Üstad Sezai Karakoç’un vefatından sonra onun hakkında çeşitli gazetelerde, dergilerde ve internet sitelerinde birçok yazı yayımlandı. Kimi onun şairlik yönüne, kimi de düşünce yönüne öncelikle vurgu yaptı. Karşı cenahtan yani sol kesimden de Sezai Bey’in değerini ortaya koyan yazılar oldu. Bu yazılar içerisinde hala Mona Roza’yı aşamamış, magazin seviyesinde yazılar da vardı.
Hakkında yazılan bazı yazılarda; televizyonlara çıkmayışı, röportaj yapmayışı, tartışmalara katılmayışı vb. sebeplerle onu “bir yalnız, insanlardan uzak bir münzevi” olarak da değerlendirenler oldu. Tabii ki bu değerlendirmelere katılmak mümkün değildir. 1986 yılından beri, Diriliş’in Cağaloğlu’ndaki ve Fındıkzade’deki bürolarında Üstad’ı birçok kez, evinde de bir iki kez ziyaret ederek ondan feyz almak bize de nasip oldu. Bu ziyaretlerimde onu büyük çoğunlukla hiç yalnız olarak görmedim, genellikle birileriyle sohbet ederken gördüm. Ayrıca bir partinin genel başkanlığını yapmış, konferanslar vermiş, meydan konuşmaları yapmış bir insana yalnızlık atfetmek ne kadar doğru bir yaklaşımdır? İlla ki bir şey söylemek gerekirse Şehrazat şiirindeki, “Sen bir mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşadın” demek sanırım daha doğru olur.
Üstadın hakkında yazılan diğer bazı yazılarda da onun bir şiirinde geçen, “Uzatma dünya sürgünümü benim” dizesinden yola çıkarak, onun bu dünyada yaşamak istemediği, sürekli olarak ölümü arzuladığı yönünde yorumlar yapıldı. Bu anlayış İslâm inancıyla da bağdaşmaz. Yüksel Kanar’ın ifadesiyle o, “ölümün değil dirilişin şairidir.” Zaten şiirin başlığı da ”Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”dir. Bu şiirde kastedilen Müslümanların dağınıklığı ve çektikleri acılar ile İstanbul’a duyulan özlemdir.
Sosyal medyada başta Mevlana, Necip Fazıl, Sezai Karakoç vb. kişilere ait olmadığı hâlde onlarınmış gibi paylaşılan o kadar çok söz var ki… Hatta Necip Fazıl’a atfedilen ve “perdesiz ev”e benzetilen bir sözünü paylaşımdan dolayı ceza alanlar bile var. Sezai Karakoç’a da atfedilen: “Baharı yaz uğruna tükettik…” diye başlayan ve “Ömrü tükettik bir hiç uğruna” diye devam eden şiir de Üstad’a ait değildir. Bir Müslüman, ömrünü bir hiç uğruna tüketemez. Bildiğim kadarıyla bu şiir Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde çıkan Kazgan adlı dergide, bir arkadaşı tarafından Sezai Bey için yazılmış.
Tekrar televizyonlara çıkmayışı ve yalnızlık meselesine dönersek anladığım kadarıyla Sezai Karakoç’un bu tutumu, düşüncelerinin ve idealinin saygınlığı için yapılan bilinçli bir tercihtir. Ve sebeplerinden bazılarını da 90’lı yıllarda yayınlanan, uzunca bir şekilde alıntıladığımız Hatıralar’ında görmek mümkündür:
“...Elazığ çarşısından geçtiğimde, bir kitapçının dükkânının önüne astığı gazete ve dergilere bakarken bir manşet dikkatimi çekti. Bu, gazete boyunda/biçimindeki bir edebiyat dergisinin başlığıydı. Derginin adı: ‘Köprü’ydü. Asım Bezirci çıkarıyordu. Manşeti: ‘Elma Şarabı Onlar İçin Çalışmayacak’ şeklinde idi. Bunun benimle ilgili olduğunu hemen anladım.
O yıl, Edip Cansever'in ‘Yer Çekimli Karanfil’ adlı kitabı yayınlanmıştı, Yeditepe ödülünü vermişlerdi galiba kitaba. Kitap üzerine Pazar Postası'nda: ‘Bir materyalist şiir’ adıyla bir yazı yazmıştım. Bu yazıda şaire değil de şiire materyalist dediğimi belirtmiş ve şiirin, kelimenin etimolojik anlamında ‘materyalist şiir’ olduğuna işaret etmiştim. Yazım aslında teknik bir eleştiriydi. Yani sırf edebiyat açısından bakan bir yazı. Başlığına rağmen, bir suçlama kastı yoktu. Ama yazı yayınlanır yayınlanmaz, solcular arka arkaya yaylım ateşine başladılar aynı dergide. Ben de Arapkir'den onlara cevap yetiştirmeye çalışıyordum. Derginin edebiyat bölümünü yöneten Muzaffer Erdost da herhalde, işi kızıştırarak, gazetecilik yapmış olmak ve dergiyi satmak için hem benim hem onların yazılarını basıyordu.
Asım Bezirci, sözde, stilistik metodu kullanarak, şiirin materyalist şiir olmadığını ispata çalışıyordu. Ona Varan 1: Mösyö İstatistik adlı bir başlık taşıyan bir yazıyla cevap verdim. Ülkü Tamer de hep sorar gibi göründüğü bir yazıyla kavgaya karıştı. Ona da Tilki başlıklı bir yazıyla cevap verdim. Birçok kişi o konuda yazılar yazdı. Belki büyük boyutlu son edebiyat tartışması bu tartışmadır. Ben tek başıma cevap yetiştirmeye çalıştım. Tabii, tartışma hemen seviyesini yitirdi: Şahsiyat yapıldı. Ben de hepsi, karşıma kasıtla çıktıkları için sertçe ve öfkeyle yazdım. Cemal de yazdığı yazıda bir taraf tutmaz gibi davranmış yani yukarılardan bakıyormuşçasına konuyu ele almıştı.
Asım Bezirci (ki o zaman Halis Acar müstearıyla yazıyordu) bir yazısını, Erdost yayınlamamış diye “Seçilmiş Hikâyeler Dergisi”nde yayınladı. Beni ve Erdost'u mahkemeye vereceğini yazmıştı. Ben de Erdost'a bir yazı göndererek bunun o zamana kadar yazılanlara ve ondan sonra yazılacaklara “toptan bir cevap olduğunu” belirttim. Nitekim ondan sonra bir daha yazmadım. Oysa yazılar devam etti. Hemen hemen herkes yazdı. Sonunda solcular baskı yaparak Muzaffer Erdost’u dergiden uzaklaştırdılar. Dergiden edebiyat bölümü kalktı. Dergiyi sattıran o bölümdü. Bu satış da doğrusu Muzaffer Erdost'un mahareti sayesinde oluyordu. O bölüm kalkınca dergi satmaz oldu ve kapandı. Hatta o tartışma sırasında Ülkü Tamer, benim Edip Cansever'in İkinci Yeni’yle ilgilendiğini (selamlaştığı tabiriyle nazikçe belirtmiştim bunu) yazmamı öbürleri gibi kötüye yorumlamış, bana soruyordu: “Peki, öyleyse, Cemal'in şu mısraı, senin şu şirinden mi alınma senin ‘Kutsal At’ adlı şiir başlığı: Claudel’den çevirdiğin ‘Kutsal Öğle’ şiirinin başlığından mı alınma?” Bu gibi sorularla sözde beni müşkül duruma düşürmek istemişti. Ona verdiğim cevap şoke edecek kadar keskindi: “Evet, Cemal o mısraı benden aldı,” dedim. “İstedi, verdim. Evet, benim ‘Kutsal At’ şiirimin başlığıyla Claudel'in ‘Kutsal Öğle’ şiirinin başlığı arasında bir ilgi var; o ilgi de şiirimden tercümeye olan etkidir. Yoksa tercümeden şiirime olan etki değil. Çünkü: Claudel 'in şiirinin asıl başlığı: ‘Öğlen Vakti Bakire’dir. Ona şiirimden de yararlanarak ‘Kutsal Öğle’ adını veren benim.”
Bu şekilde tartışmalar sürüp gitti. İşte, ben Elazığ’da gezerken aynı tartışmanın sürdüğüne şahit oldum. Bu kez, Asim Bezirci, ‘Köprü’ adlı dergilerinde Cemal’e hücum ediyor, onu beni tutmakla suçluyordu. Cemal yazısını, “Elma şarabı onlar için çalışmayacak” diye bitirdiği için Edip Cansever de “Elma şarabı kimin için çalışıyor?” diye başlık atmıştı. “Elma şarabı hikâyesi de benim Max Jacob’dan çevirdiğim bir şiirden çıkıyordu. O şiirde, “Elma şarabı benim için çalışacak” diye bir mısra vardı. İşte Cemal, bu mısradan yararlanarak yazısını bitirmişti. Cemal'in yazısı, tüm tartışmaları hedef aldığı hâlde, nedense, Asım Bezirci yazıyı kendisine yönelmiş kabul ediyor ve tartışmayı sürdürüyordu. Ben, “toptan cevap”ı yazdıktan sonra o konuda bir daha yazmadım. Asım Bezirci, o tartışmada yazdıklarını sonra bir kitapta topladı. İşin garibi daha sonra Edip Cansever için yazdığı yazılarda şiirinin maddeyle ilgili olduğunu ileri sürüyor ki bütün o tartışmalarıyla çelişiyor. Ben bu kitabına cevap vermedim. Daha doğrusu, 1958 yılında olan bu büyük tartışmadan sonra bugüne kadar, aleyhimde yazılan hiçbir yazıya cevap vermedim, O tartışma, bende nefret uyandırmıştı. Kasıtlı olarak birçok kişi karşıma çıkmıştı. Ece Ayhan da “Sezai Karakoç, her halükârda ümmetçidir” diyerek konuyla ilgisiz, adeta muhbirlik yaparcasına araya girmişti. 1958-1988 arasında yani şu otuz yıl içinde yazılan yüzlerce yazıda hep aynı ruhu gördüm. İftira, samimiyetsizlik, konuyu ya da olayı saptırma. Kısacası; okuru aldatıp hakkımda olumsuz bir etki uyandırma. Bu yüzden, bu otuz yıl boyunca, hakkımda yazılanların hiçbirine cevap vermedim. Ancak derginin bu döneminde, Hatıralar’ımı yazarken yeri geldikçe nefis müdafaası için ileride o yazılanlara aldanıp hakkımda yanlış bilgi sahibi olunmaması için tüm gerçekleri yazıyor ve gereken cevapları veriyorum. Yine de unuttuklarım ya da önemsemeyip cevap vermediklerim oluyor ve olacaktır.” (S. Karakoç, Diriliş Dergisi, 12 Ocak 1990, Sayı: 78)
Hatıralar’ın başka bir yerinde de şunları söylüyor: “Mülkiyeliler Birliği'ne bir hanım yazar birkaç kez uğramış, bir dergi için benimle röportaj yapmak istemiş. Rastlaşmadık. Cemal, ‘Boşuna gelip gitme, kabul etmez görüşmeyi” demiş o hanıma. O da bir tepkiyle “Niçin kabul etmiyor, arkadaşını yiyecek miyiz?” demiş. Gerçekten de benim, 1958’deki büyük tartışmadan sonra dergilerle röportaj v.b. ilişkilere hiç bir hevesim kalmamıştı. Eğer o sıralar o hanıma rastlasaydım bile röportaj teklifini kabul etmeyecektim. Nitekim o sıralar ve daha sonra bu tür yüzlerce teklifi reddettim…” (S. Karakoç, Diriliş Dergisi, 9 Mart 1990, Sayı:86)
Sezai Karakoç’un düşünceleri, mücadelesi ve örnek tutumu, ülkemiz ve İslâm dünyası için hayati bir öneme sahiptir. Onu, insanımıza özellikle gençlere tanıtmak, kitaplarının okunması ve “Diriliş” düşüncesinin yayılması için çalışmak, hepimizin görevi olsa gerek.
Rahmetle…
Nizamettin Yıldız