Üç seyyah üç Ramazan

"Osmanlı’ya birçok kadın ve erkek seyyah yolculuk etmiş ve izlenimlerini aktarmıştır. Ziyaret sebepleri birbirinden farklıdır. Kimileri özellikle Osmanlı topraklarını görmek için gelmiş, kimileri tura çıkmak niyetiyle başlayan bir gezide Osmanlı’yı bir durak olarak görmüştür. Bir üçüncü grup ise Osmanlı topraklarına görevli ya da bir görevlinin yakını olarak gelmiştir." Melike Temiz yazdı.

Üç seyyah üç Ramazan

Müslümanların bütün yıl hasretle yolunu gözlediği bir misafir olan Ramazan; orucuyla, iftarıyla, teravihiyle, sahuruyla ve nihayet bayramıyla onların gönül iklimine baharı yaşatırken çoğu gayrimüslimin de ilgisini çekmiştir. Bu ilgi ve merakı Osmanlı’ya seyahat eden Batılı seyyahların eserlerinde görmek mümkündür. Gelin şimdi,Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılına gidelim ve Ramazan’ı üç farklı seyyahın kaleminden okuyalım.

JULIA PARDOE VE İFTAR SOFRALARI

Osmanlı’ya birçok kadın ve erkek seyyah yolculuk etmiş ve izlenimlerini aktarmıştır. Ziyaret sebepleri birbirinden farklıdır. Kimileri özellikle Osmanlı topraklarını görmek için gelmiş, kimileri tura çıkmak niyetiyle başlayan bir gezide Osmanlı’yı bir durak olarak görmüştür. Bir üçüncü grup ise Osmanlı topraklarına görevli ya da bir görevlinin yakını olarak gelmiştir. Bu üçüncü gruba giren seyyahımız Julia Pardoe, Osmanlı topraklarına sağlık sebepleri ve binbaşı babasının görevlendirmesiyle gelmiş, yaklaşık dokuz ay kalmıştır.

Miss Pardoe, tarihler 1836 yani Hicri 1251 Ramazan’ı gösterdiğinde İstanbul’a ayak basmıştır: “Şehre varışımız Türklerin Ramazan ayına denk gelmişti. Ortalık alacakaranlığa büründüğü sırada bütün camilerin minareleri birdenbire parlak ışıklarla aydınlandı. Hiçbir şey bu manzaradan daha sihirli bir tesir icra edemezdi; karanlık bu ruhani sütunların zarif hatlarını gizlemiş ve neredeyse en uçta minareyi kuşatan ışık halkaları, canlı elmaslardan müteşekkil üç katlı bir taç teşkil etmişti. Bunların altında, aradaki boşluğu dolduracak şekilde harika bir sürat ve dakiklikle birbirini izleyen ateşten desenler sallanıyordu: İşte bir ev, şimdi bir grup servi, sonra bir gemi veya çapa ya da bir buket çiçek. Bu değişiklikler sonradan keşfettiğime göre son derece basit ve tabii bir usulle yapılıyor. Minareden minareye kordonlar çekiliyor, bunlara lambaların bağlandığı kordonlar asılıyor ve önceden tayin edilen biçimde bunların indirilip kaldırılmasıyla İstanbul hiçbir Avrupa başkentine benzemeyen sihirli hareketli görüntülerle ışıklandırılıyor.”[1]

Ramazan’ın mahyalarla ışıklandırılan bu atmosferine hayran kalan Miss Pardoe’nun bu günlere dair en önemli isteği bir iftar sofrasına şahid olmaktır: “İstanbul’a Ramazan ayında vardığımızı beyan etmiştim; merakıma mucip olan ilk şey bir Türk ailesinin evinde oruçlu bir günü geçirmekti. Bir Avrupalı için güç ve çoğu kere imkânsız olan bu isteğim, gemiden indikten kısa bir müddet sonra itibarlı bir Türk tüccarından bir davet kopartmaya muvaffak olmam sayesinde kolayca yerine geldi. Haremini ziyaret etme arzumu yazdıktan hemen sonra, son derece samimi ve candan bir davet aldım.”[2]

İsteği geri çevrilmediği için çok mutlu olsa da iftar sofrasının çeşitliliği onu şaşırtmış hatta Ramazan gelse de bir an önce yesek dediğimiz, kokusu burnumuzda tüten Ramazan pidesini ise hiç beğenmemiştir.

“…anında herkes harekete geçti; ön hazırlıklar o kadar itinalı ve dikkatli yapılmıştı ki bir saniye bile kaybedilmedi. Sininin ortasına konmuş çukur ve yayvan kap bir nevi soğuk ekmek çorbasıyla doluydu; etrafında dilimlenmiş peynir, ançüez, havyar ve her neviden tatlının konduğu küçük porselen kaplar daire şeklinde dizilmişti. Bunların aralarına şimşir kaşıklar ve gül kokularıyla odayı dolduran pembe ve beyaz şerbet dolu kadehleri serpiştirilmişti. Tepsinin dış kenarında koparılmış mayasız ekmek parçaları ile kuru, berbat görünümlü üstü yumurta akıyla parlatılmış ve çörekotu serpilmiş Ramazan pidesi bulunuyordu.”[3]

Davet edildiği konakta şahid olduğu iftar sofrasına ve Türk misafirperverliğine dair yazmış olduğu şu notlar ise manidardır. Zira sahip çıktığımız bu geleneğin yüzyıllardır devam ettiğini görmek bizler için gurur kaynağıdır:

 “Türklerin ister zengin ister fakir olsun oturmayı münasip bulacak herkesi sofralarına davet etme gibi basit ve güzel misafirperverliklerinden söz etmeden geçmemeliyim. ‘Buyrun’ sözü asla soğuk ve gönülsüzce söylenmez; Müslümanlar bu gösterişten uzak ağırlamayı her yeni gelene, sınır koymadan ve tereddüt etmeden gösterirler; tıpkı ikram olunan herhangi bir yiyecekle ilgili kusur bulmama âdetleri gibi. Kendilerini yalnızca Allah’ın hizmetkârları olarak görür ve buna bağlı olarak hayatın nimetlerini sahip oldukları bir şeyden çok emanet aldıkları bir şey gibi kullanırlar; kendilerinden daha az talihli olanlara zenginliklerinden vermek zorunda olduklarına inanırlar.”[4]

GERARD DE NERVAL VE RAMAZAN AKŞAMLARI

19. yüzyılda Osmanlı’da iftar sofralarını Miss Pardoe’dan dinledikten sonra Ramazan akşamlarının nasıl geçtiğine tanık olmak için seyyah Gerard de Nerval’in notlarına göz gezdirelim. Romantik dönem Fransız edebiyatının en güçlü yazarlarından birisi olan Gerard de Nerval, Doğu seyahatinin son ayağı olan İstanbul’a 1843 yılında yani Hicri 1259 Ramazan ayında gelmiştir.

“Bu adamcağızlar Ramazan gecelerini, meddahları dinlemekle ya da Karagöz seyretmekle geçirmiyorlardı sadece; her sefer Kur’an’dan on kadar ayetin okunduğu ve rekât denilen namazlarına da vakit ayırmak durumundaydılar. Her gece camilerde, evde ya da eğer insanın evi yoksa ancak kahvehanelerde uyuyabilenlerin başına geldiği gibi sokakta, yirmi rekât namaz kılmak gerekiyordu. Demek ki dini bütün bir Müslümanın her gece iki yüz ayet okuması gerekiyordu; bu da otuz gecede, altı bin ayet yapardı. Masallar, gösteriler ve gezintiler bu dinî görevin yorgunluğunu atmaya yarıyordu ancak.”[5]

Bugün de olduğu gibi tarihte de Ramazan ayında gündüz vakitleri akşama nazaran daha sakin geçerdi. Dükkânların çoğu kapalı olur, insanlar orucun vermiş olduğu açlık hissiyle kendilerini dinlemeye/dinlendirmeye alırdı. Bu duruma Gerard de Nerval de şahid olmuş ve tarihe şu notları düşmüştür:

“Ramazan ayı boyunca bütün gün uyumalarına rağmen dinî yasa bunu zorunlu kılmamaktadır. Türklere güneşin batışından önce bir şey yemek yasak olduğu için onlar da yemeği akıllarına getirmemek için bütün gün uyumaktadırlar. Ama cuma günü bu istirahatten vazgeçip çoğunlukla kırlara çıkarlar ve özellikle de Haliç’in bitimindeki Kâğıthane’ye ya da gezintimizin amacı olan Göksu’ya giderler.”[6]

THEOPHİLE GAUTİER VE BAYRAM COŞKUSU

19. yüzyıl Osmanlı’ya seyahat eden seyyahlardan bir diğeri Theophile Gautier ise 1856’da Marsilya’dan vapura binmiştir. Akdeniz üzerinden İstanbul’a varması 11 gününü almıştır. Şehirde kaldığı yetmiş gün boyunca üzerine giydiği tuniği, sarığı ve çarığıyla bir yerli kılığındadır. Gautier de diğer seyyahlar gibi şanslıdır çünkü Hicri 1272 Ramazan Bayramı’na şahitlik etmiştir.

“…orucun bitişini herkesin sevinçle karşıladığı söylenebilir. Her Müslüman, göze en hoş görünen nesi varsa onu giyer, mavi, pembe, fıstık yeşili, tarçın sarısı ve al renkler her yanda pırıldar. Sarıkların kumaşı temizdir, pabuçlar tozsuz ve çamursuzdur; İslâm dünyasının baş şehri baştan aşağı temizlenmiştir… Ramazan’da en kalburüstü insanların evlerinin pencereleri önünde çalmış olan davulcu ve zurnacılar sokaklarda dolaşırlar. Kopardıkları gürültü ev halkının dikkatini çekecek kadar uzun sürdükten sonra bir kafes aralanır ve bir el, bir şal, bir kumaş parçası, bir kemer ya da herhangi başka bir şeyi çalgıcılara atar. Bu armağanları alan çalgıcılar onları, üzerinde başka parçaların takılı bulunduğu uzun bir sırığa iliştirirler.”[7]

Müslümanlar olarak Ramazan’ı yaşamanın ve hissetmenin bizler için ne kadar değerli olduğunu yabancı seyyahların hatıralarını okuyunca daha iyi anlıyoruz. 19. yüzyıl Ramazanlarını betimleyen bu üç seyyah, 21. yüzyılda İstanbul’a gelmiş olsalardı neler yazardı bilinmez. Fakat bahsettikleri âdetleri ve gelenekleri hâlâ devam ettirebiliyor olmak bizler için son derece gurur verici olmalı.

Melike Temiz

Hüma Dergisi, Sayı:9

Dipnot:

[1] Julia Pardoe, Sultanların Şehri İstanbul, s. 8, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009

[2] Julia Pardoe, a.g.e., s. 18

[3] Julia Pardoe, a.g.e., s. 20

[4] Julia Pardoe, a.g.e., s. 22

[5] Gerar de Nerval, Doğu’da Seyahat, s. 731, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004

[6] Gerard de Nerval, a.g.e., s. 606

[7] Theophile Gautier, İstanbul Dünyanın En Güzel Şehri, s. 218, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2007

YORUM EKLE