Ümmü Teyze: Çiçek görebilsem!

Anadolu insanı anlatılmayı bekleyen bir hazine. Yerlilikten uzak aydınımız "bizde ne var ki" kafasıyla insanımızı göremiyor.

Ümmü Teyze: Çiçek görebilsem!

Ümmü Teyze ve torunları… 

Geçenlerde TRT 2’de “Renklere Dokunmak” diye bir programa rastgeldim; Uşak’ın Karaahmetli köyünden Ümmü Balyemez’i konu edinmişti. Ben ortasına yetiştim sanıyorum söz konusu programın.

Ümmü Teyze 70 yaşlarında tipik bir Anadolu kadını. Onu diğer insanlardan ayıran en önemli fark ise gözlerinin görmemesi. Başını kaçırdığım için o ayrıntıyı da yakalayamadım ama sanırım Ümmü Teyze’nin ya doğuştan gözleri görmüyordu ya da 1-2 yaşlarındayken geçirdiği bir hastalık ya da kaza sonucunda gözlerini kaybetmişti. Neşesiyle, bazen yüzüne yerleşiveren gülüşüyle, uzaktan bakan bir insanın hal, tavır ve davranışlarıyla gören bir insandan ayırmayacağı yaşantısıyla o kadar tatlı bir teyzeydi ki… Soruyorlar Ümmü Teyze’ye, ‘dünyada neyi görmek isterdin’ diye. Siz onun gibi bir âmâ olsaydınız bu soruya ne cevap verirdiniz? Dünyayı ya da dünyasını görüntülerle değil de seslerle kuran ve çoğu kez de varlıkları zihninde sadece duyduğu isimleriyle tasnif etmeye çalışan birisi olsaydınız hangi cevaplar üşüşürdü zihninize? Bunu muhayyilenize bir soru çengeliyle asıp ben gene döneyim Ümmü Teyze’me. ‘Dünyada’, dedi, ‘çeşit çeşit çiçek açtığını söylüyorlar, onları görmek isterdim!’

 

"Öteki dünyada yüzünü göreyim"

Ümmü Teyze tipik bir Anadolu kadını dedim ya, işte, evinde yemek pişiren, ekmekçi kadınlarla tandırda güle oynaya yufka ekmek açan, bastonuna dayanıp tek başına köyü dolaşabilen, komşusunun evine varıp “Eşeee, Eşeee, n’apıyon” diye seslenen, içerden gelen “yemek yapıyoz Ümmü Abla” cevabıyla kendisi de içeri giren, onların yanına çöküp yardım eden, kilim dokuyan, ip eğiren, düğünlere giden, üstelik ortada oynayanlara katılıp kendi de onlara eşlik eden Ümmü Teyze… Bir de artık 30 yaşlarına gelmiş kızının, sadece onun da değil, çevresindeki herkesin simasını merak eden, elini yüzlerinde gezdiren, kaşına, gözüne, burnuna dokunan, dua ipine sarılıp ‘inşallah Rabbim öteki dünyada yüzünüzü görmeyi nasip eder’ diyen Ümmü Teyze.

 

Ümmü Teyze
Ümmü Teyze

Ninesiz şehir çocukları

Programda gördüğüm kadarıyla, Ümmü Teyze’nin üç tane de erkek torunu vardı, akşamları onlarla türlü oyunlar oynuyor, sadece birini de değil ikisini birden sırtına alıp emekleyerek odada dolaştırıyordu. Onların gülüşleriyle, kikirdemeleriyle gençleştiğini, o cıvıl cıvıl seslerin terkisine binip ab-ı hayat suyunu bulduğunu ve yeniden hayat bulduğunu, hayata hiç küsmediğini, herkesin kendi kaderini yaşadığına tam bir tevekkülle inandığını, O’ndan gelen her şeyin güzel olduğuna iman ettiğini düşünüyorum. Torunlarının söylediğine göre masal da anlatırmış bazen ‘Ümmü ebe’leri onlara. O anlatılan masallarda hangi masal kuşunun kanadına kurulup hangi uzak diyarlara gittikleri; bu uzak diyarlardaki hangi ülkenin hangi zamanının sultanının kızına âşık oldukları; bu aşk uğruna hangi kötü adamlarla ne tür mücadeleler ettikleri; bu mücadelelerin sonunda hangi mükafatları kazandıkları; bu mükafatların, masal sürerken ya da nihayetinde daldıkları uykularından uyandıklarında kendilerine neler kazandırdığını bilemeyiz, bu ülkedeki tüm Ümmü Ebe’lerle torunları arasında bu masal tecrübesi. Sadece o çocukların ne yaptıklarına bakarak bir fikir edinebiliriz bu masal tecrübesi hakkında. 

Muttalip Emmi
Muttalip Emmi

Film gibi adam: Muttalip Emmi!
Hoş bir deyim film gibi adam. Babamın amcası Muttalip Emmi için de kullanılırdı bu deyim köyde. O zamanki aklımla kızardım da bazen onun için bu deyimi –biraz da alaycı bir üslupla- kullananlara. Neymiş, Muttalip Emmi köyden ilk defa çıkıp da iki sene askerliğini Eskişehir’de yapmış, orada da güneşin yakıcı etkisinden kurtulmak için şemsiyeyle gezilirmiş yazın, emmim de görmüş bu ve buna benzer uygulamaları ve askerlik bitip de köye dönünce kendisi de yazın köyün sokaklarında şemsiyeyle dolaşmaya başlamış falan… Adana’nın bir köyünden bahsediyoruz, dışa kapalı, kendi halinde bir köy (idi o zamanlar sanırım). Ama ben severdim Muttalip Emmi’yi.

 

Hisar dergisine dalardım!

Her sene, ilk yaz, yaylaya gitmezden evvel birkaç hafta köyde kalırdık. Emmilerim, yengelerim beni çok severdi sanırım, “memmet aşağı memmet yukarı”… ( Belki bu sevgide taa 1950’lerin başında köye yol açmak için çalışırken göçük altında kalan ve şehit olduğuna inanılan adını taşıdığım dedeme duyulan sevginin de tesiri vardı, kendisine doyulamadan bu dünyadan giden, gidiş şekliyle kalplerde ince bir ağrı şeklinde kalan dedemin. Allah rahmetini üzerlerinden eksik etmesin.) Evlerimiz aynı mıntıkada takriben 10 dönüm bir arazi üzerinde idi yani yakındı. İkindi vakitlerinde Emmim evinin önündeki, 20-30 senelik dutlarla doğal olarak gölgelenmiş genişçe düzlüğü sular, böylece tozmasını önlerdi. Sonra bana seslenirdi. Ben de bu çağrıyı bekliyormuşçasına, radyodan, babamın kitap ve Hisar dergilerinden (babam Erzurum’da talebeyken takip edermiş o güzelim dergiyi, Mehmet Çınarlı’ların, İlhan Geçer’lerin, Kabaklı’ların yazılarıyla katkı verdiği bu dergi bende birtakım şeyleri uyandırmıştı; hani diyor ya şarkıda “aşka merakım ezelden”, işte öyle o adını tam koyamadığım ama sanırım, belki içimde var olduğuna inandığım şeyleri aydınlatmıştı.) ya da öğle sıcağının üzerime kondurduğu tembellik ve uyuşmuşlukla uzandığım divandan kalkar, giderdim Emmimin yanına.

 

Cücükler, tavuk kekmeleri..

Yeni sulanmış toprağın kokusu, güneşin altındaki ovanın sıcağını taşırken gölgeliğe girince ılıklaşan ve buna rağmen verdiği ferahlıkla yine de bizi rahatlatan hafiften esen rüzgar, uzaklarda artık kurumasına bir kaç hafta kalmış dereden gelen birkaç kurbağa sesi, yine uzaklarda tarlalara ekilen mısırı ya da karpuzu sulamak için çalışan sondajların sesi, hemen biraz ilerdeki kümesteki tavuk ve horozların gıdaklamaları, peşine ufacık cücüklerini (biz civciv demezdik) takan anne tavuğun orada burada garip sesler çıkararak eşelenişi ( o anne tavuğun akşamları o kadar cücüğü nasıl kanatlarının altına sığdırdığını hâlâ anlayabilmiş değilim; tabii kötü hatıralar da var, nasıl olduysa cücüklere rahatsızlık verdiğimi düşünen bir tavuk beni kovalamış ve yakalayınca da kekmişti. Bizim oralarda tavuklar keker, yani tam ısırmak da değildi bu “kekme” ama bir şeyler yaptığı kesindi gagasını değdirdiği yere ), ortalıkta uçuşan arıların, sineklerin garip uğultusu, içerde Gülşen Yenge’nin mutfakta çıkardığı sesler…

 

İkindi, ilk indi

O zaman küçüktüm, fark edememiştim, şimdi biraz düşününce tüm bunlar o “ikindi ayini”nin bir parçasıymış. Emmimin kulakları da fazla duymazdı. Bağırmak zorunda kalarak bir şeyler anlatmalarımı epey uzaktan da duyanlar olurdu sanırım. Gerçi kime ne, herkesin başka işleri vardı. Üniversitenin ilk iki yılında, tatil için köye gittiğimde bu ikindi vakitlerinin ana mevzusu da İstanbul olurdu, ee İstanbul’u anlat, derdi. Ben de, (o zamanlar da konuşmayı sevmezdim) ne anlatayım der gibi bakar, biraz kalabalıktan biraz camilerden bahseder, sonra susardım. Öyle susarak bazen akşama kadar otururduk, o, öyle sanıyorum, eski günlerine dönerdi, Eskişehir’e, ya da köyde geçirdiği 70 yıla. Ben, hem de o yaşımda, niye susardım, bilmiyorum. Ne dönecek bir geçmişim, ne acı-tatlı hatıralarım vardı; burnuma gelen bir koku beni aynı kokunun başrol oynadığı bir hatıraya götürmüyor ya da o kokuyla özdeşleşmiş birisini hatırlatmıyor, çiçekten çiçeğe ottan ota konan kelebek, kelebeğin rengi beni bir geçmiş zamana, mekana ve insana bağlamıyordu; fakat işte ben de susuyordum. Bazen bu sessizlik muzip bir sözle bölünür, Muttalip Emmimle yani abisiyle bir sebep bularak eğlenen Mithat Emmim gelir, yandaki tabureye çökerdi. Bana göre “film gibi adam” tabiri nasıl olmuşsa adres şaşırmış, Mithat Emmi’nin üstüne kalacağına ihale nasılsa Muttalip Emmi’me kalmıştı. Mithat Emmim muzipliğiyle, şakacı, eğlenceli kişiliğiyle köydeki herkes gibiydi ve durmuş, oturmuş, ağır şahsiyetiyle Muttalip Emmim köyün “dışa düşenler”inden biriydi, belki de tekti. Herkes gibi olması onu diğerleriyle aynılaştırmış, biraz da ötekini tarif eden “film gibi adam” sıfatı “dışa düşen”e yapışmıştı. 

 

Mehmet Emre Ayhan emmi teyze insanımızı anlattı

YORUM EKLE
YORUMLAR
Görkem Evci
Görkem Evci - 14 yıl Önce

Renklere dokunmak isimli bu belgeseli bir kaç ay evvel ben de izlemiştim. Teyze renklere dokundukça belgesel de yüreğime dokunmuştu benim. O cümleye takılmıştım ben de, şu çeşit çeşit çiçeklere... Hayatta o kadar sıradanlaştırmışız ki her şeyi. Şükrü hatırlamıştım yeniden.

Emre AĞIRBAŞLI
Emre AĞIRBAŞLI - 14 yıl Önce

ben de ailemle izledim o programı. Gerçekten duygusal bir yapım olmuş. Ümmü teyze 5 yaşındayken kaybetmiş gözlerini (bu sitede 1-2 yaşlarındayken yazıyor.) kendimi onun yerine koydum ve dokuduğu kilimlere hayran kaldım.