Bilindiği üzere dil, sadece seslerden örülü bir sistem değildir. Dil, insanlar arasında iletişimi sağlamasının çok daha ötesinde, bilginin, kültürün, inancın bir kuşaktan diğer kuşağa aktarıldığı canlı bir köprüdür de aynı zamanda. Nitekim biz, devlet olarak dilin ve edebiyatın bu köprü olma özelliğini çok yakın bir zamanda, çok acı bir şekilde yaşadık.
Dili unuttur, ülkenin yönü kaybolsun
Hafızası olmayan bir insan nasıl kim olduğunu bilemezse, nasıl yönünü-yolunu bulamazsa, dilinden koparılan bir toplum da yönünü-yolunu bulamaz, kimliğini bilemez ve bir karakter olarak tarih sahnesinde yerini alamaz. Konfüçyüs’e izafe edilen o sözü hatırlayalım. Kendisine, bir ülkeyi yönetmesi gerekse işe neyle başlayacağı sorulduğunda, Konfüçyüs, “Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Şöyle ki: Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki dil, çok önemlidir!" der.
Konfüçyüs’ün çizdiği bu manzaranın devamında ne olacağı bellidir. Bu hale düşen bir toplum dağılacak, parçalanacak ve tarih sahnesinden çekilecektir. Ki zaten dillerini yitiren toplumların millet olma vasıflarını yitirip yok olduklarını, dillerini yitirmeyen toplumlarınsa uzun süre devletsiz kalmış olsalar bile, bir zaman sonra tekrar tarih sahnesine çıktıklarına şahidiz.
Emrettiler, hafızamızı yitirdik
Şöyle diyor Namık Kemal: “Latin harfler dilimizi karşılayacak sayıda değildir.(…) Arap harflerinin kaldırılması Müslümanlığın kaldırılması demektir.” Pekâlâ, neden diyor bunu Namık Kemal?
Bunun sebebini, Osmanlının zayıflamasından sonra Osmanlının tekrar eski ihtişamlı günlerine nasıl dönebileceği tartışmalarında aramak gerekiyor. Bilindiği gibi, o yıllarda Osmanlının eski günlerine tekrar dönebilmesi için aklı eren ermeyen herkes fikir serdetmektedir. Bu fikirlerin iki tanesi özellikle öne çıkmaktadır: 1. İnancımız kalsın ama Batının ilim ve tekniğini alalım, 2. İslam bizi geri bırakmaktadır, ondan tümüyle uzaklaşıp Batılılar gibi olalım.
İşte bu iki tartışma ekseninde, dil konusu da tartışılan hususlardan biridir. Arap’a ait olan alfabe bırakılmalı, yerine Batı alfabesini almalı derken birileri; birileri de, Namık Kemal gibi buna itiraz etmekte, bu isteğin arkasında yatan sebebi de okumaktadır hatta. Ama zamanın ruhu güçlüden yanadır ve Batı güçlü, Osmanlı zayıftır. Birileri, Osmanlının hafızasıyla uğraşıp onu kimliksiz bırakmaya niyetlenmiştir.
Sıfır yılı
Dünyayı etkileyen bir medeniyeti oluşturmak lafla olmaz. Bu medeniyet bilgi birikimiyle olur. İslam medeniyetinin bilgi birikimini kendinde toplayan Osmanlı, bu birikimi hem içselleştiren hem de hayata aktaran bir devletti. Osmanlının gerek aydın tabakası ve gerekse de aydın tabakasıyla aynı frekansı yakalayan geniş halk tabakası, elbirliği ederek şahane bir medeniyet kurdu. Bu medeniyet, dünya üzerinde bulunan tüm toplumlara model oldu ve o toplumların dönüşmesine bir şekilde katkı sağladı. Osmanlı zayıf düştüğünde bile, sahip olduğu bu bilgi birikimiyle dünya sahnesinde önemli bir aktör olarak varlığını hissettiriyordu. Abdulaziz ve II. Abdulhamit dönemlerine bir göz atmak, bunu anlamak için yeterli. Bir şekilde Osmanlının bu bilgi birikimi atıl bırakılmalıydı.
Yapılması gereken şey, o bilgi birikimini taşıyan hafızayı sıfırlamaktı ve bunu da bir gecede yapıverdiler. Alfabeyi değiştirdiler. Medeniyet kuran bir topluluk, bir anda cahil oluverdi. Dağarcığında dünyaya nizamat verecek bilgi bulunan ilim ehli, bir anda okuma yazma bilmeyen sıradan vatandaşlara dönüştüler. 1928 yılında bir karar alındı ve bu kararın uygulanmasıyla birlikte bir ülkenin tüm insanları bir anda cahil oluverdi. Bu yıl, şair Osman Özbahçe’nin de dediği gibi, Türkiye’nin sıfır yılıdır çünkü tüm okuryazarlar bir anda sıfırlanmıştır. Bu, bir milletin tarih sahnesinden silinme hamlelerinin en ciddilerinden biridir. Bir gece bir karar alındı ve bir medeniyetin, onu geleceğe taşıyacak olan tüm birikimle bağı koparıldı.
Yaşasın edebiyat
Ama millet geleceği seziyordu. Bu duruma gönülden razı olmasa da, devlet olarak ayakta kalabilmek için bu ölümcül dönüşümü kabul etti. Önemli olan, bir şekilde varlığını sürdürmekti ve mevcut durumda varlığı sürdürmenin yolu, istemese bile değişmekti. Değişti. Daha doğrusu değişir göründü.
Sakin ve bilge bir şekilde mirasını saklayabileceği bir yer aradı. O yeri de buldu: Dil ve edebiyat. Saklaması gereken mirası dil ve edebiyata emanet etti. Alfabe de değişse, kitaplar da yasaklansa, belgeler de imha edilse, bir medeniyetin kodları şiirlerin dizelerine, türkülerin sözlerine, masalların öğütlerine, bilmecelerin sorularına; Necip Fazıl’ın öfkesine, Mehmet Akif’in hicretine, Sezai Karakoç’un Necip Fazıl hayranlığına, Bediüzzaman’ın ‘Ehven-i şer’ deyip Menderes’i desteklemesine emanet edildi ve her türlü yıkım çabasına rağmen o devasa medeniyeti oluşturan bilgi birikimi, bir şekilde ayakta kaldı. Gün geldi, küller eşelendi ve o miras bir Zümrüdüanka olarak kanat çırpıp havalandı.
İşte edebiyat budur. Edebiyatın gücü budur.
Ahmet Serin, bir ayrıntının peşinden gitti