Yol”dayız. İnişli-çıkışlı, bol çakıllı bir “yol”da yürüyerek imtihan ediliyoruz. Hikâyemizin başladığı ve “belâ” dediğimiz günden beri irili-ufaklı belâların sinesinde bazen başroller üstleniyor bazen de kıyıdan kıyıdan ilerliyoruz. İmtihanlara karşı “Bir derdim var bin dermana değişmem.” diyen/diyebilen bir “yolcu” olabiliyor, “yolcu”luğun fıtratını kavrayabiliyorsak ne âlâ ne güzel; ancak isyanlara boğuluyor, isyanlarla boğuluyorsak çekilmez davalara gark oluyoruz demektir. Davaları devalarına dönüşmeyenler için kutsallar kaybolur. Kutsalları kaybolan insanın yürüyen bir ceset olması kaçınılmazdır.
Birçok kitabî tanımda “edebiyat”ın hüviyeti değişkendir. Söz gelimi liselerde “Duygu ve düşüncelerin yazılı ya da sözlü olarak ifadesidir.” gibi bir tanımla karşılaşırsınız. Bu tanım bir “ezber materyali”nden öteye gitmez. Nitekim edebiyat, ona sahip çıkanın, onu davalaştıranın gönlünde çok farklı tanımlamalara kavuşur. Merhum İsmail Gaspıralı için bir “gıda-yı mâneviye”dir. Ya da Sartre için başlı başına bir “amaç”a hizmet etmektir. Dostoyevski için “vicdan” dır. Veysel’in “gören göz”üdür edebiyat. Yunus’ta “gönül”, Köroğlu’nda “silah”tır. Edebiyata gönül vermiş, onu benimsemiş ne kadar yazar/şair/düşünür/okur varsa o kadar çok tanım vardır. Bu da edebiyatın sanat tarafına vurgu yapar. Sanat tarafı diyoruz çünkü edebiyatın bir de bilim tarafı vardır.
İnsan, davası için yaşar
Tanımlara çok girdik. Deneme diye çıktığımız yolda “makale”leşmeden devam edelim. Sanat sevgimizi, âlimlerden izinsiz bilim gösterisine dönüştürmeden “kıyıdan kıyıdan” ilerleyelim. “Yol”umuzu, “yolcu”luğumuzu unutmadan şu soruyu soralım: İnsan niçin yaşar? Yemek-içmek gibi basit bir cevabı olsaydı insanın “eşref-i mahlûkat”lığı kalmazdı. Sadece yemek ve içmek amacıyla yaşayan insan yok mu? Var. Var denirse! Konumuz bu değil. Soruyu iyi bir kariyer diye cevaplandıralım. Soğuk bir cevap vermiş oluruz. Arkasından para, lüks araba ve daireler gelecektir. Allah muhafaza! Yolumuzdan çıkıyoruz. Söze girelim: İnsan, davası için yaşar. Başta da belirttiğimiz insanın davası aynı zamanda kendine devâlaştığı zaman, yaşamak anlam bulmuş demektir. Bu, bir maksûda ermek veya mutlu sona ulaşmak anlamı da taşımaz. “Yol” ve “yolcu” kavramlarıyla doğrudan ilişkilidir. Dava uğruna savaş vermek, “yol”da olmaktır. “Yol”da olmak, tecrübelenmek ve tecrübelerle terbiye edilmektir. “Yolcu”nun imtihanı açısından yaşadığımız coğrafya, badireler coğrafyasıdır. Hem İslâm’ın hem Türklüğün yaşamaya çalıştığı coğrafya demek, “Ben buradayım ve herkese kafa tutuyorum.” demek/diyebilmektir. Kafa tutmanın farklı yöntemleri vardır. İşte bu yöntemlerden en nahifi, sanattır. Sanat ile kafa tutmak, kalıcı zaferler getirebilir. Ancak muzaffer olmanın tek ve en önemli şartı şudur: Samimiyet…
“Yol”a tek başına çıkmanın tehlikeleri vardır. Kılavuz/rehber eşliğinde çıkanlar, usul bilirler. Önde gidenlerin adımlarını takip ederler. Adımları takip edilen kişiler sayesinde, etrafı “lanet”lerle çevrili bir coğrafyada dimdik durmaktayız. İşte bu yolbaşçıların gönül muhafızları, edebî âlemde ebedî cümleler kuran söz ustalarıdır. Uzun bir “yol”da s/öz ustalarıyla “yolculuk” yapmak, yürüyüşe estetik bir kararlılık katar. Estetik kararlılığı görmezden gelenler için sığ bir hayat vardır. Çünkü sanatın yeşermediği coğrafyalarda ruhlar zindandadır. Biz ise ne bedeni ne ruhu zindana alışık olanlardanız. Kemale ermiş nice s/özlerle tanış olmuş, nicesini gönül tezgâhımızda misafir etmişiz. Biz, yani bu toprakların türkülerini söyleyenler için öyle yolbaşçıları, öyle kılavuzları vardır ki, bereketine bin dua etsek az kalır. İşte böyle bir ortamda “İslâm’ın ince davası, Türklüğün soylu davası” için ruhunu teslim edene dek kalem oynatan Abdurrahim Karakoç ismiyle karşılaşırız. Bu, “karşılaşırız” sözünün altındaki mana çok gizli değildir. Baştan beri, yol-yolcu, dava-devâ, sanat-edebiyat ilişkilerine vurgu yaparken Karakoç ile karşılaşmasak olmazdı. Teyit mahiyetinde tekrar edelim, baştan beri yazdıklarımız “bu toprakların türküsünü söyleyenler”i ilgilendirir. Gayrısı zaten bizi de ilgilendirmez.
Türklük ve İslamiyet diyoruz. İkisini harmanlayıp Türklük diye devam edelim. “İkisinin harmanlanmasıyla nasıl Türklük çıktı ortaya?” diyenlerden ricamız, yazımızı okumamalarıdır. Bunu söylerken kuru kuruya şovenlik yapma derdinde değiliz. Dünyaya hükmettiğimiz zamanlarda ecdat bu şovenliği yapsaydı dünyanın şah damarı kesilirdi; onu biliyoruz. Bugün için bu coğrafyada yaşayan ve soluduğu havanın hakkını vermek isteyen her birey, yürüdüğü yolda bir Karakoç mısraıyla karşılaşmıştır. Ecdat demiştik. Kendine ağır bir sorumluluk yükleyerek ecdattan helallik dileyen şu mısralara kulak veriniz:
“Esir iken Kırım, Kerkük,
Türkistan Bana zindan olur Maraş, Elbistan
İbn-i Sîna, Dedem Korkut, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin (…)”
Esarete maruz bırakılmış tüm Türk yurtlarının sorumluluğunu yüklenmek, bu yüzyılın derviş ruhlu şairi Karakoç’a yakışırdı. Zaten o, bu yüzden yolculuğumuzun kutsal şairidir. Sadece “ben” demez. İçindeki “biz” duygusu kalemini yönlendiren en güçlü duygudur. Bu biz duygusu çok farklı konular barındırır. Sosyal bir varlık olarak insanın yaşarken ve sorumluluklar alırken teferruatı gözden kaçırmaması gerekir. Eskilerin “Kemâlat, teferruatta gizlidir.” demesi bundandır. Yeri gelir, duyarsız bir neslin hayal kırıklığını “Koyup gittikleri nesli görünce/ İftihar ettiğim soya küskünüm.” diyerek en derininde hisseder; yeri gelir bürokrasinin ciddiye almadığı ve hor gördüğü köylüyü şiirine konu eder. “Hakim Bey”i de “Tohtur Beğ”i de hak ettiği değeri görmeyen Anadolu insanının yaralarını dile getirmedir. Anadolu, çoğu zaman öksüz bırakılmış bir çocuk gibi mağduriyetlerin vatanı olmuştur. Bitmemiştir çilesi bir türlü:
“Yanan hep sen oldun, yakılan sensin
Ruhuna çiviler çakılan sensin
Şekilden şekile sokulan sensin
Oy güzel vatanım, oy Anadolu (…)”
“Hasan”a yazdığı mektupların hepsi ayrı ayrı bu çağı anlatır sanki. Zaten bu çağ, onun söylemiyle “çarpık”tır. Ancak ne kadar çarpık olursa olsun Karakoç’un şiirlerinde “ayağa kalkmak” önemlidir. Zaten şairin kutlu davalara sevdalandıran tarafı da budur. Geleceğe Türk’çe bakarken asla umutsuz olmamak… Akif’in “Yeis yok!” diye defalarca vurguladığını Karakoç da başka bir telden dillendirir. Serden geçmeye hazır canlara şöyle seslenir:
“Burdayım de ararlarsa
Doğru söyle sorarlarsa
Tabutuna sararlarsa
Bayrak senden incinmesin (…)”
Türklük davasındaysanız ve bu “yol”da yürümeye gayret ediyorsanız Karakoç, işte böyle “inceden” usûl öğretir. O, elinde kalemi gönlünde imanı ile her şiirinde ayrı ayrı okunan bir derstir. Yanlışı ele alışı da yanışı-yakarışı da samimidir. Anadolu irfanı, onun şiirlerinde vücut bulmuştur. Bahara, dağlara, çiçeklere, yayla ve ovalara ne kadar düşkünse “Türkçe sevdalanmaya, İslamca yanmaya” da o kadar düşkündür. Her halükârda o da bir “yolcu”dur ve yolundan ayrılmamak için dua eder:
“Hakikat yolundan şaşırma bizi
Korkuya-zillete düşürme bizi
Zalimin zulmüyle pişirme bizi
Enel-ekber diyenlerden ayrı tut (…)”
Karakoç’un davası aşktır. Okuyan bilir, aşkı da davadır. Popüler kültür onu “lambada titreyen alev”i üşüten şair olarak bilir. Bilsin, ziyanı yok. Efsaneleşmiş bir aşk şiiridir Mihriban. Ama Karakoç’un efsaneleşmiş aşk mısraları bunlarla sınırlı değildir. Saymakla da bitiremeyiz. Öyle bir niyetimiz de yok. Şu mısralara bakıp s/özün mucize olduğunu bir kere daha tasdik edelim: “Öz-suyusun hayat denen şişenin Nedenisin keder ile neşenin Sevda cephesinde şehit düşenin Donuk donuk bakışında sen varsın (…)” Yolu okumak ve yazmaktan geçen postu pek modern çağdan bıkmış münzeviler bilecektir ki edebiyat kaçış için en kadim limanlardan birisidir. Bu kaçış, içerisinde varoluşun anlamını da barındırır. Felsefe ve sosyolojinin araştırma alanı olarak en güzel örneklerine gebe olan ülkemizde felsefe ve sosyolojiden mahrumiyetimiz, edebiyata kaçışımıza alt zemin oluşturur. Zira bizim şairlerimiz filozoflara, roman ve öykücülerimiz sosyologlara nazire yapar cinstendir. Konu ne olursa olsun edebiyat, hep arayışlarımızın güzergâhındadır. Fikrimizi de duygumuzu da en güzel edebiyatla kemâle erdiririz. İşte bu anlayışlardan hareketle Karakoç’un çok yönlülüğü “kılavuz”luğunu beraberinde getirir. Şimdi, el pençe divan durulan makamları göz önüne getiriniz. O makamlara o insanların nasıl getirildiğini sorgulayıp o makamdaki “Küçük dağları ben yarattım.” tavrını düşününüz. Böyle bir ortamda doğruları da yazsa bir sosyoloğun sesi kısıktır. Ancak o kendini beğenmişliğin karşısına edebiyat en keskin cümleleriyle çıkabilir ve büyük bir etki yaratabilir. İşte hep bu etkilerin adamıdır Karakoç. İsyanlı Sükût’un dillendirdiği bürokratik çürümeyi, bu kadar açık ve mertçe hangi sosyolog dillendirmiştir? Dillendirdiyse ne kadar ciddiye alınmıştır?
“Gitmişti makama arz-ı hâl için
‘Bey!’ dedi yutkundu, eğdi başını
Bir azar yedi ki oldu o biçim
‘Şey!’ dedi yutkundu, eğdi başını (…)”
Gel gelelim edebî meselelere…
Türk halk şiiri, geleneksel çizgisine yenilikler katarak ilerlemektedir. Dörtlüklerle ve belli hece kalıplarıyla yazılmanın ötesinde modern şiire ayak uydurmaktadır. Her ne kadar halkın şiiri gibi görülüyor olsa da entelektüel alt yapıya, ahenge, imge ve/veya metafora yüz çeviren şiirler basit ya da klişe olarak algılanmaktadır. Bu algının farkında olan samimi halk şairleri için Karakoç, yüzyılın son büyük temsilcilerinden birisidir. Yani edebiyat davasıyla dolan yürekler için bir devâ mahiyetindedir. Birçok edebiyat otoritesinin onun hakkında “son büyük halk şairi” demesi de zannederiz halk şiirini farklı bir kulvara taşımasındandır. Karakoç’un yaşadığımız çağa karşı sitemini anlatan “Müzelik Şiir”i, hem ifade gücü, hem ahengi, hem de yapısı bakımından bahsettiğimiz farklılık ve özgünlüğe güzel bir örnektir:
“Yürüyen heykellerle aynı müzedeyim ben
Konuşan mumyalara kimden söz edeyim ben
Fikren işkencedeyim, ruhen cezadayım ben
*
Korkaklığın sükûtu kol geziyor her yerde
Sanki tek başımayım, tek kişilik mahşerde
*
Putların gölgesinde dans eder akbabalar
Söz sokakta dolaşır, öz zindanda çabalar
Atılan ucuz safra selâmlar, merhabalar
*
En temiz topraklara gül eksem mantar biter
Yollar sırat köprüsü, durmak düşmekten beter (…)”
Netice-i kelâm…
Ben yürüyorum deyince “yolcu” olunmuyor. Usûl lazım. Samimiyet ustalarının hikmetli s/özlerine bir dergâh hassasiyetiyle yaklaştığımızda yolumuz aydınlanır. Hem fikrî hem de edebî birikimleriyle ufkumuz genişler. Karakoç’un farkını “samimiyet”le özetleyelim. Yaşamadığı, dert edinmediği, savaşını vermediği hiçbir şeye kalem oynatmamıştır. Bu topraklarda yaşamış olmanın, bu havayı solumuş olmanın zekâtını nice şiirle vermiştir. En güzeli de engin gönlünün mahareti olarak popülizme hiç kaçmamıştır. Tüm bunları yaparken herkesin ozanı olmayı başarabilmiştir. Davası şiir, davası şuurdur.
Bugün çok büyük konuştuk. Çok büyük bir ismi de yazımıza konu/k ettik. Destursuz bir bağa girdik, bağışlanmak dileriz!..
Davalarınız, devâlarınız olsun!
İsmail Kılınç
Genç Yürekler dergisi, 2023 Mart-Nisan-Mayıs