21 Eylül 1919’da Pakistan’ın Hazar şehrinde doğan ve 26 Temmuz 1988’de vefat eden Fazlurrahman Malik düşünce dünyamızda hem çok fazla anlaşılmayan hem de çetin saldırılara maruz kalan bir İslami İlimler Profesörü. Tartışmayı, eleştiriyi, farklı sesleri kabul etmeyen düşünce genetiğimiz dolayısıyla sanırım Fazlurrahman ve ona ait düşünceleri yeterince tartışmadık. Gelenekçilerin yok saymaları ile modernistlerin göğe çıkarma sarkacı arasında gidip gelirken mahkûm edildi. Oysa Fazlurrahman’ın en büyük mirası eleştiri ve sorgulamadır. Doç. Dr. Mustafa Karataş’ın belirttiği gibi Fazlurrahman, Müslümanların içine düştükleri sıkıntı ve kaostan kurtulabilmeleri için Kur’an ve Sünneti iyi anlamaları ve günün şartlarına göre her an yeniden yorumlayabilmelerini zorunlu görüyordu. Bu sebep dolayısıyla tefsir, fıkıh ve hadis gibi ilimlerde yeni bir metodoloji geliştirme uğraşısındaydı. Yani capcanlı bir dini ilkeler, hayatın içinde bir din için çabalıyordu. Üzeri hurafelerle örtülmüş, hayata dokunmayan ritüellere hapsedilmiş bir dini anlayışı yıkma cehdindeydi. 

Fazlurrahman sancılı biri. İslam dünyasının yıkılmışlığı, viraneye dönmüşlüğü onun için derin ıstırap kaynağıydı. İlk eğitimini babasının nezaretinde geleneksel eğitim veren Der-i Nizami Medresesi'nde alır. Daha sonra Pencap Üniversitesi Arapça bölümünü bitiriyor. Arkasından Oxford’da doktora çalışması… Durham Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi… Bu zamanlarda İslam Dünyası ve Batı’yı iyice kıyaslama şansı yakalıyor. Batı’nın ilerlemesi ve bizim çektiğimiz sıkıntıları atlatmış olmaları; bizdeki huzursuzlukların, yıkımların din adına yaşatılan kimi arkaik geleneklerin bilincimizi uyuşturması Fazlurrahman’ı derinden yaralıyordu.

Bir şeyler yapma gayretindeydi. Büyük sıkıntılarla, görmezden gelinmek, sıkıştırılmak gibi olumsuzlukları bile bile… Zaten kendisi İbn Hazm ve İbn Teymiyye gibi görüş ve düşüncelerini hiç kimseden korkmadan, hiçbir maslahata kurban etmeden savunmuş. Son derece net, eğip bükmeden… Belki de insanların düşünce konforlarını bozduğu için kabullenilmedi. Çirkin ithamlara maruz kaldı.

Geleneği tamamen yok saymadı 

Fazlurrahman Müslümanların geri kalmasındaki en büyük saiklerin içtihat ve icma kapısının kapanması olduğunu belirtir. Kur’an ve Sünnet eksenli olduğu iddia edilen ya da sonradan geliştirilen şekilciliği, katılığı, ruhsuzluğu kabul etmez. İlahi vahyin ahlaki bağlamda hepimizi doğru ve güzele yönlendirmek için gönderildiğini söyler. Onda ahlaki değerler zaman ve mekân üstü, tarih üstü bir geçerliliğe sahip. Fazlurrahman geleneği, eskiyi tamamen yok sayan bir anlayışa sahip değil. Aksine çalışmalarında geleneksel birikime göndermeler yapar. Islah/ihya çizgisinde yer alır. O, maruz kaldığımız modernlik içerisinde nasıl Müslüman kalabiliriz, çelişkilerimizden nasıl kurtuluruz, yakamıza yapışan krizden nasıl kurtuluruz sorularına cevap aramış. Bunu da ilmi birikimimizi temel alarak yeni ve yeniden bir metodoloji ve disiplin içinde yapmayı murat etmiş. Kısa, gelip geçici uğraşların insanı olmamış. Hatta Mevdudi ile aralarında geçen şu diyalog önemli: “Lahor’da lisansüstü çalışmalarımı sürdürürken, Mevdudi ne çalıştığımı sorduktan sonra, ‘Ne kadar çok ilmî çalışma yaparsan amelî melekelerin o kadar çok körelir. Niçin gelip cemaate (Cemaat-i İslâmî) katılmıyorsun?” demiş, o zaman benim cevabım şöyle olmuştu: Ne olursa olsun, (ilmi) araştırma yapmayı seviyorum.”

Yazımızı Prof Dr. Mustafa Öztürk Hoca’nın bir iki değerlendirmesiyle hitama erdirelim: “Kanımca, Fazlurrahman’ı neye atıfta bulunduğu belirsiz bir “modernist” nitelemesiyle nitelemek hem yanlış hem yanıltıcıdır. Zira modern durumdan kaçış olmadığını kavramak ve bu durum içerisinde Müslümanca yaşamanın yolunu aramak başka şey, modernlik ve moderniteyi insanlığın ulaştığı en yüksek terakki seviyesi olarak algılamak çok daha başka şeydir. Sözün özü, Fazlurrahman’ın son dönemde Müslümanların içinde bulunduğu çok boyutlu krizi aşma arayışında sıkça modernlik ve modern durum vurgusunda bulunmasından kalkarak onu “modernist” diye tanımlamak, üstelik bu tanımlamayı “klasik modernistlik”le eşdeğer tutmak çok büyük bir haksızlıktır.”

Muaz Ergü yazdı.