Kalabalığın arasında bir kaynaşma oldu. Önce itiş kakışlar yaşandı, sonra “küt” diye bir ses geldi ve ardından “Yandım anam!” feryadı yükseldi. Yoğun kalabalık nedeniyle ne olduğunu göremedim. Kötü bir şey olduğu seziliyordu ama henüz ne olduğu belli değildi. “Yandım anam!” diyen adamın inlemeleri duyuluyor, ilerledikçe ses daha yakından geliyordu. Kalabalığı yara yara sesin olduğu yöne doğru ilerlemeye çalışıyordum ama kalabalığın yönlendirmesiyle daha da uzaklaşıyordum. Adamın feryadı yürek burkuyordu, ahlar, vahlar arasında sürekli “Yandım anam!” diyordu.
Sonunda kalabalığı yarmayı başardım. Feryat eden adama yaklaşamadım ama görüş alanımdaydı. Uzaktan da olsa olayı görme şansını elde etmiştim. İki sağlık görevlisi ambulanstan indirirken hastayı düşürmüştü. Garip olan düşen hastayı yerden almak için hiç kimsenin bir çaba içerisinde olmamasıydı. Sağlık görevlileri, ambulansın şoförüne bakıyordu; ambulansın şoförü görevli doktora, görevli doktor hastanenin kapısına doğru bakıyordu.
Bulunduğum yerden olay yerine müdahale etme şansım yoktu ama içim içimi yiyordu. Adam yerde kıvranıyor, sürekli feryat figan ediyor ama kimse umursamıyordu. Üstelik adam acil hastaydı ki ambulansla getirilmiş, sedyeyle de hastaneye girişi yapılıyordu. Peki, neden kimse hastaya el uzatmıyordu? Yoksa adam vebalı mıydı, kene mi ısırmıştı, cüzzamlı mıydı, bilinmedik bir hastalık mı kapmıştı?
Aklımdan yüzlerce varsayım geçiyordu; belki hasta şöyledir, belki böyledir… Ne olursa olsun yerde kıvranan bir hasta vardı ve o hastaya müdahale etmeyen koca bir kalabalık. Kuru kalabalığı boş verdim; doktor vardı, hemşire vardı, acil tıp teknisyeni vardı, koca hastane vardı, hastane…
Kalabalık ne gidiyor ne dönüyor ne de bir hareket yapıyordu. Herkes olduğu yerde durmuş, bazısı düşen adama, bazısı da gökyüzüne bakıyordu. Belki de adamın hastalığı toplumun ruh sağlığını bozan, hatta onları ruhsuz yapan bir hastalıktı ve hızla yayılmış, herkese bulaşmıştı. Bilemiyordum ki…
“Ne günlere kaldık!” diye geçirdim içimden. Kendi kendime de kızıyordum, şu kalabalığı yarıp öne atılamamış, hastaya ulaşamamış, bir omuz atıp sedyeye yükleyememiştim. Bunu ben yapamamıştım, olayın hemen yanında bulunan ve tamamen duyarsız kalan yığınlar da mı yapamamıştı? İnsanlık ölmüş müydü, sedyeden düşen bizim insanlık mıydı, merhamet miydi, vicdan mıydı?
O da ne!.. Ben bunları düşünürken, benim yapamadığımı yapmaya çalışan bir başkası vardı. Hırpani kılıklı bir adam, hastaya doğru yaklaştı. 60 yaşlarında vardı. Saçı, sakalına karışmıştı. Üstündeki gömleğin rengi, belirsiz hâlde solgundu. Pantolon diye giydiği eski püskü kıyafetin de her tarafı dökülüyordu. Sokakta yaşayan garip bir adamdı, belki deliydi belki veliydi belki de kendi hâlinde bir sefildi. Hırpani kılıklı adam hastaya yaklaştı, elini uzattı, tam kaldırma pozisyonu almıştı ki kalabalıktan gür bir ses yükseldi: “Sakın elini atma!”…
Herkes pür dikkat kesildi. Deminden beri hastaya kayıtsızca bakanlar, sesin geldiği yöne döndü. “Az daha bekleyin” dedi sesin sahibi, “Mesaj bekleniyor”… Bu insanlar çıldırmış olmalıydı. Bu nasıl hastaneydi, bunlar nasıl sağlıkçıydı, Hipokrat neredeydi, yemini kim etmişti, insanlık nerede kalmıştı, vicdan yok muydu, merhamet bir yerlerde unutulmuş muydu? “Birazdan gelir!” dedi sesin sahibi, “Bekleyin, mesaj şimdi gelir.” Kalabalığa bir uğultu çöktü oldu ama ne dedikleri pek anlaşılmıyordu.
Akşamın karanlığı da şehrin üstüne çökmek üzereydi. Daha işimi halledip karşıya geçecektim. Kadıköy’e sabah vapurla gelmiştim. Bir, iki görüşmem vardı. Moda sahilden yürüyerek hastanenin önüne kadar gelmiştim. Hedefim hastane değildi, hastanenin arka tarafında bir kitapçıya uğrayacaktım. Moda sahilde dolaşırken aklıma merhum Barış Manço geldi. “Sadece o mu?” dedim kendi kendime, kimler geldi, kimler geçti, ne sedalar, ne güzel insanlar şu yeryüzüne konuk oldu, sonra göçüp gitti. Kötüler de geldi, çokça geldi, çokça geçti ama hiçbirinin ardından güzel şeyler söylenmedi.
Rahmetli Barış Manço Kadıköy’de, kendisinin uzun yıllar boyunca yaşadığı muhitte, sedyeden bir hastanın düştüğüne ve bu kadar insanın da öyle aval aval baktığına tanıklık etseydi kim bilir ne derdi? Belki de “Bunu da yaz dostum!” diyerek başlar, “Yaz dostum, öksüz görsen sar kanadın kolunu…” diyerek sedyeden düşen adama en uygun mısrasını haykırırdı ve sonra devam ederdi: “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, bir gün öder hesabı…” Bunu söylerken de bir elinde kalem, bir elinde kâğıt var gibi tarif ederdi; eliyle ayağını gösterir, sarı çizmeli Mehmet Ağa’yı anlatmaya çalışırdı. Bu kalabalık da bir şeyi anlatmaya çalışıyor ama ben anlamıyorum ve belki de hiç kimse anlamıyordu.
“Mesajın beklendiğini” söylemişti sesin sahibi ancak görünmemişti. Ortada bir ses vardı ama sesin sahibi yoktu. Belki de sesin sahibi vardı da sesin kendisi yoktu… Uff, sanki o bilinmeyen hastalık bana da bulaştı. Yerimden kıpırdayamıyordum, zavallı hastaya ulaşamıyordum, içim içimi yiyor ama elimden de bir şey gelmiyordu.
Hırpani kılıklı adam: “Ne mesajı kardeşim, adam burada ölüyor!” diyerek bir hamle daha yaptı ki sesin sahibi bir daha gür bir sesle seslendi: “Sakın dokunma, mesaj bekleniyor!” Çıldırmamak elde değildi, bir hastanın yerden kaldırılması için mesaj beklenir miydi, birisine bir iyilik yapmak için mesaj beklenir miydi, kibarlık yapmak için mesaj beklenir miydi, insanlık için mesaj beklenir miydi? Beklenmezdi elbet. İnsan olan, insanlığın gereğini vakti ve yeri geldiğinde yapardı. Düşünceli insan, her durum ve şartta düşünceli olurdu. İnsanlar bir birine selam verirdi, yer verirdi, yol verirdi, el verirdi… Bütün bunları birileri dedi, birileri emretti diye değil, içinden geldiği için yapardı, kendisine yakışanı yapardı, kendisinden bekleneni verirdi… Ama burada garip şeyler oluyordu. Sağlık görevlilerinin bir hata sonucu sedyeden düşürdüğü hasta için “Mesaj bekleniyor”, mesaj gelmeden de kimse kılını kıpırdatmıyordu. Garipti, üzücüydü, hazin bir durumdu ve en kötüsü bu duruma müdahale edecek gücüm de yoktu. Çünkü yerimden kıpırdayamıyor, hastaya ulaşamıyordum.
Koca kalabalıkta bir ben, bir de hırpani kılıklı adam müdahale etmeye yeltenmiştik ama sesin sahibi bizi durdurmuştu. Mesaj bekleniyordu, mesaj gelene kadar hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı. Koca kalabalığın kendi iradesi, kendi kendine bir şey yapma hakkı ve selâhiyeti yoktu. Bunlar isteyerek hata da yapamıyordu, hata için de mesaj bekleniyor olmalıydı. Önümde duvar gibi duran adam çömelince benim bir atak yapma şansım doğdu. Daha öndekini itekledim, diğerini elimle azıcık kenara çektirebildim ve sonunda hastayla yüz yüze geldim. Adam: “Yandım anam, kaldırın beni buradan!” diye inlerken göz göze geldik. Elimi uzattım, o da elini bana doğru uzattı. Önümdeki adam olmazsa tam yetişecektim, biraz daha adamı kenara kaydırmaya çalıştım ki o an sesin sahibinin gür sesi duyuldu; “Sakın yapmayın, mesaj bekleniyor.”
Ama bu defa ses daha yakından gelmişti sanki. Zar zor başımı sola doğru çevirdim, orta boylu, kır saçlı, kalın siyah kaşlı bir adamdı sesin sahibi. Ben bu adamı, bir yerden tanıyordum ama nereden… O kadar tanıdık geliyordu ki sonra aklıma geldi. Bir asgari ücretten fazla fiyata kitap satan uyanıktı, bu. Uyanıklar her zaman geçinecek sırt bulurdu ama şimdi bu neydi, mesaj beklerken parsayı mı topluyordu, akıl alır gibi değildi.
Elimi uzatma çabalarım boşa çıktı ve işte o an sesin sahibi bir kez daha sesini duyurdu ama bu defa “Mesaj bekleniyor” diye değil “O geliyor o” dedi. Kim geliyordu, nereden geliyordu, nasıl geliyordu, neden geliyordu? Bu kalabalıkta biz yerimizden kıpırdayamıyorduk, kim, nereden, nasıl gelebilirdi ki… Akşamın karanlığı bir anda aydınlandı, bütün kalabalık yüzünü gökyüzüne çevirdi. Aman Allah’ım gelen bir UFO’ydu. Ya da UFO’ya benzetilen bir gökyüzü aracıydı. Sesin sahibi bağırmaya, daha doğrusu cazgırlık yapmaya devam etti; “O geliyor o…” diye UFO’yla gelenin tanıtımını yapıyordu.
Sonunda UFO, tam da benim bulunduğu bölgeye doğru alçaldı, hah işte şimdi net görecektim. UFO’nun kapısı üstten alta doğru açıldı, ışıklar daha da yoğun halde gözümüzü alacak şekilde üstümüze yayıldı. Sanki bir toz bulutu da vardı, sanki UFO’nun içinden garip garip yaratıklar çıkacaktı. Cazgırın sesi geliyordu, övmeye devam ediyordu. O olmazsa kimse kimseye gülümsemezmiş, selam vermezmiş, yer vermezmiş. O medeniyetin anahtarıymış. O var olana kadar dünya kapkaranlıkmış, nice kaba nesiller gelmiş geçmiş, ilk kez medeniyetle onunla tanışmışız…
Ama ilginç olan bahsi geçen kişiyi hiç tanımıyordum…
Belki o da beni tanımıyordur.
UFO’nun kapısı açıldı, cazgırın bağırtıları arasında bir adam çıktı. Senin benim gibi bir adamdı bu. Uzaylı falan değildi, gökten zembil gibi bir şeyle inmişti ama ilginç veya garip değil, normal bir adamdı. Zayıftı, normal boydaydı, gözlüklüydü. Şık, lacivert bir takım elbise giymiş, boynuna beyaz puanlı, lacivert bir kravat takmıştı. Yaka cebinde de aynı kravatın kumaşından bir mendil vardı. Gülüyordu adam, hatta sırıtacak kadar gülüyordu. UFO’daki adam kapıda herkesi selamladı, “Sedyeden birisi düştüğünde onu kaldıracağız” dedi ve kapılar kapandı. Garip cisim, geldiği gibi ışıklar saçarak gökyüzünde kayboldu gitti. UFO’daki adamın; “Sedyeden birisi düştüğünde onu kaldıracağız” demesiyle ne olduysa oldu. Kalabalık bir anda sedyeye yöneldi, yerde yatan hasta adamın “Yandım anam!” feryâdı daha gür çıkmaya başladı ve sonra kesildi, yerini inlemeler aldı.
Sonra duydum, adam kalabalığın müdahalesinden ezilmiş. Zavallı zaten iki kez kalp krizi geçirmiş, kalabalığın yoğunluğuna da dayanamamış. Vâdesi yetmiştir belki. Yoksa UFO’daki adam, mesajı net vermişti; “Sedyeden birisi düştüğünde onu kaldıracağız…” demişti, “Boğacağız” dememişti. Zavallı adamla birlikte iki sağlık görevlisi de boğulma tehlikesi geçirmiş…
UFO’daki adamı merak ettim, bir türlü kim olduğunu, neci olduğunu, hangi gezegenden geldiğini, onu kimin gönderdiğini öğrenemedim. Demek ki uzayda hayat vardı ama hangi gezegende? Gerçekten de adam uzaylı mıydı, yoksa bu, onu farklı göstermek için bir taktik miydi, çözemedim. Ama cazgırın söylediğine göre o, olmazsa hiç kimse, bir başkasına el uzatmaz; tebessüm bile etmezmiş. Ondan önce de böyle bir şey yokmuş. Hırpani kılıklı adamla benim -henüz mesaj gelmeden- düşene, el uzatma çabamızı ise görmezden gelmişti cazgır adam…
Naif Karabatak
Makas Dergisi, Ekim-Kasım, 10. Sayı