Zor İnsanlarla Geçinmenin Şifreleri

“Karşımdaki insana şartsız sevgiyle muamele etmek, sevginin ben de dal budak kök salması gibidir. Düşünün ki öyle bir ağaç var ki sizin bünyenizde yedi cihana meyvelerini verse bitmez. Siz o meyvenin açlığını çeker misiniz? Çekmezsiniz…” Uzman Aile Danışmanı Saliha Erdim’in Şehir Ekranı TV’deki Huzurlu Aile sohbetlerinden bu bölümü Nazan Cor metinleştirerek okurlarımızın istifadesine sundu.

Zor İnsanlarla Geçinmenin Şifreleri

Merhabalar efendim… Allah Teala konuştuğun zaman hayır konuşan, sustuğu zaman susması hayır olan, müdahale ettiği zaman doğru, yerinde, zamanında müdahale eden; hayır için müdahale eden, dinlediği zaman ise Allah’a yaklaşacak ne gibi mesaj alabilirim, bu konuşmadan bu konuşmacıdan; kendimi daha iyi insan haline getirecek ne alabilirim diye dinleyenlerden eylesin Rabbim cümlemizi efendim.

Bugünkü konumuz: Zor insanlarla geçinme becerisi…

Yani zor insanlarla geçinme sanatı. Aslında iletişim bir sanat… Karşımızdakini anlamak, kendimizi anlamak, ihtiyaçlarımızı bilmek ve karşımızdakinin ihtiyaçlarını bilmek… Ve daha da önemlisi aslında; meselenin en başında Allah bizden ne istiyor, ne yaparsak razı olacak bunu bilmek… Zannediyorum her şeyin başı bu… Efendim, bazı zorluklar gerçekten var: iletişim adına zorluklar var, sorunlar var. Bazıları doğuştan geliyor. Mesela kişi engelli doğuyor, doğuştan öğrenme güçlüğü ile doğuyor, doğuştan genetik rahatsızlıkla doğuyor, doğuştan biyolojik hasta olarak - bedeni hasta olarak doğuyor. Elbette ki bunlar, sağlıklı bir insana göre hayatı biraz daha güçleştiren, biraz daha zorlaştıran, ekstra sabır ekstra bilgi ekstra yaklaşım biçimi ve dayanma gücü gerektiren şeyler… Bazen de bunlar insanın müdahalesinin dışında olan şeyler. Allah-u Teala’nın bizi ikramlarıyla, lütuflarıyla daha iyi noktalara taşımak için verdiği lütuflar diyelim, ikramlar diyelim.

Bir de hayatın sonradan zorlaştırılmasına sebep olabilecek şeyler var. Bunların temeline baktığımızda bir anne baba yaşantısını görüyoruz. Anne babanın çocuklarına yüklediği değer yargılarını görüyoruz, anne babanın çocuklarına kullandığı dil ve üslubu görüyoruz. Bugün bir hanımefendi ile görüştüm. İlkokul mezunu ama o kadar güzel düşünüyor ki… o kadar sağlıklı düşünüyor ki… ‘Hocam benim eğitimim yok!’ diyor. Hayır, dedim: Siz eğitilmişsiniz. Diploma eğitim değildir, diploma bir öğretimdir ve diploma; insanın iyi vasıflarını daha çok güzelleştirmedikçe, insana nasıl yaklaşacağını öğretmedikçe: en başta dışarıda herkes birbirine karşı iyi… Aile hayatında eşinin kıymetini, çocuklarının kıymetini, zamanının kıymetini, ömrün kıymetini, paylaşmanın kıymetini anlatmadıktan sonra o; mesleki bir beceri kazandırır ve daha çok sosyal hayatla ilgilidir. Dışarıdakilerin memnun eder. Gereksiz midir, gereklidir ama o bilgiyi edinirken insani ilişkilerdeki tecrübeleri öğrenmeleri, hocalarından öğrendikleri, arkadaş paylaşımından öğrendikleri, bazı kitaplardan öğrendikleri kendisini daha iyi insan yapmamışsa yazık olmuş! O süreler, derinleşmek için, daha iyi insan olmak için potansiyel değerlerle dolu; görene-bakana…

O yüzden de eğer onlar edinilmemişse dışarıdaki hayatı için çok güzel bir kazanım elde etmiştir... Eğer idealist bir insansa işini en iyi şekilde yapmaya gayret eder. Fakat o insanın, evde de bu kadar iyi davranması, bu kadar güzel muamele etmesi beklenir. Bu arada çocukluğundan itibaren kendisine değer yüklenen ki bugün görüştüğüm hanımefendilerden birisi öyleydi. Mesela diyordu ki: “Ben odanın birinden ötekine giriyorum, bir bakıyordum annemle babam ellerini birbirlerinin omuzlarına atmışlar. Biz gelince hafif tebessüm ederek çekiyorlardı ellerini ama ben onları öyle mutlu görüyordum. Televizyon izliyorlar, böyle elleri omuzlarında izliyorlar. Ben bizim ailede kavga görmedim.” Bugün bana yardım almak için geldi, çünkü kayınvalidesiyle ciddi sorunları var, ciddi sıkıntıları var. Kayınvalidesi, eşinden göremediği bütün sevgiyi oğlundan görmek için oğluna adeta yapışmış, göbek bağıyla hani anne-çocuk nasıl birbirine bağlıdır ve annenin kanından besleniyor çocuk; hanımefendi de eşinin rahatsızlığından dolayı doğru bir eş ilgisi görmemiş, sevgisi görmemiş, paylaşımı görmemiş ve bütün değerlerini oğluna yüklemiş. Oğlundan aldığı ile hayatta duruyor. Elin kızı da gelecek -tabiri caizse- senin oğlunu alacak ve bir yuva kuracak… Kıyametleri koparmış ve bununla ilgili hem ciddiye krize girmiş hem yıllardır krize sokuyor. Ama hanımefendi annesinden babasından aldığı o sağlıklı düşünce ile o gülümseyen gözüyle, o nur gibi kalbinin temizliğinin yüzüne yansımasıyla öyle güzel idare etmiş ki öyle güzel yönetmiş ki: “Ya dedim harikasınız, sizin aslında bana danışmaya bir şeyiniz kalmamış. Öyle güzel yönetmişsiniz ki… Siz şurada benim koltuğuma otursanız, birileri gelse çok rahatlıkla onlara danışmanlık yapabilirsiniz. Çünkü insanın kıymetini anlamışsınız. Ailenizden öyle güzel sevgi depolamışsınız ki: sevginin kırıntısına bile hayatının pek çok değerini feda edecek noktada değilsiniz. Siz doymuşsunuz… Sevgiye değere ilgiye doymuşsunuz. O yüzden de eşiniz annesine biraz yaklaştığında ya da annesi benim oğlum diye böyle sarmaladığında krize girmiyorsunuz. Çünkü denginizi bulmuşsunuz, ufak tefek ötelemelerle ya da üflemelerle dengeniz bozulmuyor, sağlam bir yapıdasınız, dedim. Gerçekten de arkadaşları ona: “Ya ben çok bunaldım, sana anlatayım da biraz rahatlayayım.” diyorlarmış. Çünkü öyle birisi, o hale gelmiş birisi…

Baba ne iş yapar?

Başka türlüsü nasıl oluyor? Allah bütün beyefendiler, bütün babalardan razı olsun, öyle bir çalışıyorlar ki hayattaki tek değerleri: çalışma hayatı. “Ya abi bu işin nasıl yaptın” dedikçe besleniyor; “para kazandıkça” besleniyor. “Kendisi bir şeyleri odaklanıp bir şeyler ürettikçe” besleniyor ama beslenmesinin tümünü dış hayatı aktardığında, sosyal hayattaki ilişkilerine yüklediğinde ve çalıştığı yerdeki iş alanıyla beslendiğinde o zaman evdekiler için böyle bir ihtiyacı yok ki… Geliyor… Ev nedir onun için? Evin anlamı nedir? Yemek yediği, yatıp uyuduğu ve çocuklarının olduğu bir ortam. Baba ne iş yapar? Dışarıdan gelecek, akşam koltuğuna oturup dizisini izleyecek… Çünkü baba yorgundur. Baba akşama kadar birileriyle didişmiştir boğuşmuştur. Helal rızık getiriyordur; amenna hepsi tamam. İyi de bu babanın babalığını kendisi yapmazsa kim yapacak? Bu babanın eşliğini kendisi yapmazsa kim yapacak? O babanın eşiyle olan paylaşımlarını kendisi yapmazsa kim yapacak? Bu adam bunlara gerek görmüyor. Çünkü böyle bir algısı yok, böyle bir düşüncesi yok. Aklında böyle bir fikri yok, böyle bir ihtiyacı yok. Her insan neye ihtiyaç hissederse ona odaklanır, ihtiyacını oradan karşılamaya çalışır. Şu ana kadar aldığı bütün bilgiler: ne yapabiliyorsa sosyal hayatta yapıyor, ne yapabiliyorsa ilişkiler ağında yapıyor, ne yapabiliyorsa para kazanmak için yapıyor. Ondan sonra da diyor ki: “Ya ben sizin için kazandım.” Doğru! Ama bu kadar kazanmanın kim söyledi? Bu kadar başka şeylere odaklanmanı kim söyledi? Çocuğun babasız, ben eşsiz, bu aile evin erkeği olmadan erkeksiz… Peki, nasıl olacak? Bir komşuya gittiğiniz zaman da suya sabuna dokunmadan oturuyorsunuz, yemek yiyip kalkıp yatıyorsunuz. Sizin; bir komşunuzun sizin evinize gelmesinden daha farklı bir pozisyonunuzun olması gerekmez mi?

İhtiyacı giderilmemiş organizma sıkıntı üretir.

Böyle bir durumda ne oluyor? Hanımefendinin eş ihtiyacını kim giderecek? Sevgi ihtiyacını kim giderecek? Oturup iki kelam etme ihtiyacını kim giderecek? Hemen şu cümle aklımıza geliyor: İhtiyacı giderilmemiş organizma sıkıntı üretir. Bizim kendimizi Allah’a yakışır bir kul haline getirme derdimiz olmadığı için; “Ben ne yaparsam Rabbim razı olur?” sorusu da gündemimizde yok! Sordukları zaman elbette “Allah’a şükür Müslümanız” diyoruz. Ama namazı, abdesti kastetmiyorum. Onlar sağlam olsa zaten bu söylediklerim büyük bir ihtimalle sağlam olur. Namazdan namaza Allah’a hatırlarsak, o zaman ilişki bazında, o zaman sorumluluklarımız bazında Allah hayatın içinde değil. Peki, ne zaman içinde olacak? Bunu biz Allah adına düzeltmediğimiz zaman, böyle bir idealimiz, böyle bir zihinsel yapılanmamız olmayınca sistem işlemiyor. O zaman ne oluyor? Çocuklar kendi başlarına kalıyor. 100 tane anne çeyrek baba etmez. 100 tane babanın çeyrek anne edemeyeceği gibi… Ne oluyor? Anne hem baba olmaya çalışıyor hem anne olmaya çalışıyor. Hem çocuklara sınır koyan, hem şefkat ve sevgi göstermeye çalışan anne bocalıyor. Bir süre sonra bu yük kendisine ağır geliyor ve eşine karşı sert ve tepkisel davranmaya başlıyor. Beyefendi, konforunu bozmak istemediği için gidiyor “Aslan oğlum nasılsın?” şöyle bir sırtına dokunuyor. “İyiyim baba”, “dersleri nasıl”, “fena değil baba” bu kadar…. Bunu, komşuda söylüyor. Babanın çocuğun hayatında, hal hatır ederken hayata dair değerlerini aktarması gerekmez mi? Kendi çocukluğundan güzel örneklerle babam şunu yaşamış, ben bunun daha iyisini yapacağım diyeceği paylaşımlar yaşaması gerekmez mi? Dini babanın sevdirmesi gerekmez mi? Baba olan değerli beyefendi kardeşlerimin, sabah namazına ailece kalkıp kendisi imam olup namaz kıldırması gerekmez mi? Birlikte Kur’an okuyup birlikte onun mealini okumaları gerekmez mi? Birlikte hadis-i şerifleri okuyup Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem böyle yapmış güzel yavrularım demesi gerekmez mi? Bu çocuğun zihnine bilgiyi imam hatipler mi koyacak Kur’an kursları mı koyacak? Ya o zamana kadarkiler… Bütün okullar; hangi okula verirseniz verin, ne kadar kıymetli bilgi çocuklara yüklenirse yüklensin… temel ailede verilir. Anneden görülendir, babadan görülendir ve onların ağzından duyulandır; gerçek temel.

Çocuğunuzu nasıl daha iyi yetiştireceğinizi dert ediyor musunuz?

Şimdi annenin şöyle bir derdi yoksa: “Çocuğumun geleceğe yönelik daha sağlam bir kimlik-kişilik sahibi, daha sağlam bir ahlak ve karakter sahibi olabilmesi için benim neleri bilmeye ihtiyacım var ve bunları çocuklarının hangi yaşında nasıl aktarabilirim… Böyle bir sorusu yoksa böyle bir bilgilenmeye ihtiyacı da olmuyor. Bizim şu anda birkaç temel ihtiyacımız var ve bu ihtiyaçların acilen değişmesi gerekiyor değerli kardeşlerim. Toplumumuz elden gidiyor, aile huzuru gidiyor, boşanmalar fevkalade arttı. Çocuklarımız sorunlu; çocuklarımızı kaybediyoruz. Gençler başlarını açıyor, gençler anneden babadan kopuyor. Başını kapatmayabilir de mesele başını kapatıp kapatmaması değil; mesela kapalıyken açması. Bu bir sinyal… Bize bir şeyleri öğretiyor olmalı, bize bir şeyleri düşündürüyor olmalı. Ne oldu da bu çocuklar severek isteyerek yaptıkları bir eylemi bir ibadeti terk ediyorlar? Bunun altındaki bileşenler nedir? Çocukları bu noktaya getiren şeyler nedir?

Anne baba olarak oturup toplum mühendisleri olarak oturup bunları düşünmemiz lazım. Sosyologlar, psikologlar, eğitim bilimcileri, ilim adamları, bilim adamları oturup bu toplum nereye gidiyor, anne babaları biz nasıl eğitmeliyiz nasıl yönlendirmeliyiz diye düşünmemiz lazım. Kitle iletişim araçları ile insanlara bilgi vermemiz ve bu kaymanın önüne geçmemiz gerekiyor. Çocuklar kendi başlarına büyüyor. İnternet ellerinde büyüyor, kadın hayatını eşiyle ama eşsiz yaşıyor. Beyefendi eşiyle gibi ama telefonun içinde yaşıyor. Herkes online ama evde kimse yok! Güya evdeyiz, paylaşımımız yok. Bizim paylaşımımız sosyal medyayla… Ne elde ettik? Kaç yıldır telefonun başından ayrılmıyoruz, yatarken bile başımızın altında. Kim ne paylaştı, kim ne yaşadı, kim nerede? Hiçbirisi bizi ilgilendirmeyen şeyler, hepsi bizi ilgilendirmeyen şeyler… Yanlış hatırımda kalmadıysa bir hadis-i şerif var, inşallah doğru aktarıyorumdur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Kişinin kemali lüzumsuz ve faydasız şeylerden kendisini uzak tutmakladır.” O zaman faydalıya yöneliriz. İnşallah doğru bir aktarım olmuştur.

Şimdi, sorunlar böyle böyle oluşuyor. Çocuğu eleştiriyoruz, çünkü eleştirmememiz gerektiğini bilmiyoruz. Çocuğu aşağılıyoruz, çocuğu milletin içinde mahçup ediyoruz; nottan dolayı kırıyoruz, yatağını toplamadı diye kızıyoruz, kardeşine kızdı diye kırıyoruz. Yani kızmak için çocuğa bağırmak için o kadar sebeplerimiz var ki… Oysa iyi davranmak için sebep üretmeliyiz. Çocuğumuzu sorunsuz bir insanın haline getirmek için sebep üretmeliyiz. İnanın öyle çocuk-anne ilişkileri duydum ki: eğer Allah yardım etmese depresyona girebilirdi. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir baba vicdanını, baba ahlakı, böyle bir baba şefkati olabilir mi? Anne böyle davranabilir mi diyeceğim onlarca örnekle karşılaştım ve bunlar bizim çocuklarımız ve bunları biz topluma salıyoruz. Nasıl salıyoruz? Sorunlu insan olarak. Bunlar evleniyorlar: ne eşini dinliyor, ne çocuklarını dinliyor, ne danışmana gidiyor, ne kulak veriyor. İşte bunlar oluyor sana zor insan… Hadi bunlarla geçin!

Hayatı benimle paylaşmıyorsan, kiminle paylaşacaksın?

Hanımefendi diyor ki: “Hayatım bazı sorunlarımız var, oturup konuşalım.” “Benim sorunum yok, senin sorunun var.” diyor. İyi de bu sorunu ben seninle yaşıyorum. Senin hiç mi dahlin yok? Diyelim ki benim sorunum. Bu evin erkeği olarak senin beni dinlemen, buna nasıl çözüm üretebiliriz demen gerekmez mi? Sen beni dinlemeyip eş olarak kimi dinleyeceksin? Kimi dinleyeceksin, kiminle hayatı paylaşacaksın? Sen benimle hayatı paylaşmıyorsun, kiminle paylaşacaksın? Televizyondakileri izleyip geçiyorsun, telefonun içindekileri bakıyorsun geçiyor. Hayatının gerçeği benim, onlar sanal… Sen sanal şeylerle ömrünü geçirirsen; peki ben kiminle hayatımı paylaşacağım, kiminle çocuklarımla iş yapacağım? Hanımefendinin birisi diyor ki: “Eşim geliyor, hafta sonu benim keyif günüm, bana dokunma diyor.” İyi de bu çocukların babayla bir sosyal hayata, yaşamaya, gitmeye ihtiyacı var. Siz gidin, ben yorgunum. Çocuğumla sinemaya gidiyorum, çocuğumla tiyatroya gidiyorum, çocuğumla parka gidiyorum, çocuğumla pikniğe gidiyorum: baba yok! Babanız nerede? Evde istirahat ediyor. Bu yorgunluk değildir! Bu sorumluluktan kaçmadır! Özür dilerim ama bunun adı tembelliktir, bunun adı kendisine düşeni yapmamaktır. Peki, insanlar olarak eşler olarak hanımefendi ya da beyefendi olalım: biz birbirimizle konuşacak halde olmalıyız ki sıkıntımı ifade edebileyim. Biz birbirimizle oturup birbirimizin yüzüne bakacak halde olmalıyız ki gözlerimizin içine bakalım, gözlerimizdeki sevgi, gözlerimizdeki ihtiyacı, gözlerimizdeki yardım çığlığını görelim. Okumak; kitap okumak, yazmak değil… Birbirimizi okumak… Halimizi okumak… Bizi dengede tutacak ihtiyaçları okumak ve bunları nasıl giderebileceğimizi konuşarak öğrenmek ve bunun gereğini yapmak konusunda okumak…

Şimdi eşler böyle… Çocuklar, bu gergin, kavgalı-gürültülü huzursuz ortamda büyüyor. İlişki canlı bir şeydir, hayatın canlılığı gibi. İnsana ya can katar ya insanı tabiri caizse uç bir örnek olabilir ama canından eder. Fiilen organizma olarak yaşıyor olmak yaşamak değildir. Bu beden, Allahu Teala verdiği canı almadıkça sürüklenerek de olsa hayata devam eder. Asıl olan insanca yaşamaktır, mutlulukla gülümseyebilmektir, eşine sımsıkı sarılabilmektedir. Çocuklarına mutlu olarak şükür içinde bakabilmektir.

Peki, nasıl düşünmeliyim, ne yapmalıyım?

Burada bir iki cümle daha kurup başka bir konuya atlayacağım efendim. Ailemizden pek çok genetik aktarım bize ulaşmış olabilir, ailemizden çok zarar görmüş olabiliriz, kendi içimize kapanmış olabiliriz, eşinizle nasıl geçineceğimizi bilmiyor olabiliriz, zarar makinasına dönmüş olabiliriz. Hepsi insanlar için… Bundan kurtulmanın yollarını arayalım. Eğer eşiniz sizden şikâyet ediyorsa oturup düşünün! Secdede “Ya Rabbi benim aklımı kullanmamı nasip eyle! Ya Rabbi eşim bu hayattan razı değil, ben hangi durumdayım ki eşimi mutlu edemiyorum.” deyin. İster kadın olalım ister erkek olalım; kadınlıkla erkeklikle alakalı değil iki muhatapla alakalı... “Ya Rabbi, ben nasıl düşünmeliyim ki nasıl akledip fikretmeliyim ki eşimle aramı düzeltebileyim?” “Ya Rabbim, ben kendisine tahammül edilen, kendisine zorla sabredilen; senin için değil şu çocuklar için evliliği sürdürüyorum denilen olmak istemiyorum.” “Evliliği senin için değil şu çocuklar için evliliği sürdürüyorum denilmek” nasıl büyük bir talihsizlik! Neden? Daha mutlu olabilecekken neden daha güzel yaşayabilecekken neden? Hep birlikte Allah’a yönelerek şükürle mutlulukla hayatı yaşayabilecekken neden? Bu sıkıntılar neden? Neden bu sorunlar? Yüreğimizi Allah’a bağlamak, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gibi yaşamak, Müslümanca düşünmek, insanca düşünmek, kendime değer katmak, çevremdekilere eşime çocuğuma değer katmak ve yuvamızı cennetten bir köşe yapmak gibi bir derdimiz yok. Bizi böyle düşündürecek sorularımız yok… Bizi bir noktaya götürecek derdimiz, davamız yok.

Bu hayatı nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz. Rastgele yaşıyoruz. Tarlaya rastgele yaklaştığınızda, rastgele sonuçlar alırsınız. Hele insanın hayatında rastgele yaklaştığınızda, sıradan yaklaştığınızda, özensiz yaklaştığınızda öyle ciddi sorunlar çıkar ki… Yanlış bir şekilde ilerlediğiniz mesafe, tahrip ederek sizi ilerletir. Geriye dönmeyi isteseniz bile gittiğiniz hızla geri dönme şansınız yoktur. Çünkü o kadar şey tahrip olmuştur, o kadar yollar köprüler bozulmuştur ki. Bazen dönmek istersiniz tam ucuna gelirsiniz ama bakmışsınız ki köprüler atılmış, yol kalmamış ve ondan sonra da ben artık bu evliliği sürdüremiyorum noktasına gelir. Yazık değil mi? Bu kadının enerjisine yazık değil mi, bu erkeğin enerjisine yazık değil mi? Bu çocuklar bizden sonra hayata en güzeli ile devam edecek, bizden sonra Allah’ın dinini yaşayacak, bizden sonra evlenecek çoluk çocuğa karışacak, bu toplumun pek çok sosyal biriminde görev alacak. Ve Allah adına bu dünyayı mamur edecek, imar edecek insanlar değiller mi? Biz onlara ne yüklüyoruz? Onlar ne yaşayacaklar? Baba çocuklarıyla, erkek erkeğe; oğulları ile babalar erkek erkeğe doğru bir sağlıklı iletişim kuramazlarsa; erkek çocuk fazlaca anneyle ve kız kardeşle birlikte olursa yanlış cinsel kimlik oluşumuna zemin hazırlanabilir. Kadın, erkeği çokça karaladığında; erkek kadını çokça karaladığında; ikisi de birbiriyle savaş yaşadığında, çocukların kadın algısı da erkek algısı da bozuluyor. Çünkü en temelinde örnek aldıkları, canım benim dedikleri rol modelleri. Anne ve baba çocuğun gözünde ne o tarafa gidebiliyor, ne diğer tarafa… Ne ondan kopabiliyor, ne ondan… Ne onu sevebiliyor, ne onu. Ne kadar acı bir şey! Çocuğun şefkatle sığınmaya ihtiyacı var ama sığınamıyor. Babadan ayrı zarar görüyor, anneden ayrı zarar görüyor. Bu çocuk nereye sığınacak?: Arkadaşlarına. İşte en büyük tehlike… Aile onun cennetten bir köşesi olmalı iken, anne babasıyla şartsız bir bağlanma, şartsız bir güvenme, şartsız bir sevgi ve paylaşım içinde: değer aktarımı içinde olmaları gerekiyorken hiçbir şey almadan, internetten zihnini doldur, internetten gönlünü doldur… Sosyal hayattan iletişimlerini gerçekleştir… O zaman ne oluyor? Anneden babadan kopuk başkalarıyla bağlı, bu tarafla bağı kopuk bir çocuk oluşturuyor. Ondan sonra siz “Evladım bana bağlı değil, evladım beni düşünmüyor.” diyorsunuz. Geçmiş olsun. O bağ vaktinde kurulacaktı, çocukken kurulacaktı, sizin kucağınızdayken kurulacaktı. Allah’la ve sizinle kopmayacak kadar sağlam bir sevgi bağı kurulmalıydı. Siz birbirinizle kavga etmekten, birbirinize didişmekten… çocuklara orası kirlendi falan ne olmuş kirlenince sen ya olmuş temizlenmez mi temizlenir. Allah korusun çocuk yanlış bir yere bir kibrit çakıyor, bir yanlış bir şey yapıyor ev ve içindekilerin tamamı yanıyor. Yeniden insan ev ocak sahibi olur… Ne olur ki kirlense ne olur? O halıyı at, çöpe at! Çocuğunun gönlünü kıracağına… Ne olur ki… Biz çocuklarımızın değerini anlamadıkça birbirimizin değerini anlamadıkça ve kalp kırmanın insanı un ufak ettiğini, onu değersizleştirmenin hayattan kopardığının, onun Allah’ın bir emaneti olduğunu, onu böyle hayattan koparmanın Allah’a karşı ciddi bir suç olduğunu farkına varmadıkça bu eylemleri yapmaya devam edeceğiz. Allah’ım bize rahmet etsin, merhamet etsin ve acısın da bu tahrip eden, bu yıkıcı üstelik tahribat üzerine tahribat yapıcı tutumlardan hepimizi korusun inşallah.

Mecbur kalmadan boşanmak yok!

Efendim, zor olan gelinler var. Melek gibi kayınvalidelere inanın hani kan kusturuyor derler ya öyle! Zor olan kayınvalideler var, melek gibi gelenlere kan kusturuyor. Zor olan erkekler var, harika bir hanımı var, çektirmediğini bırakmıyor. Zor olan kadınlar var, melek gibi bir eşi var yapmadığını bırakmıyor. Beyefendi diyor ki: “Saliha Hanım artık eşimin şükürsüzlüğünden, eşimin şikayetlerinden o kadar bunaldım ki… Benim başımın etini yiyor tabir-i caizse. Dolayısıyla eve ne kadar geç gelirsem o kadar iyi diyorum, dışarılarda oyalanıyorum. Baş edemiyorum artık diyor. Ya erkeğe de yazık kadınlarda yazık ve bu ortamda büyüyen çocuklara daha çok yazık. Peki, şimdi bunlarla nasıl geçineceğiz, hayatı nasıl sürdüreceğiz? Bir de bakıyorsun ki eğer duygularımıza göre hareket edecek olursak ya insan diyor ki: “Ya benim bir tane ömrüm var, ben ağlayarak mı geçireceğim, bu kadar zarar içinde mi geçireceğim.” Ayrılayım daha iyi noktasına getiriyorum insanı bu bir vebaldir. Hiçbir kadın ya da hiçbir erkek durup dururken yuvasının bozulmasını istemez. Yuvanın bozulması tam bir travmadır, çocuklar için kıyamettir. İki şey kıyamettir çocuklar için: Arkadaşsızlık ve ailesizlik. Parçalanmış aile yani sevginin parçalanması yani değerin parçalanması anlamına gelir; çocukların kıyametidir. Siz istediğiniz kadar ben çocuklarıma bakarım, ben çocuklarımı mağdur etmem deyin. Yok öyle bir dünya! Senin çocuklarını alıp iki saat dışarıda parkta oynatman, çocuklarına bol bol hediye alarak işte ayakkabı, saat telefon alarak çocuklarından bir hafta boyunca göstermediğin sevgiyi göstermen onların duygularını onarmıyor. Hiçbir anne baba şunu aklından çıkarmasın ki: Boşandığınız zaman çocuklarınız asla mutlu olmayacak. Parçalanmış aile çocukları diye etiket yapıştırmış oluyorsunuz. Çok mecbur kalmadan boşanmak yok! Ve insanları boşanmaya mecbur bırakmak Allah katında inanılmaz büyük bir vebaldir. Hiçbir erkek hanımını boşanmak zorunda bırakmamalı. Hiçbir kadın da erkeğini boşanmak zorunda bırakmamalı. Sevgisiz bırakmamalı, saygısız bırakmamalı, cinsel hayatın yolunda gitmesi için çaba sarf etmeli, paylaşım olmalı, üretkenlik olmalı… herkes bunun için çaba sarf etmeli.

Bu yıkılan yuvaların her birisinin bu topluma çok zararı var. Nesillerimize zararı var. Şu anda yaşı 35 evlenmek istemiyor. Yaşı 40 evlenmek istemiyor. Annem mutsuz, babam mutsuz, abim mutsuz, ablam mutsuz, dayım amcam mutsuz… Ben evleneceğim mutlu mu olacağım diyor? Dışarıdan bakınca haklı diyorsunuz. Toplumda evlenmeyi caydırıcı, mutlu olunamayacağına dair herkesin mutsuz olduğuna dair tedavi edilmesi gereken bir algı oluşuyor. Ben böyle gençlere diyorum ki: “Siz o değilsiniz. Sizin eşiniz de onun eşi olmayacak. Siz önce kendimize yatırım yapın. Siz önce kendinize nasıl daha iyi bir eş olabilirim diye sorular sorun. Cevaplarını öğrenin. Kendinize iyi bir eş olmak için hazırlayın, gerisini Allah’a bırakın.” Yani kırkına gelmiş hadi bari evlenelim demenin bir manası yok, vaktinde evlenin. Ben yıllar önce öğrenciyken Uluslararası Jinekoloji Seminerine katılmıştım. Uluslararası kadın doğum otoriteleri diyordu ki:

1- 25’inden önce evlenin. Kemik yapınız bir doğum geçirsin ve bunu normal doğum olarak yapın.

2- Sezeryan çok ağır bir ameliyattır, mecbur kalmadıkça: anne ve çocuk hayatı tehlikede olmadıkça sezeryan yapmayın.

3- sezeryan olduktan sonra bir buçuk iki yıl geçtikten sonra normal doğum yapabilirsiniz.

3 tane önemli not almışım, hangi yılda? 1978’de aldığım not bu, hala duruyor. Uluslararası Jinekoloji Sempozyumunda ben de görevliydim, orada not almıştım. Dolayısıyla bizim nasıl daha iyi olacağımıza dair, evliliğin bekarlığa nazaran daha iyi olduğuna dair, güzel geçinmenin mutsuzluğa daha iyi bir alternatif olduğuna dair, birilerinin kavgaya meyili varsa onları caydıracak şekilde bir dil ve üsluba sahip olmanın kavgaya meyilli hale getirmekten daha anlamlı ve daha iyi olduğunu öğrenmemiz gerekiyor efendim.

“Belki de yükün ağır değil sen zayıfsın.”

Şimdi varsayalım ki bir konuda zorlanıyoruz. İki alternatifi var bunun. Daha doğrusu bunun iki açıklaması var: Ya ben zorum, karşımdaki insanın tam da benim istediğim gibi olmasını bekliyorum. Ki bu realist bir şey değildir, hiç kimse kimsenin istediği gibi olmak zorunda da değildir. Bu işin normali de bu değildir. Ben karşımdakini benim istediğim gibi değil diye sorunlu görüyorsam, bu benim bakış açımın sorunlu olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla karşımdaki sorunlu diyorsam bunun iki açılımı vardır:

  • Bir, benim bakış açım sorunludur.
  • İki, karşımdaki gerçekten bana zor geliyordur.

Çok güzel bir atasözü var, bir de Japon atasözü var. İkisini çok sık birlikte kullanıyorum.

“Belki de yükün ağır değil sen zayıfsın.” Kendimle ilgili olarak sorun kaynağına söylenebilecek bir söz bu.

Öteki de: “Belki de kuyu derin değil senin ipin kısa…”

Dolayısıyla gerçek çözüm: Karşımdakini değiştirmeye çalışmadan kendi bakış açımı değiştirerek, Allah’ın razı olacağı şekilde davranmak konusunda kendimi hazırlamamdır. Bir insanı pes ettirecek çok önemli iki sebep var: Birincisi yaptığımız şeyi karşımızdaki için yaptığımızı düşünüyoruz ve karşılık bekliyoruz. Bütün iyilikler, sıfır beklentiyle yapılmalı! Bütün doğru davranışlar kesinlikle sıfır beklentiyle yapılmalı. Çünkü her iyi davranış; her güzel davranış; bir tebessüm bile, bir hoşgörü bile, bir sevecenlik bile… Adına ne derseniz deyin… Bir taşı yoldan alıp kenara koymak, bir dikeni insanlar eziyet çekmesin diye kenara koymak bile… Bu bile… Sadaka niyeti ile yapılan en küçük hareket bile Allah’ın tarlasına bir tohum atmak demektir. Benden bir şeyin çıkması demektir. Allah yolunda harcayanlar… Ben bunu Allah yolunda harcıyorum. Bu da benim enerjimi, bu da benim sevgimi, bu da benim sabrımı, bu da benim anlayışımı, bu da benim iyi niyetimi Allah yolunda harcamam anlamına geliyor. Allahu Teala bunları bire 700 veren başaklar gibidir, diye tanımlıyor. Nasıl büyük bir mükafat, ne güzel bir mükafat! Ben kayınvalidemin bir teşekkürüne bunu değişir miyim? Allah’ın tarlasında ne kadar tohumumuz varsa o kadar zenginiz demektir. Allah’ım defterine ne kadar iyilik yazdırmışsak o kadar çok puan kazanacağım demektir. Biz buraya imtihana geldik, sınava geldik… Puan kazandıkça sınavımızın kolaylaşması söz konusu. Biz yarışa geldik, hayırda ve iyilikte yarışmaya geldik. O zaman yarışta puan kazanmak için çaba sarf edeceğiz. Bu hayat, Allah’ın… O verdi bize! Ve O verdiği için kuralları da O koydu. Ben O’nun kurallarına göre ne kadar güzel yaşarsam, sonuç da o kadar güzel olacaktır. Dolayısıyla:

Karşımdakini değiştirmek benim işim değil.

Ben iyilik yaparsam değişir mantığı, yanlış bir mantık. Çünkü Allah değişimi senin beklentine göre ayarlamıyor. Sadece diyor ki benden beklersen ben veririm; benim kapımı çal, niye insanların kapısını çalıyorsun? O da senin gibi aciz. İyiliği yap bana bak, güzel davran bana bak, hoşgörü göster bana bak! Senin işin benimle… O da kul, sen ondan niye bir şey istiyorsun? Senin elinde bir şey var mı ki elinde bir şey varsa değiştir bakayım! Hiç kimsenin elinde bir şey yok. Peygamberin elinde de bir şey yoktu diyor ayetleriyle Allahu Teala bize… “Ey Habibim! Sen sadece tebliğ edicisin buyuruyor.” Hazreti Allah. O zaman insanların değişimine odaklı bir davranış yok! Biz yapacağız, Fussilet Suresi’nin tecelli etmesini bekleyeceğiz. Ne zaman? Allah bilir. Beklentim olmadığı zaman sabırsızlık da olmuyor. Ben iki kere iyi davrandım, niye sonuç almadım… küt diye düş depresyona gir… Bu değil! Allah’tan beklersek tabiri caizse kaba tabir ile Rabbimden de özür diliyorum: fişi enerji merkezine takarsak niye şarjım bitsin ki? Ben Allah’tan besleniyorum. Ben Allah’tan istiyorum. O’ndan daha çok sözünde duran, O’ndan daha çok insanları koruyan, O’ndan daha çok kullarına cömertçe veren başka bir kapı yok. O zaman Allah’a dayanmak en kârlı yol. Allah’a güvenmek en akıllıca yol. Ve Allah’tan bekleyerek sıfır beklentiyle hareket etmek, aklın gelişmiş olması ile ilmin derinleşmiş olmasıyla ve benim meseleyi anlamış olmamla ilişkili. “Ya Rabbi, bunu bana nasip et!”, “Ya Rabbi, bunu bana lütfet!” Ya Rabbi, bana yanlış davranan insanların bunu, ben de bir şeyi kemale erdirmek gibi bir niyetle, bir amaçla yaptığını anlamamı nasip eyle!” Sen ahlak olarak benim sana uygun hale gelmem için benim hassas olduğum noktalarda beni imtihan ediyorsun ya da benim daha iyi davranmam için bana imkanlar sunuyorsun, fırsatlar sunuyorsun.

Bir beyefendi: “Saliha Hanım, eşimden tek bir isteğim var: Kapıdan gelince bana güler yüz, tatlı dil göstersin, hayatım hoş geldin desin, başka bir şey istemiyorum.” diyor. Allah’ım bu beyefendinin karşısına hiç gülmeyen bir hanımefendi veriyor, buradan sınıyor. Birisi diyor ki: “Ben lüks içinde yaşamayı öncelik haline getirmiş birisiyim. Ben fakir bir hayata razı olamam.” Çok zengin birisiyle evleniyor. Beyefendi para kaybetmeye başlayınca krize giriyor. Allah kendisine uygun olmayan taraflarımıza törpülüyor, benden başkasına bağlanma diyor, Benden başkasından beslenme diyor, benden başkasına güvenme diyor.

Saliha abla, yıllardır şunu yaptım da kayınvalidem de karşılığında bana bunu yaptı. Bilmiyorum, diyor. Hayal kırıklığına uğradım… Hayal kırıklığına uğraman senin anlayışının yanlış olmasında… Kim dedi sana, kayınvalidene iyilik yaptığın zaman o sana yanlış yapmaz diye… Senin kayınvalidene yaptığın iyilikle Allah’ın kayınvalidene yaptığı iyiliği şöyle bir terazinin tepesine koysak, kıyas kabul eder mi? Etmez. Kayınvaliden Allah’a karşı kusur işliyorsa sana karşı niye işlemesin? Sen onun Rabbi misin? Değilsin. O zaman kul için: “Ben bunu asla ondan beklemiyordum, hayal kırıklığına uğradım.” demek sen insanın realitesini anlamamışsın demektir. Sen insanın aşağıların aşağısına da düşeceğinin farkında değilsin, bu senin sıkıntın… bu senin problemin. Anlayışını düzeltirsen: O da insandır, demek ki oluyor: başkalarının başına geliyordu, benim başıma da geldi. “Ya Rabbi, karşılaştığım hareketin, karşılaştığım davranışın beni daha iyiye sevk edecek, benim daha iyi olmama yardımcı olacak; karşımdakini de daha doğru davranmaya sevk edecek bir stratejiyle algılamamı ve ona uygun davranmamı nasip eyle.” “Ya Rabbi, ben beşerim şaşarım. Duygularım değişir. Küt diye düşerim, özür dilerim. Anladığımızı zannederim bakarım ki anlamamışım, ben bunu yaparım derim bakarım ki yapmamışım… O kadar zayıfım ki benim ellerimi bırakma ne olur Rabbim!” diye dua edelim. Kayınvalidem bunu nasıl yaptı, hayal kırıklığına uğradım, dediğimiz şeyin daha beterini yaşayabiliriz. Ay bunu nasıl yaptı, inanamıyorum! Ben olsam asla yapmam, demişsek eğer yandık! O başımıza gelecektir.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Başkalarını kınayan bir insanın kınadığı başına gelmedikçe Allah onun canını almaz.”

En ağır cürümü işleyen olsa bile diyeceğiz ki: “Ya Rabbi, onun nefsi ona bunu yaptırmışsa benim nefsim de en az onunki kadar azgın. -Özür dilerim ama azgın.- Ben ondan daha beterini işleme potansiyeline sahibim. Ya Rabbi, sen ona yardım et, beni ve diğer müminleri koru.”

Bir sıkıntı bize isabet ettiğinde bunun, Allah’ın hangi zayıf yönümü güçlendirmek için bunu bana yaşattığına bir bakalım. Allahu Teala buyuruyor: “Biz kullarımıza zulüm murad etmedik.”

Hiç mi düşünmezsiniz, ne kadar az düşünürsünüz, akletmez misiniz? Ve dolayısıyla “Ya Rabbi, bana ulaşan sıkıntıları sana göre düşünmemi, ona uygun cümle ve fikir üretmemi ve ona uygun davranmamı sen nasip eyle. Ya Rabbi, karşımdakinin yanlış konuşmasına, karşındakinin yanlış anlamasına, karşımdakinin yanlış davranmasına sebep olacak şekilde söz ve davranışlarımla hareket etmekten sana sığınırım. Ya Rabbi, bana ne kadar yanlış davranırsa davransın, karşımdaki insanları daha doğru düşünmeye, yaptıklarını aklederek-düşünerek daha doğrusunu akletmeye fehmetmeye ve benim de ona kin, düşmanlık gütmeden hiçbir şey olmamış gibi davranmamı sen nasip eyle. Bunu benim rızkım eyle. Beni bununla ödüllendir.”

Karşımdaki insana iyi davranmak, benim iyi olma vasfımı pekiştirir.

Karşımdaki insana şartsız sevgiyle muamele etmek, sevginin ben de dal budak kök salması gibidir. Düşünün ki öyle bir ağaç var ki sizin bünyenizde yedi sülalenize yedi cihana diyelim meyvelerini verse bitmez. Siz o meyvenin açlığını çeker misiniz? Çekmezsiniz… Milletten de istemezsiniz, milletten de dilenmezsiniz. Sevgi ağacı sizde kök salsın ki Allah’a yakın olmanızın bir şartı ortaya çıksın; siz de biz de hepimizde yani. Biz verelim, veren olmak ödülüdür. Vermenin kendisi ödüldür. Vermek bana lazım, çünkü beni o insan yapıyor. Benim duruşumu destekliyor. Beni iyilerden kılmak için Allah’ın bir fırsatı… Yanlış yapana yanlış yaptığım zaman, benim iyilerden mi olmamı sağlayacak fırsatı elimin tersiyle itmişim demektir. Dolayısıyla zor insanlarla geçinme sanatı, benim kendimle geçinme sanatından sonra ortaya çıkacak bir şeydir. Kendimi sevmeliyim, kendime değer vermeliyim; herkesi sevmeli, herkese değer vermeliyim. Çünkü benim kendimi sevmek gerekçem; başkalarını da sevme gerekçem. Kendime değer verme gerekçem; başkalarına da değer verme gerekçemdir: o da Allah’tır. Seveceğiz, saygı duyacağız, mutlaka saygı duyacağız, değer katacağız ve bana davranılmasına göre davranmayacağım. Allah’tan puan kazanmam lazım. İyilikte yarışma içinde olmam lazım. Ben yarışı kazanmak istiyorum… Ya Rabbi, sen bunu bana nasip eyle! Ben başkalarının da daha iyi düşünmesine yardımcı olacak şekilde bir tutum içinde olmak istiyorum, Sen bana yardım et. Ya Rabbi, beni seni sevdirecek bir ahlakla ahlaklandır. Ya Rabbi, insanları doğruya sevk edecek bir dil, üslup ve duruşla beni ödüllendirir. Ya Rabbi, bana öyle bir ahlak ve yaklaşım biçimi nasip et ki benim dinin daha iyi anlaşılmasına katkım olsun. Beni, dini hakkıyla temsil eden; Senin kulu olmayı hakkıyla şerefle taşıyan, başörtüsünü taşıyan, namazını taşıyan, orucunu taşıyan, ahlakını taşıyan bir kul olmam konusunda Sen bana yardım et diye dua ederim.

Evet efendim, bugün de bir Şehir Ekranı TV’de Huzurlu Aile sohbetlerinin sonuna geldik. Allahu Teala yaptıklarımızı yapacaklarımızı hayır eylesin. Allahu Teala doğru düşünmeyi, doğru anlamayı, doğru konuşmayı, doğru yaşamayı nasip etsin. Önce kendimizin geçimi kolay bir insan olmamızı, sonra çevremizdeki insanların da geçiminin kolay olabilmesi için katkıda bulunmamızı, ona altın niteliğinde güzel söz ve davranışlarla ikramda bulunmamızı Rabbim nasip etsin. Allahu Teala her birinize aklını hayır da çalıştıran, ömür boyu hakkın ve haklının yanında olan, ömür boyu doğru davranmak ve iyi bir insan olmak için çaba sarf eden, Allah’ın dinini davası edinen hayırlı müminlerden eylesin.

 Allah’a emanet olun efendim, hoşça kalın…

YORUM EKLE