“Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.”
Sokakta saklambaç oynayan çocuklar, mis gibi kokan iğde ağaçları, selam veren eş dost, pencereden pencereye sohbet eden komşular… Bunları okuyunca otomatik olarak zihnimizde tek bir cümle beliriyor: Nerede o eski mahalle kültürü?
Peki, özlem duyulan şey nedir? Anıların tadı mı yoksa eskinin yaşam düzeni mi?
Paris, Adelaide, Washington gibi şehirlerin havadan çekilmiş fotoğraflarına bakınca birçok kişi hayran olur. Labirent gibi düzenli ve birbirine paralel yolların, yaşamak için muntazam olduğunu düşünür. Fakat bir labirente üstten bakmayıp içine girdiğimizde hissettirdiği duygular kaybolmuşluk ve güvensizliktir. Yeni dünya düzeninde, değişen kültür üzerine kurulan binalarda yaşarken farkında olmadığımız fakat içten içe bir yerde saklı olan duygulardır bunlar. Kabullenmesek bile gökyüzünü gölgeleyen yapıların tek düze sıralandığı sokaklarda labirentte kaybolmuşçasına yürüyoruz.
Oysa insan dinamiktir. Ve camit (Cansız) bir yerde yaşamak istemez. Yönlendirilmek değil de iradesiyle seçmek ister. Belki yol ayrımlarında onu çeken bir erguvan kokusunun peşine düşmek belki de arada kalmış bir bahçe kapısının önünde yetişen güllere dokunmak isteyecektir. Kopyalanıp yapıştırılmış gibi duran binaların önünden geçmek yerine bir adım sonrasının kendisini şaşırtmasını umacaktır.
Düzensiz bir düzen
Düzen deyince zihnimizde simetri, sıra, hiza gibi olgular canlanır genelde. Fakat Osmanlı kent mimarisini incelediğimizde hafsalamızda oluşan tüm düzen algısı değişiyor. Çünkü düzensiz gibi gözüken öyle bir düzen hâkim ki… Mahallelerdeki yerleşim biçimi galaksi prototipinde. İbadethane merkez alınarak etrafında dalga dalga yapılaşmalar oluşmuş ve mahalleler kendi içinde mikro bir kente dönüşmüş. Cetvel ile çekilen düz çizgilerin değil, topografyayı incitmeden, organik ve yaşam biçimine göre şekillenen konutlar var bu düzende. Neredeyse her evin kendine ait bir bahçesi vardır. Hem meskende yaşayanların hem de doğanın nefes alması bu şekilde sağlanır.
Bir ev inşa edilirken iklim şartları, yapı malzemesi, fonksiyonelliği vb. unsurlar göz önüne alınarak yapılır. Yanına ikincisi yapıldığında ilkinin mahremiyet alanını koruyacak şekilde planlanır. Cumbalar, pencereler, kapıların konumu komşuların özgürlük alanını ihlal etmeyecek biçimde şekillenir. Üçüncü ev aynı sınırları koruyup topografyanın ona sunduğu şartlardan yararlanarak üretilir. Böylelikle adittif-kümülatif dediğimiz, parçalardan oluşan, eklemlenerek bütüne varan bir konsept oluşur. Evlerin birbiriyle olan ilişkisi ve araziye konumlanması bir nevi yapboz gibi birbirini tamamlar.
Oluşan mimari bütüne baktığımızda saygılı, birbirini incitmeyen, mahremiyete özen gösteren işlevsel ve benzersiz eserler ortaya çıkar. Turgut Cansever, İslâm mimarisinden bahsederken tevhit, doğallık, sükûnet, tevazu ve tezyin özelliklerinin Osmanlı şehrine yansıdığını söyler. Toplum karakter özelliklerini mekâna aksettirmiştir.
Soyutlanan hayatlar
Her ferdin yaşantısı, alışkanlıkları, istekleri, hayat görüşü farklı olduğu için eskiden evler kişinin yaşam biçimine göre şekillenirdi. Şehir planlaması nakış gibi ilmek ilmek tamamlanırdı. Ne yazık ki şimdilerde standart tek tip bir plan dahilinde binalar yan yana diziliyor. İnsanlara göre mekân tasarlamak yerine, birbirini taklit eden yapılara toplumun adapte olması bekleniyor.
Maruz kaldığımız bu çarpık kentleşme bizi mekanik insanlara dönüştürdü. Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz. Koşuyoruz, koşuyoruz. Varacağımız yer mutluluğun doruk noktası gibi geliyor. Sonucun değil sürecin mutluluk sebebi olduğunu anlamıyoruz. İçimize dönük bir hayata hapsolduk. Yan dairede oturan kişinin ismini bile bilmiyoruz. Buna sebep olan önemli noktalardan biri de konut yapısının değişmesi. Yüksek katlı binada oturan kimse orayı evi gibi görmüyor. Ortak alanları, bina bahçesini, çevresini güzelleştirmek ve korumak istemiyor. Sadece kendi alanı ona yetiyor. Mahalledeki aile sıcaklığı sadece bir özlem olarak kalıyor. Bedri Rahmi Eyüpoğlu bu hasreti en güzel şekilde dizelere dökmüş.
“Büyük şehirlere bağlanma Mehmedim.
Öyle bir şehre yerleş ki
Küçük olsun fakat bizim olsun.
Sokaklarında tanımadık yüz,
Ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
Her ağacına elin,
Her karış toprağına terin değsin.
Ve kuytu evlerden birinde
Senden habersiz ölenler olmasın.”
Önüm arkam sağım solum sobe
Eski mahallelerde yaşayan bir çocuk çatısının gökyüzü olduğu bir eve sahipti. İlk heyecanlarını, gizli yenilen dondurmaları, akşam eve çıkmamak için serzenişte bulunduğu oyun saatlerini paylaştığı kardeşten öte arkadaşlara sahipti. Onları koruyup kollayan esnaf ve komşular ailesinin birer parçasıydı.
Çocuklar kendilerine hayali bir dünya kuruyorlardı. Çıkmaz sokaklar, geniş bahçeler sayesinde güvendelerdi ve kendilerine ait alanları vardı. Şimdi ise o hayali dünyayı, korna sesleri bölüyor. Can havliyle kaldırıma koşup oyunlarına devam etmek için bekliyorlar. Oyun alanlarını artık arabalar işgal ediyor. Daha fazla metrekareye sahip olma hırsı çocukların yeşil alanından çalıyor.
Teknolojinin ilerlemesi ve bize sunduğu imkânlar dışlayacağımız değil faydalanacağımız büyük bir nimettir. Hem bizim hem çocuklarımız için… Fakat dozajını ayarlayamadığımız imkânlar, bir gün zarara dönüşebilir. Sosyalleşmeyen yeni nesil, insani ilişkilerden uzak çocuklar, paylaşmaktan, fedakârlıktan, dostluktan mahrum bir topluma evriliyor.
“Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.” demiş Turgut Cansever. Ne kadar ağır bir yük olsa da bu vazifeyi yerine getirmek ile mükellefiz. Nesil ve şehir bize emanet.
Banu Beyza Gülcü
Hüma Dergisi, Sayı: 7
“Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.”
Rahmetli Cansever'in sözünü “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz neslin imar ettiği şehri deprem tahrip eder.” olarak günümüze uyarlasak tam gediğine oturur herhalde.