2006’lı yıllardı, yeni bir yol, bir mana, bir dost, kâmil bir kılavuz arayışı içindeyken şairin dediği gibi, "Aşk odu evvel düşer maşuka, andan âşıka, Şem'i gör kim, yanmadan yandırmadı pervâneyi”. İşte biz de tam o aradığımız ortamda bulmuştuk kendimizi ki bu camianın kalem erbabı üstadlarının gazete köşe yazılarını, kitaplarını okuyarak, şehrimizde yapılan kültür faaliyetlerine teşrif ettiklerinde biz de iştirak ederek mülaki olduk. Böylece onları zaman zaman yakından tanıma imkânı bulduk.
“Bir zamanlar Müslümanlığı yaşamış bu topraklarda” diye başlayan Rasim Özdenören ağabeyin makalesinde bu cümleyi tabiri caizse acayip karşılamıştım. Ne demekti bir zamanlar Müslümanlığı yaşamak, peki biz şimdi ne yaşıyorduk, hakiki Müslümanlık da nasıl bir şeydi? Daha sonra “Müslümanca Yaşama Üzerine Denemeler” kitabı ile karşılaşınca kitabın isminin bile Müslümanca yaşayamadığımızı düşündürdüğünü gördüm. Rasim Ağabey’in bir gazetede pazar ve perşembe günleri makaleleri yayınlanıyordu. Bazı yazılarını hem fotokopi yapıp arkadaşlara da veriyor hem de söz uçar yazı kalır misali saklıyorduk. Dar Vakit, Avukat, Belh’i Unutmak, Feridüddin Attar’ın piyasa değeri, Olmaz olmaz başlıklı yazılar halen çoğaltarak okuduğumuz makalelerdir.
Öyle bir kelime söyler öyle bir cümle kurar ki onu anlamak, onu kavrayabilmek için anlaşılan birçok mevzuya vakıf olmak gerekiyordu. Gelişen hadiseler karşısında bunun arkasında ne var, nasıl idrak etmeli sorusunun cevabını yazdıklarında bulabiliyorduk.
Onunla ilk karşılaşmamız da yine o yıllarda şehrimize bir sohbet için geldiğinde merak edip gitmemle oldu. Şimdiye nazaran biraz daha modern, çağdaş görüntümle ben şöyle uzakta bir kenarda arkalarda dinleyip anlamaya çalışırken nasıl olduysa bir an yakınında buldum kendimi. Onu tanıyan, kitaplarını okumaya teşvik eden dostların selamını getirdik. Gayet samimi, zarif, dost tavrıyla çok önceden beri tanışıyormuş hissini verdi. Kitaplarından Aşkın Diyalektiği kitabını okumamı tavsiye etti. Kitap aşk ve aşkın hallerinden, aşk derdine düşmekten, aşk hikayelerinden yola çıkarak insanın kendi iç yolculuğundan bahsediyordu. Aşk hakkında kitabın bir yerinde şöyle bahseder: “Aşk muhatabından zorunlu bir karşılık beklemez. Aşk karşılık beklemeden sürekli bir verme halidir. Aşk dostluk gibi değildir. Dostluk karşılığını görmediği anda biter, onu tek taraflı olarak sürdürmenin imkânı yoktur. Oysa aşk daha başlangıçta karşılıksız olarak doğar”, “Bir Anadolu köylüsüne atfen ileri sürülen bu düşünce, bu ulaşılmaz olan olguyu dile getiriyor, şöyle söylemiş: “Oğlan kızı ister, vermezlerse âşık olur!” Bu demektir ki, âşık olmanın şartı, daha başlangıçta ulaşılmaz olanla belirleniyor”.
Aşk Yola Koyuluştur, başlıklı yazısından bir bölüm nakledelim:
“Âşıksa kendini yürümeye adamış olan biridir, yürümeye, ulaşmaya değil!
Âşık, bir bakıma, Kafka’nın mini öykülerinden birinin kahramanı gibi konuşur: Uşak, atına binip yola çıkmak üzere olan kahramanımıza sorar: ‘Beyim nereye gidiyorsun?’ O da: ‘Bilmem, buradan uzağa, diye cevap verir, hep daha uzağa, ancak böylelikle hedefime ulaşabilirim.’ Uşak: ‘Demek hedefinizi biliyorsunuz?’ diye sorunca bey: ‘Evet der, söyledim ya, buradan uzağa, diye cevap verir, hep daha uzağa, işte hedefim!’ Bu bana tam da aşık kişinin hedefi gibi görünüyor: Buradan uzağa, daha uzağa… ancak bunun için yola çıkmak gerekiyor.”
***
O zamanlar hem mesai arkadaşım hem komşum, gönül dostum olan merhum Erdem Bayazıt ağabeyin kızı Meral’in de Rasim Amcası idi. Onları kendi evlerinde ağırlarken de zarif, arif eşlerini de daha yakından tanıma imkânı bulmuştuk. Sapanca şiir akşamları, kültür sohbet programlarına her sene davet ediliyor, biz de bu vesile ile hep yanlarında olmaya çalışıyorduk. Hanımı Ayşe Ablanın hakkında şöyle dediğini işitmiştim: “Rasim başka bir âlemin insanı, kâh bu dünyada ama daha çok ötelerde…”
Rasim Ağabey son zamanlarında hastalığından dolayı epey hastanede vakit geçirdi. Hastalığın tıpkı aşıklık hali gibi dünya sevgisinden uzak ve daha mütevazı bir halet-i ruhiyeye getirdiği 'Aşkın Diyalektiği' kitabında Hasta ve Aşık hallerinin kişiye nasıl tesir ettiğini şöyle anlatır:
“Öyle ya, nedense, her aşık bir parça hasta biri diye düşünülür. Aşık da tıpkı hasta gibi, zihnini, dahası varlığını bir noktaya kilitlemiştir. İkisinin de zihni, bir bakıma hem kendi üzerindedir. Hem kendinin dışındadır. Bir gövdede uzun süre konaklayan bir hastalık, o hasta için nerdeyse bir ‘arkadaş’ mesabesine geçmiş olur. Aynı olay âşık tarafından da yaşanır. Âşık kişi de sürekli biçimde sevgilisiyle birlikte bulunur: Onunla olmadığı zamanlarda da zihnen ve ruhen onunla birliktedir o! Böylece hastanın da aşığın da kökende kendi nefslerinden kaynaklanmış olsa bile dikkatleri, nefslerinin dışına yönelmiştir. Türkçede, bir şeye aşırı düşkünlük gösterenlere ‘hasta’ veya o şey neyse (bir sevgili veya bir nesne) onun ‘hastası’ denilmesinin taşıdığı anlam anlaşılabilir oluyor.”
Müslümanca Yaşamak kitabının başında geçen bir mevzu var ki… Bir deve iğne deliğinden nasıl geçermiş. İğnenin deliği mi büyürmüş, deve mi küçülürmüş. Lakin Allah dilerse bu mümkünmüş. Ne kadar ümitvar bir düşünce... Bir taraftan “Doğru bakan, doğru okumayı bilen insan nereye bakarsa baksın oradan doğruyu yanlışı çıkartır.” derken bütünlükle yanlış dediğimiz işlerde ve insanlarda bir doğrunun olabileceğini görmemiz, bu doğrudur dediklerimizde de bir yanlışın olabileceği düşündürür.
Erdem Bayazıt Ağabeyin, “Benim güzel efendim, kalbimdeki meselelere sormadan cevap verenim, müşkillerimi halledenim, musibetlere uğradığımda yüküme omuz verenim, dara düştüğümde imdadıma yetişenim, darıldığında sitemli bakanım, sevindiğinde yüzünde güller açanım. Sen gittin bize ağlamak kaldı.” diye bahsettiği Bayburtlu Dede Paşa’nın halefi Abdurrahim Reyhan Hazretlerine Rasim Özdenören’in gönülden muhabbeti vardır. Abdurrahim Efendi 1998 senesinin Ocak ayında dâr-ı bekâya teşrif ettiğinden beri zaman zaman sene-i devriyesinde kendi köşesinde de hakkında yazdıklarına rastlarız. Efendi’nin anlattığı İbrahim Ethem kıssasını biz de burada nakledelim:
“Meşhur İbrahim Ethem hazretleri Belh padişahı, 7 sene tacını tahtını bırakıp gitmiş. Süflî bir hayata girmiş. Süflî hayat derken hâşâ zahirde, görünüşte. Karnı doyacak kadar yemek yemiyor. Sırtı yeni elbise görmüyor. Bir pardösü varmış sırtında setri avret için, doksan tane yaması varmış. Şeyh efendisinin dergâhına yedi sene odun çekmiş. Her sabah kalkıyor, halatını boynuna atıyor, dağa çıkıyor, odunları alıp getiriyor dergâha. Yedi sene boyunca her gün bunu yapıyor. Bir gün, beş gün, on gün değil; bir ay, üç ay, beş ay değil; yedi sene bu hizmeti görmüş. Yedi sene sonra yine aletini eline alıp oduna giderken Şeyh efendisine demiş ki: ‘Efendim, bana bir himmet edin!’ Şeyh efendisi tenkit etmiş: ‘Sen himmeti kazandın mı ki himmet istiyorsun? Haydi yürü. Bostancı bostanının su zamanını bilir.’ demiş. Azarlamış, göndermiş. Başka bir dervişe görev vermiş, demiş ki: ‘Ayaklarına mahmuz tak, şu Belh padişahı İbrahim Ethem gidiyor, onun arkasından kavuş, onun çıplak ayaklarına o mahmuzla vur, gel. O döner, sana bakar, yüzüne tükür. Yüzüne tükürdüğün zaman elbet bir şey söyler. Ne söylerse gel bana haber ver.’ O gidiyor, İbrahim Ethem’e kavuşuyor. Mahmuzlarla ayağına çarpıyor. Vurdukça kan akıyor. İki oluyor, üçüncüde dönüp bakıyor; derviş yüzüne tükürüyor. İbrahim Ethem şöyle söylüyor: ‘Git babam. Senin dediğini ben Belh’te bıraktım.’ Derviş bu cevabı alıyor, dönüp geliyor. Şeyh efendi soruyor: ‘Yaptın mı görevini?’ ‘Yaptım efendim. Emriniz üzerine tabanlarına, çıplak ayaklarına vurdum. Vurdum deldim. İki defa vurduğumda bakmadı. Üçüncü defa vurduğumda döndü, baktı. Yüzüne tükürdüm. Şu ifadede bulundu: ‘Git, babam. Senin dediğini ben Belh’te bıraktım.’ Şeyh efendisi: ‘Hâlâ Belh’i unutmamış’ diyor, yani Belh’te padişahlığını hatırlıyor. O zaman hiddet vardı. Gadap vardı. O zamanki hâlimle ben sana bir şeyler yapardım; şimdi ben hiddetimi, gadabımı Belh’te bıraktım, demek istemiş. Ama o Belh kelimesi ağzından çıkmış.’ İbrahim Ethem gelince kovuyor: ‘Git. Sen Belh’i unutmamışsın. Himmet mi istiyorsun?’ diyor.” Abdurrahim Reyhan Hazretleri bu kıssayı şöyle bitiriyor: ‘Can gitmeyince cânân ele geçer mi? Candan mana ruhumuz. İnsanın canı çok kıymetlidir. Her şeyini canı için yok edebilir. Ama canını ne için yok edeceğini bilemez. İşte canını da yok etmesi lazım ki cânânı bulsun. Cenab-ı Hakk öyle buyuruyor: ‘Kulum ver beni de al beni.’ Yani beni almak istiyorsan beni ver, diyor. Benden mana, Cenab-ı Allah bize ruh üflemiştir, odur. Benim sana üflediğim rûhu bana ver ki Ben’i bulasın!”
1977 senesinin Ekim’inde Cenaze namazını Hacı Muzaffer Ozak’ın kıldırdığı merhum Fethi Gemuhluoğlu’nu anarken de Rasim Ağabey şöyle yazmış:
“Çünkü biz hepimiz düşünürken bir iş için harekete geçerken ‘Acaba o ne der?’ hesabına da daima yer verirdik. Düşüncemizi, hareketimizi desteklemesinden güç alırdık. İçimizin belli başlı denetçilerinden biriydi o. Buluşmak mahşere kalmıştır. Bu çarpıcı, hakikate bakıp coşkulu dervişin içimizde yankılanan sesine kulak vermeye çalışalım, yapabilirsek eğer.” der Dostluk Üzerine kitabında.
Rasim Ağabey 2008 Temmuz’unda dar-ı bekâya göçen Erdem Bayazıt’ın ardından kendini kanadı kırık bir leyleğe benzetir: “Onlardan ayrı kalmışlığım şuramda duruyor ya… Bir zamanlar Eyüp Sultan Camii'nin avlusundaki çınarın dibini mekân tutmuş olan kanadı kırık leylekler vardı. Onlar kanatları kırık olduğu için öteki leyleklerle birlikte uçup göçemezlerdi. Kendimi, şimdi, bu dünyada onlardan mahrum kalmış o kanadı kırık mahzun leyleklere benzetiyorum. Hele de Erdem, Eyüp Sultan'da, uçmaya o avludan başladığından bu yana…”
Yine yakın zamanda 2020 Temmuz’unda kaybettiğimiz Asım Gültekin’in ardından Dostluğun Mücessem Hâli başlıklı köşe yazısında “Sol kolum koptu sandım” der. “Onu ivazsız tavizsiz severdim. Ama biliyordum ki o beni, benim onu sevdiğimden katbekat fazla severdi. Son yıllar boyunca şahsıma yapılan Anadolu davetlerinin düzenlenmesini, yığınla meşguliyeti arasında üstlenmek istedi. ‘Sen bunlarla uğraşma, müsaade et, bu işleri senin yerine ben göreyim.’ dedi.”
Rasim Ağabey Eyüp Sultan Mezarlığında sırlandı, sevdikleriyle beraber ebedi mağfirette olmasını niyaz ediyoruz. Rahmetin en güzeline kavuşan Rasim Ağabey’e hasret ve muhabbetle gani gani rahmet olsun. Diğer ismi şerifi geçen bekâ âlemine göçenlere de Fatihalar gönderiyoruz.
Bu yazıyı hazırlarken bizleri onlarla tanıştıran, onlara gönülden muhabbetli dostlarından birine ilham olan aşağıdaki beyitleri derç ediyoruz.
Cahit Abi önden gider
Her ciheti merak eder
Yürek Dede ilham eder
Bize aşk u muhabbeti
*
Zarifoğlu Baba Sait
Seyyithanoğlu Hasan’dır
Akif abi tam beyzade
Adil Erdem hâzâ beydir
*
Özdenören Alaeddin
Âşık imiş Kerem’ine
Onun güzel çantasıyla
Yanıp ömür ikmal etti
*
Sona kaldı Rasim Abi
Halim selim kelim idi
Cesaret ve sükunetle
Çok hakikat tebliğ etti
*
Şefaatçi eyle Yarab
Bize güzel kullarını
Samimiyet ciddiyetle
Takip ettir yollarını
*
Ermiş Nazif Hocamıza
Ömrü mezid ihsan ola
Görünmeyen Dergâhında
Nice gençler âgâh ola
Arzu Bosnevi