Sultan II. Abülhamid Han ve Yahudiler

"Yahudi’nin Abdülhamid’den alıp veremediği ve ona ne yüzden düşman kesildiği üzerinde düşünmek ve sebep aramak yersizdir. Bu sualin cevabını bizzat Yahudi, Yahudi’nin tipi ve seciyesi verir. Yahudi’nin ne olduğunu bilen, onun Abdülhamid’e niçin düşman olduğunu da bilir." Mustafa Müftüoğlu'nun yazısı.

Sultan II. Abülhamid Han ve Yahudiler

Sultan II. Abdülhamid Han devrinin en mühim meselelerinden biri, belki de birincisi, Yahudilerin Filistin’e yerleşebilmek gayesiyle giriştikleri faaliyettir. Bu mevzuda çeşitli neşriyat yapılmış, gazete ve dergi sütunla­rıyla cilt cilt kitaplarda pek çok kimse bu mühim mesele üzerine eğilmiş, fakat maalesef yazılanların tamamı hep kenarda bucakta kalmış, olay, başlangıcından sonuna kadar müstakil bir eserde tafsilatıyla incelenme­miştir. Biz bugün bu mühim mesele hakkında yazılanların bazılarını bir araya toplamaya ve böylece bu mühim mevzuu aydınlatmaya çalışacağız.

Evvela Necip Fazıl Bey’in aşağıdaki satırlarını okuyarak Abdülhamid Han’la Yahudiler arasındaki durumu tespit edelim. Diyor ki Necip Fazıl Bey:

“Abdülhamid’i küçültmek, çürütmek, baltalamak ve engellemek iste­yen her cereyanın ön planında kim bulunursa bulunsun, arka planında daima Yahudi’yi aramak lazımdır. Abdülhamid’in en büyük düşmanı ne Ermeni, ne Moskof, ne İngiliz ve ne de millî kök alakasını kaybetmeye başlayan yarı aydın Türk zümresiydi. Onun gizli planda baş düşmanı sa­dece Yahudi...

Yahudi’nin Abdülhamid’den alıp veremediği ve ona ne yüzden düş­man kesildiği üzerinde düşünmek ve sebep aramak yersizdir. Bu sualin cevabını bizzat Yahudi, Yahudi’nin tipi ve seciyesi verir. Yahudi’nin ne ol­duğunu bilen, onun Abdülhamid’e niçin düşman olduğunu da bilir.

Yahudi, tek cümleyle dünyada dinî, millî ve fikrî birlik adına ne varsa onu lif lif çözmeye, bozmaya, harap etmeye memur, bozguncu ve fesatçı tiptir. Kısacası, Yahudi belli başlı bir ruh saikiyle müstakil bir millet teşkil edememiş ve bütün dünya milletleri içine yayılmış olan kavminin fert fert menfaatini koruma, bunun için de bu menfaate karşı gelecek her çeşit bütünlüğü parçalama rolündedir.”

Bu tespitten sonra Nizameddin Nazif Bey’in yazdıklarını da okuyalım:

“Bakınız 1895’te ne oldu? Osmanlı demiryollarından büyük bir ser­vet elde etmiş olan Baron Hirş adlı Yahudi öldü. Ölürken Yahudilere bir yurt kurulması için iki yüz elli milyon frank vasiyet etmişti. O devirde Doğu Avrupa’da, bilhassa Rusya’da Yahudilere çok zulmediliyordu. Ba­ron Hirş, bunları kurtarmak ve toplu bir hâlde yaşatmak için tasavvur ettiği yurdun yerini de tayin etmişti: Arjantin...

Baron, o zaman dünyanın her yerinden muhacir kabul eden ve birçok yerleri boş olan bu memlekette para ile toprak satın alınmasını ve göç­men Yahudilere verilmesini istemişti. Fakat bu vasiyeti yerine getirmek için kurulan bir cemiyet, bu yurt edinme meselesine başka bir istikâmet verdi. Hele Teodor Herzl adındaki Yahudi işe karışınca Arjantin’den büs­bütün vazgeçildi. Değil yalnız Doğu Yahudilerini, dünyadaki bütün Ya­hudileri Filistin’de kurulacak bir yurda taşımak fikri ortaya atıldı.”

Yahudilerin Abdülhamid Han’a müracaatları, işte bu karardan doğ­muş ve muhtelif tarihlerde çeşitli kimseler aracılığıyla yapılan, hatta mil­yonlarca altın rüşvet teklifine kadar varan müracaatların tamamı Sultan II. Abdülhamid Han tarafından reddedilmiştir. Bu mevzuda pek çok şa­hadet vardır. Mesela, devrin Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa hatıratında der ki:

“Türkiye’de bir Yahudi yurdu tesis etmek öteden beri Siyonist âlemi­nin büyük gayelerinden biri idi. Siyonistler bu gayeye erişebilmek için birkaç defalar faaliyete geçmişler ise de hiçbirinde muvaffak olamamış­lardır. Her defasında Sultan Hamid bu yeni hadise ve teşekkülün mak­sat ve neticesinden şüpheye düşerek işi geçiştirmişti. Bir aralık İstanbul’a Avusturya Musevîlerinden ve Siyonistlerin erkânından bir zat geldi, ter­cüman Münir Bey’i görerek Kudüs’te bir Musevî yurdu tesisine müsaade istedi. Bu müracaat Siyonistler namına yapılıyor ve işin arkasında meşhur bankerlerden ‘Roçild’ bulunuyordu.

Talebin esası şu idi: Filistin’de, hükümetin göstereceği bir mahalde Mu­sevî köyleri tesis edilecek hükümet arzu ederse bu köylerde İslâm hanele­ri de bulunacaktı. Ecnebi devletlerden bu köylere gelecek olan Yahudiler, Devlet-i Âliyye’nin kanun ve nizamlarına tâbi olacaklardı. Buna mukabil hükümete, Düyûn-ı Umumiye meselesinde hizmet ve kolaylık arz edecek­lerini ve bunun için yazılı, muteber teminat da verileceğini söylemişti.

Gerek bu Viyanalı Musevî’nin şahsen haiz olduğu ehemmiyet ve gerek Düyûn-ı Umumiye’ye müteallik teklifteki ciddiyet hasebiyle meseleyi zat-ı şahaneye arz ettik. Bir cuma selamlığından sonra hünkâr o Musevî’yi kabul etti. Viyanalı Siyonist, meseleyi tafsilatıyla Sultan Hamid’e izah etti.

Fakat Sultan Hamid bunda birtakım mahzurlar gördü: Filistin havali­si esasen Makamat-ı Mübareke dolayısıyla siyasî ihtiraslara zemin olmak­ta idi. Her sene kilise ve ayin işleri münasebetiyle türlü ihtilaflar çıkıyor, hükümete dâimi baş ağrısı oluyordu. Buna bir de Yahudi meselesi ilave etmek hünkârın hoşuna gitmedi. Viyanalı Siyonist bir netice elde edeme­yerek memleketine döndü.”

Mabeyn başkâtibi, “birtakım mahzurlar”ı böylece sıralıyor ama bu meselenin daha başka yönleri de vardır. Bakınız, Abdülhamid Han hatı­ratında bu mevzuda ne diyor:

“Yahudilerin Avrupa’daki nüfuz ve kudretleri doğudakinden çok faz­ladır. Herhâlde Sami unsurlarının fazlasını başlarından atabilmek üzere birçok Avrupa hükümetlerinin, Filistin’e yapılacak bir Yahudi muhacere­tini hoş görecekleri muhakkaktır.

Fakat bizim memlekette esasen kâfi miktarda Yahudi mevcuttur. Onun için eğer Filistin’de Müslüman-Arap unsurunun üstünlüğünü idâ­me etmek istiyorsak Yahudi iskânı fikrinden vazgeçmeliyiz. Öyle bir is­kân bizim için dindaşlarımızın idam hükmünü kabul etmek demektir. Çünkü Yahudi ırkının az zamanda memlekete tamamıyla hâkim olacağı muhakkaktır.

Siyonistlerin reisi Herzl kendi delilleriyle hiçbir zaman beni iknaya muvaffak olamayacaktır. O kendi nokta-i nazarıma ‘Yahudi çiftçisinin der­mansız eli kuvvetlenip yeniden sabana sarıldığı gün, Yahudi meselesi ken­diliğinden halledilmiş olacaktır.’ demekle haklı olabilir. Herzl, dindaşları için arazi istiyor, galiba artık yalnız zekâları kendilerine kâfi gelmiyor. Fakat Siyonistlerin maksatları Filistin’de yalnız ziraatla meşgul olmaktan ibaret değildir. Krallık kurmak, devletlerini temsil edecek elçiler göndermek ve­saire de istiyorlar. Ben bütün bu millî ihtiras projelerine vakıfım. Herhâlde Siyonist efendiler, benim günün birinde böyle bir teşebbüse yanaşabileceği­mi zannetmekle büyük bir safderunluk göstermiş oluyorlar. Memleketimi­zin muhtelif yerlerinde teb’a sıfatıyla bulundukça ve Bâb-ı Âli’de muktedir memurlar vaziyetini muhafaza ettikçe Yahudileri ne kadar takdir edersem Filistin hakkındaki parlak projelerine de o kadar düşmanım.”

Abdülhamid Han, bu düşmanlığını saltanatının sonuna kadar sür­dürmüş, tâc u tahtı pahasına da olsa Yahudi emellerine alet olmamıştır. Bu mevzuda Yılmaz Öztuna Türkiye Tarihi’nde “Dünya Siyonist Teşkilatı, padişaha milyonlarca altın rüşvet teklif ettiği hâlde Filistin’e bir miktar Yahudinin göçmesi müsaadesini alamamıştı.” diyor. Muharrem Feyzi To­gay ise “Filistin ve Yahudilik Meselesi” başlıklı makalesinde, “Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak gayesi başgösterdi. Bütün dünya Yahudileri ve bankerlerinin yardımıyla Siyonistlik teşkilatı vücut buldu. Hâlbuki bu­nun tahakkukuna Sultan II. Abdülhamid mâni olmuştur. Bu hareketin hem kendi tâc u tahtına hem de daha sonra bütün Osmanlı İmparatorlu­ğu’nun yıkılmasına mâl olduğunda geçen yarım asırlık devrin içyüzünü bilen herkes müttefiktir.” satırlarıyla gerçeği dile getirmiştir.

Sultan II. Abdülhamid Han’ın Yahudilerin Filistin’e muhaceretini ka­tiyen menettiği Theodor Herzl’in itirafıyla da sabittir. Hatıratında diyor ki bu Siyonist önderi:

“Akşam Newlinsky kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayı’nda­ki döndü. Garsona -yas alameti olarak- yarım şişe şampanya getirmesini emrettikten sonra iki kelime ile bana vaziyeti anlattı: ‘Hiçbir şey yapama­dım. Zat-ı şahane bu konuda hiçbir şey işitmek istemiyor.’

Sultan (Abdülhamid Han) dedi ki:

‘Eğer Mr. Herzl senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsul­dar kılmışlardır. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşler, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değil­dir. Türk milletinindir, ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasın. Benim imparatorluğumun parçalandığı zaman onlar Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat ya­pılmasına müsaade edemem.’

Bundan sonra başka şeyler konuşmuşlar. Newlinsky ona, Jön-Türk­ler’i devlet hizmetine almasını tavsiye etmiş, Sultan istihza ile: ‘Bir anaya­sa, sonra? Benim bildiğime göre Polonya Anayasası sizin baba yurdunuzu parçalamaktan kurtaramamıştır.’

Sultan Abdülhamid’in doğru ve büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu, sonu ölüm ve parçalanmaya giden fatalizmde trajik bir güzellik var. Maamafih son nefese kadar pasif mukavemet şek­linde de olsa mücadele edeceğiz.”

Siyonistlerin bu, “pasif mukavemet şeklinde de olsa” yürüttükleri mücadelenin nerelere vardığını kaydetmeden evvel huzurdan kovulan Yahudiler mevzuunda bir şehadet daha nakledelim. Libya’da yayımlanan el-Hedyu’l İslâm dergisinde Şeyh Ali isminde bir zat, bizzat şahid olduğu bir olayı şöyle anlatıyor:

“Ben 1902’de hilafet-i İslâmiyye’nin başşehri İstanbul’da idim. Anla­tacağım hadiseden yarım saat kadar evvel Halife-i Müslimin’in Yıldız Sa­rayı’na gelmiştim. Yanımda Arap Camii İmamı Mahmud Efendi de vardı. Biz salonda beklerken üç Yahudinin huzura girmek istediğini söylediler. Başkâtip Tahsin Paşa bunları oturduğumuz salona alarak isteklerini sor­du. Yahudiler, Sultan Abdülhamid ile mutlaka yüz yüze ve yalnız olarak konuşmak istediklerini söylediler. Tahsin Paşa ise ne söyleyeceklerse kendisine söylenmesini, bunların aynen hünkâra nakledileceğini ısrarla ifade etti. Museviler Tahsin Paşa’nın isteğine boyun eğmek mecburiyetin­de kaldılar ve tekliflerini şöyle anlattılar: Yahudiler, Osmanlı Devleti’nin borçlarına yardımcı olmak ve sınırlarda yapılacak tahkimat masraflarını karşılamak üzere derhal yirmi beş milyon altın borç(!) vermeye hazırdır­lar. Buna mukabil iki arzulan vardır: 1. Senenin herhangi bir gününde Yahudilerin Kudüs’e girip çıkmalarına ve 2. Ziyaret için gitmiş olan bu Yahudilerin Kudüs’te kaldıkları müddet içinde barınabilecekleri bir mi­safirhane inşasına mücaade olunması.

Yahudi heyetinin bu isteklerini dinleyen Başkâtip Tahsin Paşa huzura girdi ve bir müddet sonra kıpkırmızı bir yüzle çıkarak Sultan Abdülha­mid’in şu cevabını nakletti:

‘Devletin borca girmesi utanılacak bir şey değildir. Diğer devletler de -meselâ Fransa- borca girmiştir. Bizim borçlarımız zamanla nâmerde muhtaç olmadan ödenecektir. Kudüs’ü Müslümanlara teslim eden Hz. Ömer’dir (ila). Onun emanetine ihanet ederek Âl-i Osman’ı lekeleye­mem. Bahusus Devlet-i Âliyye, İslâm düşmanlarının paraları ile yapıla­cak tahkimatın arkasına sığınmaya asla tenezzül etmez.’”

Şeyh Ali devamla diyor ki:

“Sonradan öğrendiğimize göre Sultan, o günden sonra ‘ziyaret’ adı altında Kudüs’te gezen Yahudilerin bir an evvel oradan çıkarılmasına ve Kudüs’e Yahudi sokulmaması için azami gayret gösterilmesine dair muta­sarrıf Rauf Paşa’ya kat’i emir vermiş.”

Baştarafta kaydettiğimiz gibi Yahudilerin Filistin’e muhaceretini te­min için Abdülhamid Han’a pek çok kimse müracaatta bulunmuş, hatta bir ara Almanya İmparatoru II. Vilhelm dahi bu işe karışmıştır. Theodor Herzl denilen Siyonist ise gayesi uğruna sık sık İstanbul’a gelip gitmiş, muhtelif kimselerde tanışmış, bunlardan bazılarını bol rüşvetle elde et­miş, fakat bütün melanetine rağmen muvaffak olamamıştır.

Theodor Herzl 1904 yılında ölmüş ve onun ölümünden sonra eski hareketini kaybeden Siyonizm cereyanı bilahare Hayim Weizmann’ın bu davaya sahip çıkmasıyla yürüyüp 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasına kadar gelmiştir.

Yahudilerin Filistin’e yerleşmesine müsaade etmeyen Sultan Abdül­hamid Han’ın nasıl, ne şekilde ve hangi oyunlarla alaşağı edildiğini ve bu oyundaki Yahudi rolünü inceleyen Nizameddin Nazif Bey, der ki:

“Herzl’in atlatılması, Abdülhamid’in bizzat sezdiği gibi onun düş­manlarını çok kuvvetlendirdi. Çünkü Yahudiler sistemli çalışmayı mu­vaffak kılabilecek birçok kuvvetlere sahip bulunuyorlardı. Para onlarda idi. Milletlerarası ticaret münasebetlerinin en önemlileri kontrolleri al­tında idi. Avrupa basını ellerinde idi. Dünya umumi efkârında diledikleri anda diledikleri fırtınayı koparabiliyorlardı. Dünyada doğan yeni sebep­ler yüzünden beliren yeni yeni ittifak kombinezonları ve anlaşmalarla devletlerarası münasebetlerin Avrupa muvazenesini kökünden sarsmak özere olduğu bir devir başlıyordu. Abdülhamid’i yıllardan beri oynadığı dış politika alanında yaya bırakmak, birçok bakımlardan artık mümkün sayılabilirdi.

Önce dünya basınını harekete geçirdiler, sonra Osmanlı topluluğun­da Abdülhamid aleyhine mevcut bütün şartları birleştirme yoluna gir­diler. O âna kadar tamamıyla başıbozuk bir hareket olan Meşrutiyetçilik birdenbire disiplinli bir saldırı hâlini almaya başladı. Kozmopolit hava içinde yetişmiş olan ‘Abdülhamid düşmanları’nı hedefe doğru yan yana yürütmek güç olmadı. Bu kozmopolitleri bir kozmopolit kurul pekâlâ birleştirebilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’na en yakın mason karargâhı olan İtalyan maşrık-ı a’zamı, bu birleştirme ve kaynaştırma vazifesini üzerine aldı. ‘Macedonia Risorta’ ve ‘Labor et Lux’ İtalyan localarının, bilhassa Selânik’teki Risorta’nın oynadığı roller çok dikkate değer.

Masonluk, yalnız memleket dışındaki gayretleri bir merkez etrafında birleştirmekle kalmamış, memleket içindeki saray düşmanı kurulları da bir ‘Mukaddes İttifak’a teşvik etmiştir. Bununla beraber Türk, Arap, Rum, Bulgar, Ermeni, Yahudi, Kürt, bütün kurullar yalnız Abdülhamid’in dev­rilmesi için birleştirilmişlerdir. Floransa maşrık-ı a’zamı, Abdülhamid’e karşı böyle bir birlik kurarken Abdülhamid’in devrilmesinden sonra bü­tün o millî grupları ayrı ayrı tefrikaya teşvik etmekten geri durmamıştır.”

İttihat ve Terakki işte bu mason yardımıyla kurulup gelişmiş ve ma­sonlarla haşr ü neşr olan İttihatçılar, nice oyunlardan sonra Abdülhamid Han’ı alaşağı etmesini bilmişler, böylece Yahudi’nin arzusunu gerçekleşti­rivermişlerdir.

Kaynak: Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Cilt 7, Sayfa: 311-318

                                                                                                                                          

YORUM EKLE

banner36