“Ne olmak istersin?” sorusuna tereddüt etmeden verebileceğim iki cevap vardı; futbolcu veya klarnetçi. Klarinet diye düzeltenler olur. Ama yine de klarnet.
Bu büyük arzularımı “vardı” diye geçmiş zamanla kipiyle kullanmam gereken yaşlara geldim. Ne futbolcu olabildim ne de klarnetçi. Ama meseleden tamamen uzaklaşmadım da. Artık bir futbol izleyicisi ve klarnet dinleyicisiyim. Beşiktaş’ı izlemeyi, Şükrü Tunar’ı, Selim Sesler’i dinlemeyi seviyorum.
Sevmek derken gerçekten sevmekten söz ediyorum. Bir boş zaman etkinliği gibi değil. Hayatın bir yerinde tutunacak kadar sevmek.
Boş mukaveleye imza atan futbolcuyum hâlâ
İlk gençliğe adım atıyordum ve uykusuzluktan muzdarip olduğum epeyce gecelerim vardı. Uykuya dalabilmeme imkan tanıyan bir tek şey vardı; hayal kurmak. Beşiktaş’ın mağlup olduğu bir büyük maçta oyuna sonradan girip son dakikalarda ihtiyacımız olan golü atan adam olma hayali. Golü atıp tribünlere koşan adam olma hayali yani. Tribünlerdeki insanlarla sarmaş dolaş, boğazım yırtılıncaya kadar bağırıyorum.
Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerimde, semtimizde, başka yakın semtlerde seçmeler yapılıyordu. Vefa, Mimar Sinan ve diğer toprak sahalarda, hayal sahibi çocuklar kendilerini gösterebilmek için son güçlerini topun peşinde harcıyorlardı.
Ben de futbolcu olmayı denedim. Ama olmadı. Yapamadım. O kadar adam arasından seçilebilecek, göze hoş gelecek, dikkat çeken bir futbol yeteneğim hiç olmadı.
Seçilemedim ama hayal etmeye devam ettim. Şeref Bey Stadı’nda son dakikalara girilirken, hiç umulmadık bir anda ortaya çıkan ve galibiyeti getiren adamım ben hâlâ. Formasını çıkaran, armasını öpen adam. Boş mukaveleye imza atan futbolcuyum hâlâ.
Ayaklarım titriyordu, oruçluydum
Vefa’da denemiştim bir keresinde. Üzerimi giyip yola koyuldum. Ramazan ayında. Şimdilerde olduğu gibi yaz aylarıydı. Oruçluydum. Hoca üzerimize giyeceğimiz formaları dağıttı. Ayakkabımın bağlarını sıkıca bağladım. Ayağıma biraz büyük geliyordu. Tozluğum yoktu. Normal çorapla çıktım sahaya. Emin olamadığım için ayakkabılarımın bağlarını çözüp tekrar bağladım. İyice sıktım.
Sahaya çıktık. Ayaklarım titriyordu. Oruçluydum. Topun oynandığı yerlere yakın durmaya çalışıyordum. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Bir yaz ayında, toprak sahada, oruçlu bir halde topun peşinde azimle koşmaya devam ettim. Top istedim, pas attım, kayarak müdahalede bulundum, top kaybettim. Koştum, koştum, koştum.
Sonra bir şey oldu.
Karanlık.
Bir şey oldu ve sonrası yok. Sahanın ortasında bayılmışım. Ne kadar baygın kaldığımı hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda kenardaki hocalar sorular soruyordu. Kendimde olduğumu anlatabilmek için büyük bir güçle kafamı salladım. Su içirmeye devam ettiler. Kendime geldim biraz sonra.
“İyi misin?” diye sordu hoca.
“İyiyim” dedim.
“Sahaya gireyim mi?”
“Sen dinlen” dedi.
Orucum bozuldu. İftara epeyce bir vakit vardı.
Oturdum maçı izledim.
Tarık Tufan yazdı