Karargâhını kurduğu tepenin üzerinden keskin kartal bakışları ile kalabalık düşman ordusunu süzen Osmanlı Sultanı II. Murad tedirgindi. Bir yandan ela gözleri ile kararmaya yüz tutmuş ufukları tararken diğer yandan da kısa süre içerisinde başlayacak olan savaşta takip edeceği askerî stratejiye son şeklini vermeye çalışıyordu. On iki yaşında çıktığı ve elbette alnının akıyla üstesinden geldiği ilk gazasının ardından süreğen bir cihad bilinci ile sürdürdüğü askerî faaliyetleri, tahta çıktıktan sonra mücadele etmek zorunda kaldığı isyanlar ve Bizanslılar tarafından körüklenen taht kavgaları, nizâm-ı âlem ve devletin bekası için kalbini titreten şefkat ve merhamet duygularını bir kenara bırakarak küçük kardeşlerini katlettirmesi, Fetret Dönemi’ni aşalı çok olmamış Devlet-i Âliye’yi kuvvetlendirmek için sergilediği yoğun mesai ve Osmanlı sancağının gölgesini, atası Yıldırım Bayezid döneminde olduğundan daha geniş bir alana yayma gayreti… Bütün bunlar onu fazlasıyla yormuş, belki de bundan dolayı birkaç yıl önce, Edirne’de Macarlarla imzaladığı Segedin Antlaşması’nın ardından küçük oğlu Mehmed’i tahta çıkararak Manisa’da kendisine küçük ve kendisiyle baş başa kalabileceği bir hayat kurmak istemiş, lâkin siyasî gelişmeler buna müsaade etmemişti. İşte buradaydı: Kosova’da. Yeni bir savaş kumanda edecek, yeni bir zafer kazanacaktı.
Savaşmaktan, hele de nizâm-ı âlem için cihad etmekten yüksünen biri değilse de savaşmanın her zaman gerekli olmadığını ve hedeflerine savaşmadan, kan dökmeden, diplomasi yoluyla ulaşabileceğini biliyordu. Macarlarla yaptığı anlaşmanın on yıl sürmesi yönünde bir irade ortaya koyması da bunu göstermiyor muydu? Fakat Avrupa’daki Osmanlı varlığını kabullenemeyen Hristiyan dünyasının böyle düşünmediği belliydi. Küçük Mehmed’in tahta çıktığını haber alınca daha yeni yaptıkları anlaşmayı bozmakta tereddüt etmemişlerdi. 1444 yılı sonlarında, yeni Osmanlı hükümdarının yaşının küçüklüğünü fırsata dönüştürmek isteyen Macar Kralı Ladislas’ın öncülüğündeki çok uluslu Haçlı ordusunu Varna’da, Balkan Dağları’nın doğu eteklerinde tarumar etmesi de durdurmamıştı onları. Kendisine “Gazî Hünkâr” unvanını kazandıran bu zafer ile birlikte muhtemelen Avrupa’da kendi lehine olan fiilî durumun kabul edileceğini düşünmüştü. Lâkin öyle olmadı. Hristiyan dünyası, Osmanlıları durdurabilmek için “bir kahraman arayışı içerisinde” ve sürekli teyakkuz halindeydi. 1423 yılında rehin olarak götürüldüğü Osmanlı sarayında aldığı terbiyenin ardından Müslüman olup “İskender” adını alan ve 1438’de doğduğu topraklara “bey” olarak tayin edildikten sonra ihtida ve isyan ederek Osmanlılara karşı mevzi askerî başarılar elde eden Arnavut Beyi Gjergi Kastrioti, Batı cephesinde yeni bir umut dalgasının oluşmasına vesile olmuştu. II. Murad şüphesiz durumun farkındaydı ve 1440’li yılların sonlarına doğru İskender Bey’i bertaraf etmek üzere bölgede görünmesinin nedeni buydu.
Yenilen Haçlı savaşa doymaz
Merhum Reşad Ekrem Koçu tarafından “yeniçağın şafağında cihan tarihinin en büyük muharebesi” olarak nitelendirilen Varna Savaşı’nda ölen Macar Kralı Ladislas’ın halefi olarak V. Ladislas unvanı ile taç giydirilen küçük oğlunun naibi Janos Hunyadi, 19. Yüzyılda Arnavut milliyetçileri tarafından millî bir kahraman hâline getirileceğini bildiğimiz İskender Bey ile birlikte hareket etme konusunda anlaşmıştı. Osmanlıları tanıyan, onların siyasî, askerî ve kültürel uygulamalarına âşina olan bu asi Arnavut beyinin Sultan ile mücadelede önemli bir silah olabileceği aşikârdı. Bir süreden beri kurmak için büyük gayretler sarf ettiği büyük Hristiyan ordusuna, onu da dâhil etmek akıllıca bir fikir olacaktı. Nitekim 1448 yılında, İskender Bey tarafından işgal edilen Kocacık’ı geri alan Sultan Murad, Macarların hareketleri hakkındaki istihbarî bilgiler üzerine Sofya’ya geri döndüğünde, Janos Hunyadi büyük bir orduyla harekete geçmişti bile. Varna’daki büyük hezimetin izlerini silme gayreti içerisinde olan Hunyadi, Macarlara ilaveten Sicilya, Eflak, Polonya, Erdel ve Almanya’dan temin ettiği birliklerle berkittiği büyük bir orduyla Osmanlı hükümdarının üzerine yürüyordu. Önce Sultan’a ihanet etmeyi reddeden Sırbistan’ı işgal etti, ardından da 1448 yılının Ekim ayında Kosova’ya geldi. Osmanlı Padişahı kendisini bekliyordu.
15 Ekim’de Kosova’da karşı karşıya gelen Osmanlı ve Haçlı orduları bir gün beklediler. Bu sırada Sultan tarafından Janos Hunyadi’ye elçiler gönderilerek barış teklif edilmiş, fakat asker sayısının bir miktar fazla olduğu anlaşılan Macar kumandan bu teklifi duraksamadan reddetmişti. Sultan II. Murad’ın tam altmış yıl önce 1388’de aynı yerde Sırp Kralı Lazar öncülüğündeki Haçlı ordusu ile yapılan I. Kosova Savaşı’nı kazanmasına rağmen savaş meydanında (milliyetçilikler çağında Sırp milliyetçiliğinin simge isimlerinden birine dönüşecek olan) Miloş Obiliç isimli Sırp bir asker tarafından şehit edilen büyük dedesi ve adaşı I. Murad’ı anımsarken neler hissettiğini tahmin etmek kolay değildir. Fakat savaşın başlamasından önceki gün, 16 Ekim’de top ve tüfek sesleri ile inleyen Kosova’da taraflar birbirlerini ok atışları ile taciz edip son hazırlıklarını yaparlarken zaferin tekerrür etmesi için dua ettiğini düşünmekte sakınca yoktur. Yine Sultan, Osmanlı savaş makinesine Varna Savaşı’nda dâhil olan tüfeklerin çatapatlarını dinlerken bir önceki Kosova Savaşı’ndan o tarihe kadar askerî teknolojinin ne kadar geliştiğini de aklından geçirmiş olmalıdır.
17 Ekim günü, Janos Hunyadi’nin taarruzu ile başlayan savaşın ilk iki gününde gerçekleşen karşılıklı saldırı, baskın ve geri çekilmeler esnasında taraflar arasındaki eşitlik bozulmadı. 18 Ekim günü öğlen vakti başlayan yoğun çatışmalar akşam karanlığı çökene kadar devam etmiş, her iki taraf da üstün bir konum elde edememişti. Varna’da Osmanlı ordusunun merkez birimine saldırarak tuzağa düşen Ladislas’ın yaptığı hatayı yapmamaya kararlı olan Hunyadi sabırlı davranıyor, düşmanına karşı dengeli bir strateji takip ediyordu. Türklerin geleneksel hilal taktiğini iyi bildiği için askerini sevk ve idare ederken tedbiri elden bırakmıyor, bir bütün olarak kavradığı Osmanlı ordusunun hem merkezini hem de sağ ve sol kanatlarını ihmal etmeden yıpratmaya çalışıyordu. İyi bir komutan olduğu açıktı. Sultan Murad’ın kendisini hata yapmaya zorladığının farkındaydı ve tam zamanında verdiği komutlarla başlatıp sonlandırdığı saldırıları başarılı bir şekilde yönlendirebiliyordu. Sultan’ı ümitsizliğe sevk edip geri çekilmeye mecbur bırakmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Fakat saldırı stratejisini uzun süre devam ettirebilmesi mümkün olmadı. 19 Ekim sabahı gün doğumu ile birlikte başlatılan saldırı dalgası sonucunda Hunyadi’nin korktuğu başına geldi.
Sabahın ilk saatlerinde başlayan Haçlı taarruzu karşısında Osmanlı ordusunun kanatları bozulup dağılarak hızlı bir şekilde geri çekilmeye başlamış, ordunun merkez noktası korumasız kalmıştı. Bu başarı, iki gün boyunca düşman ordusunun merkez kuvvetlerine karşı tedbirli bir tavır sergileyen Haçlıları cesarete getirdi. Yeniçeri birliklerinin güçlü bir direniş sergiledikleri merkeze yüklenmeye başladılar. Kanatların ardından şiddetli bir hücumla Yeniçeri birliklerini bertaraf edebildikleri takdirde galip geleceklerdi. Zafer, uzanıp da dokunabilecekleri kadar yakında gibi duruyordu. Tedbiri elden bırakarak dikkatlerini ağır ağır geri çekilen merkez birliklerine verdiler. Fakat Osmanlı ordusunun çok hızlı hareket edebilme kapasitesine sahip olan kanatlarının aslında birkaç saat önce bozulup dağılmadığını, Sultan’ın savaş planına bağlı olarak bilinçli bir şekilde geri çekildiklerini şaşkınlıkla anladıklarında yalnızca kuşatılmakla kalmamış, aynı zamanda karargâhlarından da iyice uzaklaşmışlardı. Kendine olan güvenini ve zafer kazanma umudunu bütünüyle yitiren Janos Hunyadi yakın adamları ile birlikte savaş meydanını terk ederken önemli bir kısmı kılıçtan geçirilen Haçlı ordusu, büyük bir hezimete daha uğramıştı. Hem Haçlılar hem de Osmanlılar açısından bunun bir dejavu gibi göründüğü de söylenebilir, neticede aynı meydanda kazanılan Osmanlı zaferi tekerrür etmişti.
Gazî Hünkâr’ın “Gaza-yi Ekber”i
1421 yılında babası Çelebi Mehmed’in ölümü üzerine Osmanlı tahtına çıkan ve otuz yıl devam eden padişahlığı sırasında geleceğin Fatih’i olan oğlu II. Mehmed lehine iki kez tahttan çekilmek isteyen Sultan II. Murad 1451, yılında Edirne’de vefat etti. Taht ile baht arasındaki irtibatın ilgi çekici bir örneği olan Murad’ın vefatından üç yıl önce kazandığı ve Reşad Ekrem’in ifadeleriyle “Son gazası ve gaza-i ekberi (en büyük gazası)” olan II. Kosova Savaşı’nın önemli sonuçları oldu. Bütün Avrupa’yı tehdit etmeye başlayan Osmanlılara karşı 1370’li yılların başından itibaren Haçlılık düşüncesine âdeta yeniden hayatiyet kazandıran, özellikle de Ankara Savaşı’ndan sonraki karışıklık dönemine bağlı olarak Osmanlı yükselişinin artık sona erdiğini, dolayısıyla da Müslüman Türklerin Avrupa’dan sökülüp atılabilmelerinin mümkün ve yakın olduğunu düşünen Hristiyanlar, bu düşüncenin kendi arzularından ibaret bir vehim olduğunu kabullenmek zorunda kaldılar. Osmanlılar hiçbir yere gitmiyor, bilakis Avrupa’ya daha köklü ve kalıcı bir şekilde yerleşiyorlardı.
I. Kosova Savaşı’nda Sultan I. Murad Hüdâvendigâr’ın karşısına Hristiyan Haçlı dünyasının öncüsü rolüyle çıkan Sırpların Osmanlı kontrolüne girmesinden sonra yarım asırdan beri Hristiyan Batı’nın öncü gücü olarak temayüz eden Macarlar; bu savaşla birlikte etkilerini yitirmiş, Osmanlıların Rumeli coğrafyasındaki hâkimiyeti yeniden tahkîm edilmişti. Öte yandan bu dönemde özellikle Papa’nın tavsiye, takdir ve yönlendirmeleri ile Orta ve Doğu Avrupa’da güçlü bir zemin bulan Haçlı ittifakları düşüncesi büyük zarar görmüş, daha sonraki dönemlerde kurulacak Osmanlı karşıtı yeni askerî ve siyasî ittifakların altyapısı tahrip edilmişti. Zafer ile birlikte Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki konumunun güçlenmesi Bizans İmparatorluğu’na karşı yürütülen mücadelede Devlet-i Âliye’nin elini rahatlatmış, klasik dönem Osmanlı tarihinin en büyük uzmanlarından Feridun M. Emecen’in de vurguladığı üzere İstanbul’un fetih sürecini hızlandırmıştı.
Mustafa Alican
Makas Dergisi, Ekim-Kasım, 10. sayı