Geçmişte yaşanan olayları belgeler ışığında ayrıntılı bir şekilde ortaya koymak öncelikle tarihçilerin işidir. Bu olaylarla ilgili özellikle edebiyatçıların, şairlerin ve fikir adamlarının da düşünceleri, gözlemleri ve tanıklıkları o olayların aydınlanmasına ve doğru bir şekilde değerlendirilmesine katkı sağlayacaktır.
Yakın tarihimizin en önemli olaylarından biri de şüphesiz 27 Mayıs hareketidir. Bu konuyla ilgili birçok araştırma, inceleme ve düşünce yazıları kaleme alınmış ve herkes kendi dünya görüşü ve bakış açısıyla değerlendirmeler yapmıştır.
Sezai Karakoç’un eserlerinde başta Fransız ihtilali, Rus devrimi, Çin devrimi vb. dünyanın farklı yerlerinde yaşananlarla ilgili değerlendirmeler yapıldığı gibi Osmanlı Devleti’nin yıkılışı öncesi ve sonrası yaşanan olaylar üzerine de düşüncelerini ortaya koyduğu yazıları vardır. Örneğin, bir yazısında, İhtilallerle ilgili şunları söylüyor:
“İhtilaller fikirlerin değil, fikir istismarlarının eseridir genellikle. Fikirler bahanedir. Her yeni fikrin, doğru olsun, yanlış olsun, ortaya çıkması halinde, onu bir kalkan ya da kılıç gibi kullanıp amacına ulaşmak isteyen gruplar ortalığa fırlayacaklar, barikatlar arkasında görünecekler ve saf insanları öne sürerek kendileri arkada mevzileneceklerdir. Onların maskesini ancak, çağlar sonra aşağı indirebilirsiniz.” (1)
27 Mayıs 1960 hareketiyle ilgili düşüncelerini de birçok yazısında dile getirmiştir. O yazılardan birinde şu değerlendirmeleri yapıyor:
“27 Mayıs İhtilal’i ya da hareketi, Cumhuriyet Türkiye’sinin Demokrasi döneminde toplumun gidişini etkilemiş aşağı yukarı en büyük olaylardan birisidir. 12 Mart hareketi aynı doğrultuda, fakat küçük çapta bir benzeri ve uzantısıdır onun, 12 Eylül ise, onun korkunç sonuçlarından bir kısmını düzeltmeye yönelen, kimi unsurlarıyla da hala onunla irtibatlı olan bir hareket.
Bu yüzdendir ki bu konunun üzerinde ne kadar durulsa değer. Genç nesle, okullarda, televizyonda ve basında, yakın geçmişin olayları için yeterli bilgi verilmemektedir. Verilenlerin de yanlışlıklarla dolu ya da yarım yamalak olması sebebiyle, faydadan çok zararları dokunduğu bir gerçektir. Olayların anlamları, bilgisizlik yüzünden, ya da kasten, yani kötü niyetle saptırılmaktadır…” (2)
Sezai Karakoç 27 Mayıs hareketini an be an yaşayan ve gelişmeleri takip eden yazarlarımızdan biridir. Hatta o sıralar çıkardığı Diriliş dergisi bu olay nedeniyle yayınına ara vermek zorunda kalmıştır. Yaşananları, Diriliş’in 1988-1992 arası yayımlanan döneminde ‘Hatıralar’ başlığı altında anlatmıştır. Bu arada aldığımız duyumlara göre Üstadın Hatıraları önümüzdeki günlerde kitap olarak yayınlanacakmış. Bunun toplum ve kültür hayatımız için önemli bir hizmet olacağını düşünüyorum. 27 Mayıs’la ilgili bölümlerin bazı kısımlarını çok kısa hatırlatmalar yaparak alıntıladık.
Sezai Karakoç 27 Mayıs hareketi öncesinde başlayan öğrenci hareketleri sebebiyle sıkıyönetim ilan edildiğini ve saat akşam 9’dan sonra sokağa çıkma yasağı konulduğunu belirterek şunları söylüyor:
“…İktidar, gereksiz sokağa çıkma yasağını uygulamakla yetinmedi. Halk evine kapanmışken, Menderes her gece radyodan halka seslenmede yarar gördü. Ancak bu, yarar değil zarar verdi kendilerine. Halk hem içeri hapsedildiği hem de yetmezmiş gibi bir de kendine nutuk çekildiği, propaganda yapıldığı kanaatine vardı ki, haksız değildi. Bu Demokrat Parti’nin aleyhine oldu. Bir de Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurularak muhalefet sorguya çekilince gerginlik daha da fazlalaştı.” (3)
O yıllardaki kültürel ortamı, aydınların ve gençliğin durumunu da şöyle anlatıyor:
“… Ankara’da, belki de başkent olduğundan, genç nüfus fazladır. Baharda enerji sarfı için adeta bahane ararlar gençler. Zaten okuması kıt bir gençlik yetiştirilmişti. Teorik konulardan çok, kavgaya eğilim gösteren bir gençlik vardı. 1950’de iktidar değişmişti, fakat aydın tabakada zihniyet değişmemişti. Gençlik, tek parti döneminin tutumuyla, ayni sloganlarla yetiştiriliyordu. Oysa D.P ve Menderes, halkla temas sonucu, biraz, inkilap tipi olmanın dışına çıkıyorlardı. Anayasa, dili hariç değiştirilmemişti. Ama ister istemez sözlü bir Anayasa varmış gibi, Menderes, söz ve davranışlarıyla yazılı olana tıpatıp uyma zorunluluğunu duymadığını bir parça belli ediyordu. Gençlik ve aydın kesim halk partili zihniyette kalınca, iktidarla aralarında bir kopukluk olacağı besbelliydi…” (4)
Ankara, Kızılay’da her akşam saat 5’te genç insanların çoğunlukta olduğu toplaşmalar ve yürüyüşler başlıyor. Özellikle mayıs ayının başında 555 K parolasıyla (5. ayın 5. günü saat 5’te Kızılay’da) yapılan gösteri büyük bir yankı yapıyor. Sıkıyönetim nedeniyle askerler bazılarını alıp götürüyorlar ve biraz ileride salıvermelerine rağmen öğrencilerin bilinmeyen yerlere götürüldüğünü, kaybolduğunu hatta bazı öğrencilerin kıyma makinelerinde yok edildiğine dair rivayetler dolaşmaya başlıyor. Üstad konuyla ilgili olarak: “Bir sefer görmek için o saatte Yenişehir’e gittim. İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik ve yanında ileri gelenlerden olduğu anlaşılan birkaç kişi geldi. Orda gezinenler adeta nefretle bakıyorlardı bakana ve yanındakilere. Onun için, durmayıp hemen gittiler. Artık memlekette bir şeyler olacağı belliydi. D.P aldığı tedbirlerle gidişi durduramadı. Her gün biraz daha artıyordu tansiyon…”
“…Gerçekten de Mayıs’ta hareketler daha fazlalaştı. Harbiyeliler Kızılay’a kadar yürüdüler. Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencileri dağıtmak için asker havaya ateş etmek zorunda kalıyor. Biz o sırada Vergi Dairesinde idik. Bir arkadaş heyecanla geldi, ’17 kişi ölmüş ve birçok öğrenci de yaralandı’ dedi. Biz mümkün olmadığını söyledik. ‘Ben ordaydım, gözlerimle gördüm’ dedi. O günlerin heyecanı içinde böyle abartmalar oluyordu. Oysa ölen ve yaralanan yokmuş. Ancak havaya silah atılmış. Bazı camlarda kurşun izi olduğunu sonradan ben de gördüm.
Harbiyelilerin yürümesi bir anlam ifade ediyordu. Necip Fazıl Bey’e ne yapılmasını sormuş bir D.P. ileri geleni. O da hepsinin kaydının silinip askerlikten atılmasını, fakat hemen arkasından da hükümet erkânının bir uçağa atlayıp yurt dışına gitmesini söylemiş.
Menderes birçok kişiden fikir sormuş. Bu arada Profesör Ali Fuat Başgil’e de danışmış. Halk Partisi’yle bir koalisyona gidilmesini önermiş. Menderes: ‘Hocam! Siz üniversiteden geliyorsunuz. Olayların içinde olduğunuzdan tesir altında konuşuyorsunuz. Halk bu olayları tasvip etmiyor. İzmir Cumhuriyet Meydanı’nda üç yüz bin kişi karşıladı beni’ deyince A.F. Başgil: ‘Siz halka bakmayınız. Durum ciddidir. Ben askerle talebenin kucaklaştığını gördüm’ demiş ve istifa etmesinde ısrar etmiş. Menderes: ‘istifa etsem bile durum değişmez’ diyerek fikrini belirtmiş. Gerçekten birkaç kez istifa etmişse de Celal Bayar kabul etmemiş. Eğer Menderes, Başgil’in tavsiyesine uyarak istifa etseydi yine de ihtilal olacaktı. Halk Partililer vazgeçmezlerdi ihtilalden. Hatta ihtilali daha kolaylıkla yaparlardı. Ama yine de Menderes istifa etseydi, sonradan ihtilalciler daha suçlu görürlerdi. Bu bakımdan bir anlamı olurdu.
Menderes, Celal Bayar’ın sert davranma ve bazılarının da yumuşama öğütleri arasında mütereddit kalmıştı. Kıştan beri bir çare arıyor ve herkese danışıyor, fakat kararlı bir girişimde bulunamıyordu. Hatta bir seferinde İstanbul’a gittiğinde, Park Otel’de, Marmara Kahvesi’ndeki arkadaşlarımızla bile bir görüşme yapmış. Marmara’nın bir ünü oluşmaya başlamıştı o sıralar. Her gece siyasi konular tartışıldığı için çok defa bu konuşmalar dışarıda yankı yapıyordu. Bu yüzden biri Menderes’e. ‘Bir de Marmaranın fikrini alsanız’ demiş, o da arkadaşları davet etmiş, fikirlerini dikkatle dinlemiş. Hatta Ziya Nur konuşurken sigarasını çıkarınca Menderes çakmağını çakıp yakmış. Sonraki buluşmalarımızda arkadaşlar Menderes’in bu davet ve nezaketini anlata anlata bitirememişlerdi.”(5)
27 Mayıs hareketinin olduğu sıralarda Sezai Karakoç memuriyeti gereği incelemelerde bulunmak üzere Van’dadır. Gelişmeleri yine Hatıralarında şöyle anlatıyor: “Bir sabah, erkenden, hamama gitmiştim. Yıkandıktan sonra giyinirken kasada oturan gencin, birisine: ‘Seninkiler gitti!’ dediğini duydum. Öbürü ‘Haydi oradan’ deyince, genç: ‘Haberin yok mu? İhtilal oldu’ dedi. Öbürü bunu şaka sanıyordu. Biz de mütereddittik. Fakat genç ısrar etti. Giyinip otele döndüm. Erkenden başlayan bir gramofon akşama kadar türkü şarkı yayını yapıyordu otelin altındaki kahvede. Tekrar tekrar aynı türküler söylenmek sebebiyle onu susturup radyoyu açtırmam mesele oldu. Zor bela duyulan bir sesle yayın yapılıyordu. Gerçekten ihtilal olduğunu anladım. İhtilal komitesinin (ki kendisine ‘Milli Birlik Komitesi’ diyordu) bildirileri yayınlanıyordu durmadan. Günlerden cumaydı. Otele çıktım. Otelde bir radyoyu açtık. Dinleyenler adeta bayram yapıyordu. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş olduğundan daireye gidemedim. Hatta Cuma namazını da kılamadım. Radyo, Celal Bayar’ın tutuklanmasını: ‘Sayın cumhurbaşkanı gözetim altında’ diye verdi. ‘Gözetim’ kelimesi ilk kez o zaman kullanılmıştı. Bugünkü anlamındaydı. Fakat sanki Bayar, güvenliği açısından korunuyormuş gibi bir hava vermişlerdi ifadede. Çevredekilerin fazla gürültüsü, ne olacağının bilinmemesinin verdiği heyecanla bir ara: ‘henüz Menderes bulunmamış’ dedim. Bunu duyan biri, hemen şamataya başladı. Zor yatıştırdım. Daha sonra Menderes’in de yakalandığı haberi verildi radyodan. O zamana kadar yumuşak olan yayının ondan sonra sertleştiğini fark etmek mümkündü…”
“…Van’da tanışmış bulunduğumuz Servet Mehterbaşıoğlu (gazeteci yazar) ve diğer arkadaşlarla oturup da rahatlıkla konuşacağımız bir yer kalmamıştı. Sanki her yer casus dolmuştu. Oysa biz D.P.’li değildik. Fakat öyle görünüyordu ki, nefes aldırmayan bir baskı rejimiydi gelen. Konuşmak için hiçbir yeri emniyetli görmüyorduk. Nihayet camiye girdik. Cami bize güvenilir tek yer olarak göründü. Bir kez daha anladım ki, hakiki anlamda emin yer ancak Allah’ın evi olan camidir. Ve yine analadım ki, tek hakiki özgürlüğü insana ancak cami verir.
Demokrat Partili olmadığım ve D.P. nin birçok yanını beğenmediğim halde her sabah uyanınca 27 Mayısçıların devrildiğini görmek arzusu ve hatta ihtiyacını duyuyordum. Türkiye’de bir kez daha mühim bir yıkılış olmuştu. Demek ki, Meşrutiyetle ve daha sonra devrimlerle yıkılan bir şeyler vardı. Bu da onlara ek yeni bir yıkımdı. Karşı bir devrimin yapılıp bu cuntacıların gittiğini görme ihtiyacım birkaç ay sürdü. Sonra ona da alıştım…”
“…İhtilal olduğu zaman Maliye Bakanlığı’na getirilen hocamız Şefik İnan, radyoda bir beyanat vermiş, ‘Hazine tamtakır, kuru bakır. İçine fare düşse başı yarılır’ diyerek D.P iktidarı aleyhinde propaganda yapmıştı. İhtilalciler, sözde halkı devlete acındırmak için, herkesin alyansını Hazineye bağışlamasını istemişlerdi. Bu da aslında ayni propagandanın bir devamıydı. Demek istiyorlardı ki, eski iktidar (ki onlar sakıt, düşük gibi tahkir edici sıfatlar kullanıyorlardı. Düşük başbakan, düşük milletvekili gibi), Hazineyi soyup soğana çevirmiş, devleti milletin yardımına muhtaç hale getirmiş!
Memurlar tüm alyanslarını verdiler. Defterdarlık muhasebe müdürü, arasıra odama geliyor, bana nasıl bir itimat duyuyorsa, ihtilalin aleyhine veryansın ediyordu. Alyans toplamayı da bir hayli tenkit etti. İşin tuhafı, alyansları onun toplayıp Hazineye vermesi gerekiyordu. Alyanslar toplanınca, muhasebe müdürü birdenbire bir gürültü kopardı, ‘alyansım kayboldu’ diye. Bana da geldi: ‘beyefendi alyansım kayboldu, arıyorum arıyorum bulamıyorum!’ Anladım ki alyansını vermek istemiyor, maddi değeri için değil, ihtilali benimsemediği için herhalde…” (6)
Van’daki görevini tamamlayan Sezai Karakoç bu kez askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere Ankara’ya gelmiştir. Yaşananları yine Hatıralarında şöyle anlatmaktadır: “Askerliğimin devam ettiği sırada Türkiye 27 Mayıs İhtilali’ni bütün şiddeti ve hatta dehşetiyle yaşıyordu. İhtilal ilk yapıldığında cunta kendisini bir ay saklamış, ifşa etmemişti. Ortada görülen Cemal Gürsel ve Alpaslan Türkeş’ti. Eğer karşı bir hareket olsaydı bu ikisi okkanın altına gidecekti. Bir ay geçip de karşı bir hareket olmadığını görüp emniyete eren cuntacılar birer birer ortaya çıktılar. Önceleri yalnız asker maaşı alan cuntacılar, sonra refahları için her formülü buldular.
Önceleri yönetimde bir hayli tereddüt ve çelişki gözlemleniyordu. 27 Mayıs günü toplanıp götürülen milletvekillerini garnizon kumandanı Cemal Madanoğlu bırakmış. Sonra tekrar içeri almışlar adamcağızları. Hepsini Yassıada’ya götürmüşler. Doğu Anadolu’da da bazı etkin kişileri alıp götürmüşlerdi. Ben Van’dayken Ginyas Kartal’ı götürdüler. Güya, Ginyas Kartal, ihtilalden önce: ‘Menderes’e 6000 tüfekle arkandayım’ diye telgraf çekmiş. Diyarbakır’dan da yine böyle kişiler götürülmüştü. Güya Menderes kendisini karşılayan bir ağanın bıyığını okşamış. O ağayı da götürmüşler. Biz Ağrı’dayken ordan da askeri bir uçakla bazı kişiler götürüldü. ’55 ağa olayı’ deniyordu bu tevkifata. Hatta sonradan bu ve benzeri olaylar için bir hayli hikâye dinlemiştim. Bir fikir vermek için bunlardan ikisini anlatayım.
İhtilal olduğu gün, sokağa çıkma yasağı ilan edildiği halde, Diyarbakır’daki paşa, Ergani’de herkesin elini kolunu sallayarak çarşıda dolaştığı haberini alır. Garnizon kumandanı olarak idareye el koymuş olan şube reisini acele Diyarbakır’a çağırır. Ona: ‘her yerde sokağa çıkma yasağı konduğu halde sen Ergani’de bunu neden uygulamadın?’ diye sorar. O da: ‘Ergani’de bir tehlike yoktur. Bunun için lüzum görmedim. Hiçbir şey olmayacağını tekeffül ederim’ demiş. Paşa kızmış: ‘Be adam demiş, bunun için insanı asarlar. Demek tekeffül ediyorsun. Ergani’nin falan ağanın memleketi olduğunu unutuyorsun. Ağa, ihtilalden önce Menderes’e bilmem ne kadar silahlı adamıyla bağlılık telgrafı çekmiş.’ Bunun üzerine, şube reisi, istendiği takdirde ağayı hemen tevkif edip gönderebileceğini söylemiş. ‘Gönder, demiş paşa. Gönderemezsen o zaman görürsün gününü.’ Şube reisi, iki jandarma gönderip ağayı tevkif ettirmiş ve bayağı kahraman gibi görünmüş paşanın gözünde. Oysa bilinmeyen nokta şu: ‘ağalar politikayı ve devri çok iyi izlerler. Bir ihtilal olmuş, elbet direnmezler ve iki jandarmaya teslim olurlar. Oysa normal zamanda o ağayı o kadar kolaylıkla tutuklamak mümkün değildir elbet. İşte, Ergani’deki şube reisi bütün bunları biliyor, ama üst kademe bu ayrıntıları bilmekten uzak oldukları için onun hareketini baştan umursamazlık, sonradan da cesaret ve kahramanlıkla yorumluyor.
Gelelim birincinin devamı olan ikinci hikâyeye. Anlatıldığına göre, ağa tevkif edilip Sivas’a götürülüyor. Fakat adamları köylere gidip ev başına bir para topluyorlar. Para toplama gerekçesi olarakta: ‘duymuş olmanız lazım gelir, geçen yıl bizim ağaya Erzurum taraflarından bir misafir gelmişti. Bildiğiniz gibi, aşiretimiz Erzurum’a kadar uzanır. O gelen misafir de bizim aşiretten ve Cemal Gürsel’in akrabasıymış. İhtilal olup da bizim ağayı götürdüklerinde o misafir ettiğimiz kişinin haberi olmuş. Çıkmış Cemal Gürsel’e. Akrabamız ağa tutuklanmış demiş. Bunun üzerine Cemal Gürsel bir emir vermiş. Bizim ağayı bırakmışlar. Bu kez onu Cemal Gürsel davet etmiş. Şu anda ağa köşkte Cemal Paşa’nın misafiridir. Ancak ara sıra kâğıt oynuyorlar. Ağamız yenildiğinde verecek parası yok. Ağamızın mahcup olmasını istemezsiniz herhalde. Derhal ona para göndermemiz lazım. Onun için her ev, 100 lira versin.’ Sonraları şehirde bu hikâyeyi anlatan köylüye, şehirliler: ‘olaya inandınız mı? Ağa Sivas’ta yatıyor. Ne köşkü ne Cemal Gürsel’i, buna inanıp parayı verdiniz mi?’ Köylü: ‘Tabi ki biz de inanmadık bu hikâyeye. Ama parayı verdik. Çünkü parayı vermezsek, bir gün ağa dönüp geldiğinde bizden adamları hesap sorar. Ağanın bir daha gelmeyeceğini bilsek elbet vermeyiz. Ama ağa gelecek. Onun için anlatılanlara inanmış görünüp parayı vermeyi selametimiz için daha uygun gördük’ demiş.
İhtilalin ilk günlerinde Demokrat Partililer için basında müthiş bir sağnak halinde itham ve isnat yer almıştı. Aylarca en mahrem hallere dair rivayetler bir fırtına gibi esti gazetelerde. Hangisi gerçek, hangisi yalandı, ayırmak mümkün değildi. Olayın bir benzeri 2. Meşrutiyet’te yaşanmış. Sultan Abdülhamid’e ve çevresine akıl almaz uydurmalarla saldırılmıştı. Bazı gerçekler de yer alıyordu bu isnat ve iftira fırtınasında ama çoğu yalan ve hayal mahsulü idi.
Ağrı’dayken de muvazzaf subaylar arasında ihtilalle ilgili bazı toplantılar yapıldığı ve kararlar verildiği haberleri kulağımıza geliyordu. Bilhassa Menderes’in idam edilmemesi ihtimaline karşı tepkide bulunuyorlarmış denildiğine göre. Hatta alay kumandanlarından biri: ‘onlar asmazsa biz asacağız’ demiş diye anlattılar. Bundan da ne kadar propaganda tesiri altında kaldıkları anlaşılıyor. Kraldan ziyade kralcı kesilmişlerdi bazıları.
Ankara’da Milli Birlik Komitesi’nde de huzursuzluk vardı. Birçok gruba ayrıldıkları, hatta birbirlerini koridorlarda tabancayla kovaladıkları söyleniyordu. Zaten, rivayete göre, başlangıçta bir komite de yokmuş. Birbirinden haberli ya da habersiz ufak gruplar ihtilal için çalışıyorlarmış. Sonunda birlikte hareket edip ihtilali yapmışlar. Ancak, ilk günler her kafadan bir ses çıkıyor, isteyen istediğini yapıyormuş. Ankara’ya gelen hukuk profesörleri bu durumun böyle devam edemeyeceğini, bir yasama grubunun oluşturulmasını söylemişler. Yine denildiğine göre, Milli Birlik Komitesini kurmak için konuşurlarken orda her rütbeden 60 kadar subay varmış. Madanoğlu: ‘hepimiz komiteye girecek değiliz! Bir kısmınız dışarı çıkın’ demiş. Mahcup olan bazı subaylar çıkmış, geriye kalan 38 kişi, Milli Birlik Komitesi’ni oluşturmuş.
Ben, ihtilalin ilk günlerinde Ankara’da askere gitmek için gerekli işlemleri yaparken, bir akşam saat 5 sıralarında Kızılay’da Alpaslan Türkeş’in geçtiğini gördüm. Tek başına gidiyordu. O zaman yanımdakilere. ‘İhtilalci, dairesinden çıkıp evine giden bir subay gibi davranamaz. Başkalarını devirenler birbirlerini de devirebilirler. Hatta mutlaka bir grup, öbür grubu uzaklaştırır yönetimden.’ Nitekim, biz yedek subay okulundayken bir gece komitenin 14 üyesini toplayıp yurt dışına gönderiyorlar. Ankara Garnizonu kumandanı olan Madanoğlu’nun yaptığını söylemişlerdi…” (7)
İhtilalden sonra tekrar demokrasiye dönüşü de Sezai Karakoç Hatıralarında şöyle anlatır: “Milli Birlik Komitesi’nde fikir ayrılığı ve çatışmalar sürüp gidiyor. Bundan yararlanan bir kısım subay, ordu içinde Yeminliler adlı 700 kadar mensubu olan bir örgüt kuruyor. Örgütün başı da zamanın Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay. Bu örgütün anlamı, bir oldu-bittiye getirilerek ihtilalin adına yapıldığı iddia edilen ordunun şoktan kurtulması, kendine gelmesi, tekrar normal düzene dönme insiyatifini ele almasıdır. Nitekim anlatıldığına göre, Genel Kurmay Başkanı, Yeminliler, hatta ordu adına Milli Birlik Komitesine bir ültimatom veriyor. Denildiğine göre, bu ültimatom 14 maddelikmiş. Genel Kurmay Başkanı, ültimatomu vermek üzere MBK’ye gidiyor. Her zamanki gibi bir geliş olduğunu zanneden üyeler, Genel Kurmay Başkanı’nın görüşme isteğine, ‘beklesin, toplantı halindeyiz’ cevabını veriyorlar. Anlatılanlar doğruysa, bunun üzerine Sunay, M.B.K.’nın toplantı odasına gidiyor. Kapıyı ardına kadar açıyor: ‘Neyi bekleyeceğiz? Ordunun size işte ültimatomu. Cevabını getirin’ deyip gidiyor. Aslında o anda M.B.K. fiilen sona ermiş oluyor…”
Yassıada’daki yargılamalarla ilgili de Üstad Sezai Karakoç şunları anlatıyor:
“Necip Fazıl Bey de şahit olarak Yassıada’ya çağrıldı. Necip Fazıl Bey Menderes’i övdü. Hep radyodan dinledik ifadeleri. Bunun üzerine hâkim: ‘Sen, örtülü ödenekten para aldın mı?’ diye sordu. ‘Aldım, davam için aldım. Taştan taşa çalınan Anadolu’nun gençliğini kurtarmak için aldım’ deyince hâkim: ‘Davan nedir?’ diye soruyor. O zaman Necip Fazıl Bey de: ‘Davam, Şark’ın ruhuyla Garb’ın kafasını birleştirmek, meczetmektir’ diye cevap veriyor. Hâkim: ‘Ama seni gençlik tutmuyor. Senin aleyhinde gösteri yapıyor’ deyince Üstad Necip Fazıl: ‘O gürültü yapanlar, hakiki gençlik değildir. Gençlik susuyor. Bir bandonun arkasına takılan gürültücü çocuklardan ibaret değildir, bir semtteki bütün çocuklar’ şeklinde bir benzetmeyle cevap veriyor. Sonradan Necip Fazıl da tutuklanıp hapse konuldu. 27 Mayıs İhtilali’yle genel af çıktığı halde, sonradan bir tefsirle Necip Fazıl Bey’in bazı mahkûmiyetleri af dışında sayıldı. Oysa bu tefsir tamamen gayr-i hukuki idi. N. Fazıl Bey’in durumu da açıkça affa giriyordu. Fakat yazdığı bazı yazılar, 27 Mayısçıların hoşuna gitmediğinden karakuşi bir tefsirle o da içeri atıldı…”
“…27 Mayıs İhtilali, yıllarca inanç namına kendisine hiçbir şey verilmemiş insanların fırsatı ele geçirir geçirmez neler yapacağını ibretlerle gösteren bir olaydır. Fakat ne yazık ki daha sonra gelenler bundan ibret almadılar. Çok köklü tedbirlerle gençlik yeni bir inanç mayalanmasına tabi tutulması gerekli iken, resmi eğitim ve öğretim tek parti döneminin o kısır, tekdüze ve özsüz slogancılığıyla sürdü gitti. Daha sonra 70’li yıllarda baş gösterip toplumumuzu on yıl kasıp kavuran terör ve anarşi devri, 27 Mayıs’ın yol açtığı bir ruh uçurumunun kara yemişiydi.
Tarihimizde 27 Mayıs benzeri hareketler olmuştur, fakat her hareket daha sonraki bir karşı koyuşla tasfiye edilmiş, isyancılar cezalandırılmış ya da şu veya bu şekilde cezalarını çekmişlerdir. Ama 27 Mayısçılar cezalandırılmak şöyle dursun, her zaman yönetimlerce el üstünde tutulmuşlar, mükâfat üstüne mükâfata konmuşlar, arka plandan ülkeyi yönetmişlerdir. İşte bu sebeple illegal hareketler yüz bulmuştur. Nasıl olsa başkaldırı cezalandırılmayıp mükâfatlandırılıyor diye düşünerek olumsuz hareketlere girişenler için tam bir teşvik edici örnektir 27 Mayıs hareketi. 12 Mart hareketi olsun, daha sonraki anarşi ve terör hareketleri olsun, hatta bugün zaman zaman birtakım girişimleri görülen terörist davranışları olsun, 27 Mayıs’ın ceza yerine mükâfatla karşılanmasından cesaret almış hareketlerdir diyebiliriz. Terörün kökünün kurutulması için hiç olmazsa manen 27 Mayıs hareketinden hesap sorulmalı, o hareketin hesabı görülmelidir. Bu olmadıkça terörün durmasını ummak bir hayal, boş bir seraptır.” (8)
27 Mayıs hareketine karşı yapılan tepkilerle ilgili de yine Hatıralarında Sezai Karakoç şunları anlatıyor: “27 Mayıs hareketinde memlekette kimseden bir ses çıkmamıştı. Sadece gazetelerde Ahmet Çiftçi isminde birinin kamyon arkalarına halkı başkaldırmaya çağıran bir kâğıt yapıştırdığı haberi çıktı. Ahmet Çiftçi, idam isteğiyle yargılandı. Mahkemede açıkça halkı 27 Mayıs’a karşı harekete çağırdığını söyleyerek korkusuzluğuyla herkesi şaşırttı. Babası oğlunu kurtarmak için ‘Oğlum 9 yaşındayken düştü. Başındaki yarık izi bunun delilidir. O günden sonra böyle korkusuz oldu’ diyor. Ahmet Çiftçi bunu da kabul etmiyor, ‘Babam, bana acıdığı için yalan söylüyor’ diyor. Adli tıpta cesur bir hanım, diğer tabipler, neticede idamdan kurtardılar Ahmet Çiftçiyi. Sonradan arkadaş olduk kendisiyle. Hapisteyken her yüksek rütbeli subayın İstanbul’a gelir gelmez kendisini çağırtıp görmek istediklerini söylemişti. Hapishanede kendisini tokatlayan bir subayı ağlattığını anlatırdı. Geçen yıllar genç denecek yaşta vefat eden Ahmet Çiftçi arkadaşımız şen, temiz kalpli, cesur, dindar bir arkadaştı. Kendisine Allah’tan rahmet dilerim…” (9)
Biz de yakın bir zamanda kaybettiğimiz çağımızın büyük mütefekkirlerinden Üstad Sezai Karakoç’a Yüce Allah’tan rahmet diliyoruz.
Nizamettin Yıldız
Kaynakça:
1- Karakoç, S. (2014). Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı-l (5.baskı). s.219, İstanbul: Diriliş Yayınları
2- Karakoç, S. (2014). Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı-l (5.baskı). s.194, İstanbul: Diriliş Yayınları
3- Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi, sayı: 85
4- a.g.e
5- a.g.e
6- a.g.e
7- Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi, sayı: 88-89
8- Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi, sayı:90
9- Karakoç, S. (1990). Diriliş dergisi, sayı:95