Şeytanın vaadidir 'özgür, mutlu, güçlü insan'

İsveçli mutasavvıf Tage Lindbom, Türkçe’ye çevrilmiş eserlerinden biri olan 'Demokrasi Miti' kitabına şu soruyla başlamaktadır: 'Kim hükmedecek, Tanrı mı yoksa insan mı?' Zeynep Hafsa Aström yazdı.

Şeytanın vaadidir 'özgür, mutlu, güçlü insan'

Dünya Bizim’de İsveçli mutasavvıf Tage Lindbom’dan bahsetmiştik. Bu yazımızdaysa onun Türkçe’ye çevrilmiş eserlerinden biri olan Demokrasi Miti isimli kitaptan bahsetmek istiyoruz. Söz konusu kitabı İngilizce’den Türkçe’ye Ömer Baldık çevirmiş, İnsan Yayınları da yayınlamış. Kitap, giriş, kitaba adını da veren demokrasi miti, sosyalizmin ideolojisi ve şeytan olmak üzere dört ana başlıktan oluşmaktadır. Kitabın giriş kısmı, kitabı İsveççe orjinalinden İngilizce’ye çeviren Claes G. Ryn’un Lindbom’un fikirlerini güzelce özetlemesinden ibarettir. Okuyucu için kitaba bir ön hazırlık sağlanmaktadır bu şekilde.

Sekülarizasyon sürecinin temel öğeleri özgürlük ve eşitlik fenomenleridir

Lindom, kendine ait satırlara şu soruyla başlamaktadır: “Kim hükmedecek, Tanrı mı yoksa insan mı?” Burada hemen şunu vurgulamakta yarar görüyorum; her ne kadar bu soru, bir zamanlar Türkiye’de bir kesimin de “demokrasi Allah’ın hükmetmesine aykırı bir rejimdir” şeklinde verdiği cevabın sorusuna benzese de Lindbom’un hem sorusu hem de buna verdiği cevap çok daha derinlikli bir arkaplan ve eleştiriyi barındırmaktadır. Ona göre, ilk adımlarının Orta çağdaki Aristocu mantıkla atıldığı sekülarizasyon sürecinin temel öğeleri özgürlük ve eşitlik fenomenleridir. İlaveten, sekülarizasyon giderek iki motivle özdeşleşmiştir: Rasyonalizm ve duyumsalcılık yani hayatın acı ve zevke indirgenmesi. Sekülarizasyon ve modernleşme sürecinde önemli rol oynayan bir olay Fransız Devrimi’dir. Burada bir parantez açıp Polonyalı yönetmen Kieslowski’nin Fransız Devrimi ile yayılan özgürlük, eşitlik ve adalet temalarına Fransız bayrağında yer alan üç renkle (beyaz, mavi ve kırmızı) isimlendirdiği filmleri aracılığıyla yönelttiği eleştirileri ya da sorgulamaları hatırlatmak isterim.

Belirtmekte fayda var ki yazarın modernlikten kasdı, tamı tamına gelenekselciliğin yani yüksek ilahi Gerçek üzerinde şekillenen yapının zıddıdır. Lindbom’a göre bu birbirine zıt oluşumlardan ilki yükselir ikincisi düşerken, Tanrı Sitesi soldurulup yerine İnsan Sitesinin temelleri yükseltilmektedir. Ama bu süreç elbette problemsiz ve sancısız değildir. Hüzün, depresyon ve melankoli beklemektedir insanı köşe başında. Ayrıca kimliğine bir kök bulma ve yeni bir ‘cennet’ tasavvuru ihtiyacı da kol gezmektedir. İşte tam bu noktada imdada mitler ve ütopyalar yetişir. Demek ki Lindbom’un kitabına isim olarak seçtiği iki kelimeden biri olan mitin gerisinde bunlar yatmaktadır. Lindbom, insana mitsel bir başlangıç sunma hususunda en başarılı isimlerden birinin J. J. Rousseau olduğunu iddia eder. İnsanlığın “rüya şatosunu” özgürlük ve eşitlik adlı “iki sahte arketip” üzerine diken Rousseau...

Liberalizm ve demokrasi

İçinde bulunduğumuz dünyanın temel vasfını liberalizm olarak adlandırır yazar. Adeta mitin ideolojisi gibi. Ona göre liberalizmin ab-ı hayatı münazara ve tartışmadır. Velhasıl, düşünce üzerine her kısıtlama ve her sınırın reddedilmesi gerekir. Bir adım sonrasında liberalizm, “ekonomik güçlerin serbest dolaşım oyununa giderek daha çok kapılarını açan yeni Avrupa ile kendini iyiden iyiye görücüye çıkarır.” Bu sebeple Lindbom’un düşünce süzgecine takılan bir diğer oluşum endüstriyalizmdir. Yani üretimin parçalara bölünmesi ve mekanikleşmesi... Bu yeni ekonomik düzende “işçi, makinenin piçleşmiş kölesidir ancak.” Nitekim, liberalizm, (ve hem onu etkileyen hem de ondan etkilenen olgular olarak) bireyselcilik ve atomizm bu yeni sınıf için çözüm olarak görülmeyince yeni bir sistem talebi doğar; sosyalizmin ateşi tam da buradan harlanır.

Tüm bu sürecin insan-Tanrı ilişkisine etkisi, insanın aşkın'ı doğrudan reddi yerine kendini O’na eşitlemesi olmuştur. Bu durum bana tam da şu mealdeki ayetleri hatırlatmaktadır: Onlara bütün herşeyi kimin yarattığını sor, diyecekler ki Allah. Fakat iş sadece O’na boyun eğmeye gelince başka Rab’ler edinirler.

Yukarıda belli başlı özellikleri zikredilen yeni dünya düzeni kendisine politik ve doktrinel bir Gestalt edinir: Demokrasi. Velhasıl, İnsan Sitesi, Modernizm ve Demokrasi, bir üçlü Gestalt oluşturur. Lindbom’a göre demokrasi mitinin ihtişamlı binasının yükseltilebilmesi için özgürlük ve eşitlik (ki Lindbom bunlara dair de çok incelikli tespitlerde bulunur) öğelerine bir yenisi daha eklenir: Güç. İlahi kaynaktan koparılmış, temelde fiziksel bir güç. Demokrasi çerçevesinde politik güce karşılık gelen bu öğe, insanların vatandaşlığı ve oy kullanması üzerine bina edilip sayısal bir iktidar öngörür. En nihayetinde, modernist demokratik İnsan Sitesi’nde her şey oylanmak zorundadır, fazilet ve doğruluk bile. Bu noktada Lindom bu bölümü şu çarpıcı soruyla bitirir: Peki hakikaten doğru yolda olan azınlığa ne olacaktır? Bu soru aslında Kur’an’da da sıkça geçen şu gibi ifadeleri hatırlatmaktadır: Çoğu inanmaz, az bir kısmından başkası inanmaz, akletmez…

Sosyalizm ideolojisi

Tage Lindbom, kitabının ikinci bölümünde kendisinin de üzerine eğitim aldığı ve yıllarca içinde bulunduğu bir ideolojiyi masaya yatırır: Sosyalizm. Ona göre, “babasız kalmış ve acizlik duygusu içinde dünyadan nefret ettirilmiş yeni bir ücretli sınıfı, yeni bir rota belirlemek ister. Bu yol, kardeşlik yoludur.” Söz konusu ideolojinin en öne çıkan ismi olarak Marks’a yöneltir bakışlarını. Ona göre Marks da, her ne kadar içerik olarak farklı gözükse de, en nihayetinde modern liberalizm gibi sahte bir metafiziksel sistem önerir. Bu minval üzere sistemin anahtar ifadelerinden biri, insanın üretici olarak tanımlanmasıdır. Yani yeryüzünü çekip çeviren bir halife olarak değil, üretici olarak insan. Kanımızca işte belki de bu yüzden hemen her sisteme, ideolojiye mihenk taşı olabilecek bir unsurdur, insanı ne olarak tanımladığı.

Şeytan

Lindbom’un kitabının son, en kısa ve fakat belki de en çarpıcı ifadeler barındıran bölümü bu bölümdür. Demokrasi miti, sosyalizm ideolojisi gibi sosyo-politik başlıkların ardından bu başlık ilk bakışta insana garip gelebilir fakat aslında öncekilerle o kadar bağlantılıdır ki! Bu bağlantıyı anlatmaya baştan, insanın ta en başından başlar Lindbom. Buna göre, şeytanın cennette ilk insana sunduğu meyve çekici ve lezzetliydi. Çekicilik ve lezzetle şeytanın materyalizm çağrısıydı bu. Fakat adeta bir taşla iki kuş vururcasına şeytanın bununla murad ettiği bir başka şey daha vardı: Tanrı gibi olmaklığa çağrı. İşte bu iki çağrıdan ilki, dünyevileşmeye denk düşmektedir. Şehvete kapılma, hazcılık, duyumsalcılık hep bununla ilgilidir. Salt kendi başına bu öğe her ne kadar bir çözülüş ve bozulma hali olsa da fark edilip tevbe edildiği takdirde Allah’ın tevbesine mazhar olunabilinir. Lakin ikincisi çok daha ciddi tahribatlara gebedir. Kendini Tanrı’ya denk tutmanın, berisinde ise kibrin (aslında fark edilecek olursa şeytanın da bizatihi başını yakan hususun ta kendisidir bu) en bariz tezahürlerinden birini Lindbom şöyle açıklamaktadır: “Bir Batılı her geçen gün daha da yalnızca kendi sesini, yani rasyonalizmin sesini dinleyerek yaşıyor.” Bunu şöyle açıklayabiliriz diye düşünüyorum; kendini aşkın'dan, aşkın'la bağı olanlardan sıyırıp nihai anlamda kendi sesine kulak vererek, yani kıstasları ve eylemleri kendi belirleyerek şeytanın bu en büyük tuzağına düşmüş olur insanoğlu. Hatta bu meyanda kendisini başka ‘rasyonel’ seslere de açabilir, tüm bu sürece ‘objektiflik’ de diyebilir. Ne büyük yanılgı!

Peki nasıl oluyor da şeytan bu denli etkili olabiliyor insan üzerinde sorusunu soracak olursak Lindbom’dan şöyle bir cevap alabiliriz: Çünkü “şeytanın vaadi, özgür, mutlu, güçlü ve uyumlu bir insan üretmektir.” Yani güzel, süslü ve çekici vaatleri vardır şeytanın. Oysa, Lindbom hatırlatmaktadır ki, kitlesel nevrozlarla çevrilidir modern insan. Yine de ‘sahte ışık’ yayan şeytan, ilahi nüveli Ruhu öldüremez. Nitekim “zamanımızın şeytansı insanının önüne batıni hakikatin bir işareti” çıkmaktadır, yine-yeniden: Suçluluk duygusu. Asl'a, hakikate, fıtrata karşı gelmenin neticesinde gayri ihtiyari bir şekilde ortaya çıkan suçluluk duygusu...

Zeynep Hafsa Aström yazdı

YORUM EKLE