer canlıya dönüşmüşlerdi. Bu kadar büyük bir kitle varsa bunların idaresinde sorunlar yaşanır. Doğal olarak esir konumunda bulunan insanların psikolojik birtakım problemleri ortaya çıkmaya başladı. Doktorlar bu rahatsızlıkları “Dikenli tel hastalığı” diye tanımlamışlardır. Sürekli aynı yerde aynı kişilerle süresi belli olmadan yaşamak zorunda bırakılan bu insanların bir kısmı, akıl hastanelerine dahi yatırılmışlardır. Bu tip hastalıkların önüne geçmek için kamp yönetimi esirleri bir işle meşgul etme yolunu seçti. Çeşitli el sanatları ile meşguliyet bu korkunun bir sonucudur. Türklerin maharetli elleri burada ön plana çıkıyor. Özellikle binlerce boncuktan yapılan yılanlar gerçeğinden ayırt edilemiyordu. Hatta dokunmaya çekinenler bile vardı. Türkler bu yılanlar vasıtasıyla mutfakta çalışan diğer sivillerden ekstra ekmek alabiliyorlardı. Yani bu el sanatları ve meşguliyet en çok Türklere yaramıştır, diyebiliriz.

Fakat bu meşguliyet yeterli olmadı. Binlerce kişi vardı hepsini kontrol etmek mümkün değildi. Esasında kampta seçkin, meslek sahibi esirler de bulunuyordu. Meslek sahibi olanların neredeyse hepsi kampın ihtiyaçlarına uygun bölümlerde görevlendirilmişler ve kampa faydalı hale getirilmişlerdi. Ancak geride kalanlar için de bir şeyler yapılmalıydı. Çünkü içeride kumar çoğalmış, düzen bozulmuş ve kontrol zayıflamıştı. Alman rahibin yönettiği ayinlere de kimse gitmez olmuştu. Zayıf karakterli olanlar ve gelecekten umudu kesmiş olanlar kaybetmiş, itilmiş bir ruhla maneviyatsızlığa doğru sürükleniyordu. Bu da büyük bir düzensizlik demekti. Kamp yönetimi adada bulunan çiftçilerle anlaşarak esirlerin 08.30-16.30 saatler arasında tarlalarda çalışmalarını sağladı. Bir diğer gruba da taş ocakları düşmüştü. Ancak burada da bazı sorunlar çıktı. Çünkü açık alanda ada insanları da bulunuyordu ve bu kez esirlerle adadakiler arasında ister istemez bir diyalog gelişiyordu. Acımasız kamp yönetimi bunu bir genelgeyle çözmeyi deneyecekti.

İngilizler’in ünlü edebiyatçılarından Hall Caine, Knockaloe ile ilgili bir roman yazmıştır. Romanın adı “The Woman of Knockaloe”dir.  Bu roman 1927 yılında sinemaya uyarlanır. Pek de başarılı bulunmayan film sonraki yıllarda enteresan bir şekilde ortadan kaybolur. Şu an ne orijinali ne de kopyası vardır. Herhalde konusu Birleşik Krallık’ın pek hoşuna gitmemiş olacak. Yazar kitabın sonunda “Notlar” bölümünde filmin kopyasını yapım şirketinden bir yazıyla istediklerini belirtiyor. Ancak cevap yazısında film arşivinde filmin adının olduğu ama orijinal kopya da dâhil olmak üzere ellerinde hiçbir kopyanın bulunmadığı bildirilmiş. Hall Caine’nin kitabını Türkçe olarak bulmak mümkün değildir. Bizi de yakından ilgilendiren bir konuyu ucundan kıyısından anlatan bir kitabın çevirisini yapmayı düşünmemişiz.

Kamp, 1919 yılının Ekim ayına kadar esir ağırlamaya devam etti. Savaş 1918’de bitti ama tahliye işlemleri orada kalma süresini uzatmıştır. Kalan son 175 esir de kamptan ayrıldıktan sonra yıkım işlemlerine geçilmiştir.

Modern Tarihin İlk Sivil Esir Kampı Knockaloe ve Meçhul Türkler; acımasız İngiliz siyasetini görmemiz açısından da önemlidir. Çünkü yabancı olmak dahi burada casus yaftası yapıştırılması için yeterli olmuştur. Hayatınızdan çalınan 5 yıl da cabası. Daha savaşa resmen girmemiş bir devletin yabancı ülke vatandaşlarını dayanaksız iddialarla dikenli teller arkasına göndermesi, 25 bin kişiyi aynı sebeplerle ailelerinden koparması ve özgürlüklerinden mahrum bırakması hiçbir platformda dile getirilmemiş ve mahkemelere intikal etmemiştir. Açıkça işlenen bir savaş suçu daha cezasız kalmıştır.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Özgür USLU
Özgür USLU - 3 yıl Önce

Teşekkürler hocam, sayenizde haberimiz oldu ne yazık ki...