Umrandan Uygarlığa diyorlar ki….

"Onlarda kendimi seyretmiştim, ihtiyar bir medeniyetin dramıydı bu; Kendini inkâr eden bir medeniyetin dramı. Doğu ile Batı, Haç’la Hilal, muhteşem bir maziyle karanlık bir istikbal boğaz boğaza idiler. Ama kavga sona ermemişti henüz. Son söz söylenmemişti." Cemil Meriç'in Umrandan Uygarlığa seslenen müthiş yazısı...

Umrandan Uygarlığa diyorlar ki….

İşte Hamid...

İşte Sezai Bey...

İşte Halid Ziya...

Ve Cenab...

Hüseyin Cahid...

Rıza Tevfik...

Mehmed Emin...

Halide Edib...

İşte Hamdullah Subhi...

Ve Ziya Gökalp...

Şu Köprülü...

Ömer Seyfeddin...

Refik Halid...

Fazıl Ahmed...

İşte Ali Kemal...

Ve Süleyman Nazif...

Ahmed Haşim...

Onlarda kendimi seyretmiştim. İhtiyar bir medeniyetin dramıydı bu! Kendini inkâr eden bir medeniyetin dramı… Doğu ile Batı, Haç ile Hilal, muhteşem bir Mazi ile karanlık bir İstikbal boğaz boğaza idiler. Ama kavga henüz sona ermemişti. Son söz söylenmemişti!

Abdülhak Hamid Tarhan

Tayflar geçidindeyiz. Önce Hamid’i görüyoruz. Ne “pür mest-i gazab”, ne elinde bir cam. Sisler arkasında gülümseyen bir Zeus da değil. Hiçbir büyük sır ifşa etmiyor. Söyledikleri bildiklerimiz. İsmail Habib’den bir sayfa okur gibiyiz.

Sonra Musset’nin gecelerinden fırlamışa benzeyen solgun bir çehre. Kılavuzum: Nigâr Hanım, diyor. Nigâr Hanım bir hayalin hayali. Saygı ile selamlayıp uzaklaşıyoruz.

Sonra insanlardan çok kuşlarla meşgul, sevimli bir ihtiyarla karşılaşıyoruz. Asyalı mı, Avrupalı mı belli değil. Ziyaretimizden sıkılmış gibi. Kılavuzum fısıldıyor: Sezai Bey. “Şiir de şafak gibi, bülbülün sesi gibi, bahar gibi, kadın gibi her zaman taze, her zaman güzeldir. Edebiyat tam bir hürriyet içinde gelişmeli.” Sergüzeşt yazarının söylediklerinden kulaklarımda kalan bu cümleler.

Edebiyat-ı Cedideciler

Kılavuzum, “Şimdi de Edebiyat-ı Cedidecileri tanıyalım” diyor. İşte Halid Ziya... Kibar, ihtiyatlı “aşırılığa kaçmayan bir bedbinliğin hoşa giden havası içinde ömür geçiren bir Kont”. Konuşuyor, dinliyoruz: “Bizde Edebiyat, bizden başka milletlerin edebiyatları gibi normal bir gelişme yolu takip edememiştir. Kendini besleyip büyüten imkânları kendi tabii kaynağının dışında aramıştır. Bu edebiyat aslı ile ilgisini kesmiştir. İrfanın bütün feyizlerini İran’dan ve Arap’tan almıştır. Osmanlı edebiyatının eski kaynaklarını Osmanlılık aleminde değil, o âlemin tamamıyla dışında aramak mecburiyetindeyiz... Alman ve Fransız halk şairleri milli geleneklerle beslenmiş, bizim edebiyatımızda buna benzer bir hadiseye rastlanmaz.” (Peki Yunus, peki Karacaoğlan, peki o kayalardan fışkırırcasına coşkun halk edebiyatımız, diyecek oluyorum; kılavuzum susturuyor.)

Bu garip nesir üstadının eski nesrimizde tanıdığı başlıca zirveler: Veysi ile Nergisi: “Bununla beraber, diyor, bu günkü edebiyat dil güzelliklerini bu edebiyata borçludur.” “Edebiyat-ı Cedide’ye gelince onu gayrı milli olmakla suçlayanlar aldanıyorlar. Batı ile Doğu’nun dışında bir insanlık vardır. Edebiyat-ı Cedide’nin kahramanları da insandırlar. Bu kelime ile bu edebiyat garbin sanatını, sanat anlayışlarını alarak tabiatı, insan hayatını daha tabii, daha insani, daha modern bir his ve anlayışla tasvir etmiştir.” (Aşk’ı Memnu yazarının yanından ayrılırken Batı ile Doğu’nun dışındaki insanı düşünüyorum. Acaba üstad tayflar geçidindeki gölgelerden mi söz etmek istiyordu?)

Cenab’ın dost çehresi düşüncelerimi yarıda bıraktı. O da eski edebiyattan şikâyetçi: “Asırlarca meydana getirdiğimiz manzum eserler, Gül ve Bülbül, Şem’ ve Pervâne, Mey, Muğbeçe gibi dokuz on mazmun etrafında dağılan ve belli başlı bir mevzuu işlemeyen dağınık fikirlerden ibaret kaldı... Eski edebiyatımız samimiyetsizdi; gönülden fazla kalemden çıktı.” (Aman ya Rabbi... Üstad hafızasını kaybetmiş. Ne Fuzuli’yi hatırlıyor, ne Nedim’i, ne Naili’yi…) Devam ediyor: “Yenilik devrimiz Batı’ya yönelmekle başlar. İlk yönelen de Şinasi oldu. Kemal edebi nesri kurdu.”

(Kendi kendime soruyorum: Bu büyük kelime virtüyözümüz Sinan Paşa’yı, Koçu Beyi, Naima’yı, Hümayunname tercümesini, Evliya Çelebi’yi... okumamış olabilir mi?)

“Sezai, Kemal’in mübalağalarından uzak, daha yontulmuş, daha edebi ve daha zarif bir nesir yarattı... O, iki devir arasın da bir köprüdür. Bize gelince: edebiyatın manasını, bizden öncekilerden daha iyi anladık. Nazif’in nesri Kemal’inkine göre büyük bir ilerleme kaydeder...”

Maziye karşı bu kadar haşin olan Cenab, hal karşısında daha da insafsız: “Son cereyan Genç Kalemlerin Selanik’ten salıverdiği balondur. Resmi mekteplerin programlarına zorla sokturuldu. Öğretmenler için bir terfi, bir ilerleme çaresi oldu. Bir dil bu kadar fakirleşmeye razı olamaz.”

“Tanzimat bir Avrupalılaşma hareketidir...”

Üstadı öfkesiyle baş başa bırakıp Hüseyin Cahid’e yaklaşıyoruz. Servet-i Fünun’un hararetli kavgacısı hemen söze başlıyor: “Eski edebiyat hakkında hiç düşüncem yoktur. Okumadım, bilmem, Fransız edebiyatına bizim edebiyattan kat kat daha ziyade borçluyum.”

“Tanzimat bir Avrupalılaşma hareketidir...” Sonra müdafaaya geçiyor: “Servet-i Fünun milli hayattan, içtimai hayattan bahsedemiyordu. Bütün gün sanat sanat içindir diye bağırırdık. Bu bizim için bir çeşit parola, bir çeşit göstermelikti.” (İyi ama diyorum kendi kendime: Meşrutiyet’ten sonra ne yaptınız? En acı, en tehlikeli, en yıkıcı fikirler istibdad çağlarında haykırılmadı mı?)

O devam ediyor: “Gerçek Edebiyat, Servet-i Fünun’la başlar. Avrupalı merak edip de araştıracak olsa kendi aile edebiyatına en yakın örneği ancak Servet-i Fünun’da bulabilir.”

(Bu hazin itiraf bana eski bir şairin hiç eskimeyen bir mısraını hatırlatıyor: “Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler”)

Üstadın genç yazarlar hakkında da fikri yoktur: “Yakub Kadri’yi fırsat bulup okuyamadım. Yahya Kemal’i okumak istedim ortada bir şey bulamadım. Halid Fahri’nin de sanatı pek çocukça, hece vezninden hiçbir zevk almıyorum.”

Ayrıldık... Kılavuzum “arkasında topuklarına kadar uzanan, beli kuşaklı kadife bir frenk hırkası, başında siyah bir kalpak” bize doğru ilerleyen birini işaret etti. “Azametli ve haşin bir Çerkez beyine benzeyen” bu zatı hemen tanıdım: Rıza Tevfik.

Üstad önce sorumuzu anlamadı. Edebiyat-ı Cedide’yi Yeni Edebiyat sanarak tatlı tatlı konuşmaya başladı. Hatasını anlayınca Hamid’e atladı: “Biz zevk bakımından da tasavvur tarzı bakımından da Hamid’le Avrupalı olduk.” Hâmidname yazarını “Mülâhazat- Felsefiye”siyle baş başa bırakarak Mehmed Emin Bey’in muhteşem salonuna yöneldik.

Kılavuzum, “Bak, dedi: milli şairimiz purosu ve şişman vücuduyla Şark eşyasına meraklı bir Polonya zenginine benzemiyor mu?” Bizi büyük bir nezaketle karşılayan Türk Saz şairi bir ithamdan kurtulmak ister gibi söze başladı: “Eski edebiyatı bilmem.” Sonra bir peygamber cezbesiyle devam etti: “Hayatımın ve sanatımın gayesi memleketimin sefillerinin küçük bir şairi olabilmek, bütün milletimin hürriyet ve saadetini terennüm edebilmektir.” Daha sonra söylediklerini pek anlayamadım.

Kılavuzum, “Şimdi de sanat kraliçesini ziyaret edeceğiz” dedi. “Sade ve loş bir şark dekoru içinde otağ kuran bu altın saçlı, ince ve uzun kaşlı ve parlak gözlü, dolgun ve ateşli” melikeyi tanımamak kabil miydi? Handan yazarı “Altın kadar pürüzsüz, nazik, ahenkli sesiyle anlatmaya başladı: Üzerimde en çok tesir yapan Shakespeare ile İngilizce İncil’dir. Bunları daima beraber bulundurur ve okurum. Hareket olarak da en fazla Prerafaelit’leri severim. Hikâyeci olarak beğendiklerim Dickens ile Zola... Kime benzemek isterdin deseler: Zola’ya derdim. Bütün büyüklüğüne rağmen Balzac’a tahammül edemem... Namık Kemal’i bir yazar olarak değil, bir idealist olarak severim.”

Halide Hanım daha eskileri sözlük yardımı ile okumuş, yapmacık bulmuş hepsini. Hamid’e hayran. “Hamid’i bana Rıza Tevfik Bey açıklar, tanıtırdı... Tarık’a bayılırım... Bazı yerlerinde hakikaten Hebraique (İbrani) şeyler var.” Türkleri İngilizlerden sonra okuyan bu “büyük Türkçü’nün” huzurundan istemeye istemeye ayrıldık.

Kılavuzum: “Hamdullah Subhi” dedi. Ünlü hatibi selamladık. Üstad bize değil milyonlara hitap eder gibi konuşuyordu, görünmeyen milyonlara: “Eski edebiyat biraz da minyatürcülük, tezhipçilik gibi süsleme sanatlarından biridir. Halka yayılmayan bir edebiyat büyük bir ehemmiyet taşımaz.”

(Halk kim? Edebiyat halka nasıl yayılır? Ronsard’sı kaç kişi okuyordu? Mallarme’yi kaç kişi okur? diyecek oluyorum. Dinlemeden devam ediyor): “Tanzimat devlerin yetiştiği bir devir... Edebiyat-ı Cedide, Tanzimat’a göre bir cüceler edebiyatı… Rus ve Leh edebiyatının öyle bir sadeliği, öyle bir teklifsizliği var ki kendi edebiyatımız için de bunu senelerden beri hasret çekerek düşünürüm. Mehmed Emin Bey büyük bir idealist olduğu kadar büyük bir şairdir de. İstanbul’un üç beş evinde değil, nerede Türk mektebi ve Türk dili varsa orada okunan, orada Türk birliğini, Türk vicdanını hazırlayan, eşi bulunmaz bir şair... Halide Hanım Türkçülüğün ve bu memleketin en büyük kuvvetlerinden biridir...”

Bu belagat tufanı karşısında sersemlemiştik.

Hece millidir, çünkü Fransızlarda var. Aruz yabancı, çünkü kaynağı Doğu…

Kılavuzum “şimdi de bir filozofla görüşeceğiz” dedi. Az sonra Ziya Gökalp’ın huzurundaydık. Bir Türk hakiminden çok bir Delf kâhinine benziyordu Üstad. Anlaşılması güç şeyler söylüyordu: “Bizde klasik bir edebiyatın meydana gelmesi için bizim de eski Yunan ve Latin edebiyatlarına kadar çıkmamız, onların meziyetlerini almamız ve bunu kendi bünyemize uydurmamız lazım gelirdi. Tanzimat devri bizim rönesansımız olacaktı. Fransız edebiyatını kendimize örnek aldığımız için klasik bir edebiyat vücuda getirmemiz imkân doğmuştu. Fakat Fransızların, Yunan ve Latin edebiyatlarına karşı milli kültürlerini korumak için aldıkları vaziyeti biz alamadık. Fransızlar dilde, vezinde, zevkte halktan ayrılmamışlardı. Yalnız şekil milletlerarası, beşerî yahut Yunanlılara ait edebiyattan ibaretti.”

“Tanzimat’ın büyük suçlarından biri aruzun yerine heceyi geçirmemiş olmasıdır.” (Galiba anlar gibi oluyorum. Hece millidir, çünkü Fransızlarda var. Aruz yabancı, çünkü kaynağı Doğu.)

“Tanzimat’ın hatası milli bir filozof tarafından yönetilmemiş olmasıdır.” (Ne mutlu bize ki beklenilen milli filozof karşımızdadır. Şafak sökmüş, karanlıklar dağılmıştır. Önce 6 asırlık edebiyatımızı unutacak, İslâm’dan önceki çağlara döneceğiz. Bugünkü edebiyatı tarih öncesine bağladıktan sonra... Kendisini dinleyelim): “Yarının milli edebiyatı bu harikulâde terkibe Avrupa medeniyetini de ilave etmek suretiyle gerçekleşecek, bu edebiyat tamamıyla Avrupai ve Yunani sanat havasında olacaktır.” (Yürürken düşünüyorum. Konuştuğumuz Yunanperest bir müsteşrik miydi? Bir Türk sosyologu mu?)

Kılavuzum, Köprülü’nün kütüphanesindeyiz diye fısıldayınca geniş bir nefes aldım. Bakalım edebiyat tarihçimiz edebiyatımız hakkında neler söyleyecekti? Kulak kesildik: “Eski edebiyat bize Acemler vasıtası ile gelen İslâm tesiridir. Daha önceki kavmi edebiyatımızı unutmuşuz. Kavmi edebiyat Türklerin kendilerine mahsus bir dini ve çeşitli müesseseleri olduğu zamanki edebiyattır. İslamiyet’in içine girdikten sonra Türklerin edebi hayatında bir ikilik meydana geldi. Halk yine kendi eski şiirleriyle eski ozanlarıyla yaşadı. Fakat Arap, Acem kültürü alan medrese ve saray mensupları kişiliğini kaybetti Araplaştı. Acemleşti. Birbirini anlamayan iki tabaka, meydana geldi... Eski edebiyatımızın hayatla alakası yoktur. Tanzimat bir geçiş ve değişme devridir. Tanzimat bir yandan halka iniş bir yandan Avrupalılaşmadır. Servet-i Fünun Avrupa’dan daha geniş ölçüde faydalanır ama halktan uzaklaşır. Bizim istediğimiz edebiyat bütün unsurlarını milletten alan, böylelikle Rus romanı, Norveç tiyatrosu gibi kendine mahsus belirli bir şahsiyete sahip olan bir edebiyattır... Namık Kemal’in romanlarında teknik yok. Halid Ziya’nınkilerde milli bir ruh yok.”

Kılavuzum “Nasıl buldun?” diye soruyor. “Hayran kaldım” diyorum. “Köprülü kendi edebiyatına düşman ilk ve son edebiyat tarihçisi.”

Biz dili bulduk. Şimdi halkı öğreneceğiz

Ömer Seyfeddin’le konuştuklarımızı hatırlamıyorum. Refik Hâlid eski edebiyatla uğraşmamış Tanzimat edebiyatını da okumamış. Ruhunda Osmanlı Edebiyatının geçmiş devirlerine karşı derin bir alakasızlık var. Edebiyat-ı Cedide’ye hayran ama bu edebiyatın da bir kusuru var diyor; bizim edebiyatımız olmayışı. Yenilerin en çok beğendiği tarafı dilleri: “Biz dili bulduk. Şimdi halkı öğreneceğiz. Bize bir Rus edebiyatı lazım. Yani halkın acılarına iştirak eden, ihtiyaçlarını duyan bir edebiyat.”

Fazıl Ahmed yeni edebiyat hakkında hiç de müşfik değil: “Bugünkü edebiyatın, dereceleri birbirinden farklı beş-on tane heveskârı var, sanatkârı değil... Edebiyatımızdaki değişiklikler bir nevi kıyafet inkılabı. Edebiyat-ı Cedide üsluba smokin giydirdi. Namık Kemal, Fransızların romantik kısmına kadar okumuş ve romantikleri taklit etmişti. Edebiyat-ı Cedideciler ise ondan aşağısını aldılar. Edebiyatımızda orijinalite varsa bu, doğrudan doğruya taklit ettiğimiz Fransız ediplerinin orijinalitesidir.”

Ali Kemal’i “Divanlara” gömülmüş bulduk. Aldı sözü: “Türklerin vaktiyle Asya’da büyük bir saltanatı, parlak bir mazisi varmış. Lakin bin bir türlü karışıklıklara, alt üst olmalara, göçlere, istilâlara uğramış bulunan o saltanat sönmüş... Anadolu’nun bir köşesine sığınarak milliyetlerini, varlıklarını yeniden canlandırmaya çalışan Osmanlı Türkleri dillerini ve edebiyatlarını da adeta yoktan var eder gibi yeniden meydana getirdiler... Daha önce bir konuşma diliydi Türkçe, bir yazı dili değildi.

Osmanlı Türkleri Türkçeyi düzeltmeye, geliştirmeye, yeniden canlandırmaya çalıştılar. Nesrimiz Arap ve Acemcenin istilasına boyun eğmiş, ama şiirimiz daha saf kalabilmiştir.

Bugünkü dil o şiirlerden çıkmıştır diyebiliriz... Yeni nesrin gerçek kurucusu Şinasi’dir. Tanzimatçılar yeni bir dünyayı fethederken eski edebiyatımızla olan bağlarımı da hiçbir zaman kesmediler... Tabii olan yolu takip ettiler... Servet-i Fünun edebiyatı büyük hamleler kaydetmemiştir. İflasla biten bir edebiyat bu, ne Şark’ı tanıyordu ne Batı’yı.”

Servet-i Fünun’u hicveden Kemal, edebiyatı düşünceye dayayan genç nesle karşı iltifatkardır. Ne yazık ki kendisine büyük ümitler bağladığı bu nesil görevini başaramamaktadır. Başlıca sorumlu: Ziya Gökalp. Tezatlar içindedir bu zat. Tarihe, edebiyata, siyasete taraf tutmayı sokmuştur. “Arapça ve Farsça kelimelerden bu derece ürken, hatta nefret eden o Türk harsçısı Türkçe cümlelerin içine (Lanse etmek), (Realize edilmiş) gibi Fransızca kelimeler karıştırmaktan çekinmez.”

“Türk şairi Mehmed Emin Bey’in Türklüğü dilinin ucundadır. Onun ilham kaynağı da derme çatma Frenk eserleridir. Hamdullah Subhi ne ayarda Türk nesircisi, Türk hatibi ise Mehmed Emin Bey de o seviyede bir Türk şairidir.” Ali Kemal’in yeni nesilde gördüğü eksiklik: Tahsil ve terbiye yetersizliği... Fikir uğrunda fedakârlıktan çekinmek ve samimiyet düşmanlığıdır.

Gözleri alev alev, dudaklarında hande; muzlim, mağrur, müstehzi... Styx kıyısında biri dolaşıyordu. Biraz dikkat edince tanıdım: Nazif’ti bu. Tepeden baktı kılavuzuma ve gürledi: “Edebiyatı eski ve yeni diye devirlere ayırmak yanlıştır. Ben hissen eskilere bağlıyım... Şinasi mektebi mi? Neredeymiş o mektep... Şinasi Garb fikirlerini aşılamış Namık Kemal’e. Keşke aşılamasaydı. Rahmetli Şark tarzında yazdığı zamanlar, bu sahanın en büyük şairi idi. Hamid’i talit etmek isteyince düştü. Keşke tiyatro yazmasa, edebiyat öğretmeye kalkışmasaydı... Yenilere gelince: Yeni Mahalle, Yeni Kapı, Yeni Köprü adını taşıyan yerler, daima en harap, en eski mahalleler, kapılar, köprülerdir. Yeni kim? Yahya Kemal mi? Sultan Üçüncü Ahmed’in zamanında Türkiye’de doğmuş. Fransa’nın üçüncü Cumhuriyetinde (Ouartier Latin) de Sanat öğrenimi yapmış bir şair. Lale devrinin şairi, Ahmed Haşim de yeni değildir. O’nun Serveti Fünun’a bağlığı yenilere olan bağlılığından daha fazla... Köprülü’nün kalemi yük taşıyan kira arabalarına benzer; taşıdığı eşyanın nelerden ibaret olduğuna değiil, alacağı ücretin ne kadar olduğuna bakar, Köprülü.”

Doğu ile Batı, Haç’la Hilal, muhteşem bir maziyle karanlık bir istikbal

“Göl Saatleri” şirini çay içerken bulduk. Önünde Fransızca bir dergi duruyordu. Göz ucuyla baktım: Mercure de France. Kılavuzumun suallerini büyük bir dikkatle dinledi Haşim. “Bugünkü sanat dünkü sanattan pek de farklı değildir” diye söze başladı. “Tek fark kabiliyet ve samimiyet. Servet-i Fünun edebiyatı, umumi fikir hayatımıza göre hâlâ çok ilerdedir.”

“Fikret kudurmuş bir deniz karşısında kayalar üzerinde yükselen altın bir kule... Cenab, Bizanslı bir mozaik üstadı; Nazif, bakırdan bir aleti üfürüp kelimeleri şişir ve onları birer ahenk halinde uçuran bir dev; Yahya Kemal’le Yakub Kadri bütün son edebiyatımız... Sanat âleminde genç, ihtiyar yok tur... Milli edebiyat ne demek? Her dilde olduğu gibi Türkçede de çok eski zamanlardan beri süregelmekte olan bir milli şiir var Onu şairler değil, isimsiz halk yapmıştır. Dille meşgul olan bütün ilim akademileri birleşse, halka ait olan o mukaddes sazın tellerinden gülünç olmayan bir sesi yine de çıkaramazlar.”

“...Hece vezni, Türk köylüsünün veznidir. Aruz Vezni şehirlilerimizin... Şinasi’den evvelki edebiyat Şinasi’den sonraki edebiyattan daha az sun’i ve daha çok samimidir. Şüphe yok ki, her ikisi de birer taklit edebiyatı idi. Fakat birinin taklit ettiği Şark’tı. Bu, milletin Anayurdundan gelirken göç yollarına tesadüf etmiş olan bildik, tanıdık bir Şark. Ötekinin taklit ettiği ise yabancı bir Batı ve yabancı Batı’nın yabancı olan duyguları, duyuşları.”

“Osmanlı ne Norveçli İbsen’i anlar, ne Fransız Barres... Şinasi’den evvelkiler samimi idiler. Adetlerine göre elbiseleri, zevklerine göre hayatları, vardı... Şiirleri yaşadıkları hayatı büyük bir canlılıkla aksettirir. Sevgilileri levend ve şahane mahluklardı. O sevgilileri Şinasi’den sonrakilerin sevgilileriyle karşılaştırın, utanırsınız.”

Kılavuzuma “Akif’le görüşmeyecek miyiz?” dedim. Yüzüme ters ters baktı. Dante’yi Virgile dolaştırmıştı arafta; benim kılavuzum Virgile’in mütercimi idi. Tayflar geçidinden hüzünle ayrıldın Bir melodram seyircisinin hüznü. O on sekiz edebiyatçı birer sihirli aynaydılar.

Onlarda kendimi seyretmiştim, ihtiyar bir medeniyetin dramıydı bu; Kendini inkâr eden bir medeniyetin dramı. Doğu ile Batı, Haç’la Hilal, muhteşem bir maziyle karanlık bir istikbal boğaz boğaza idiler. Ama kavga sona ermemişti henüz. Son söz söylenmemişti.

Cemil Meriç
Şura dergisi, 1. Sayı, 5 Ocak 1978

YORUM EKLE