“Vardığımız ellere şol safa gönüllere
Halka Tapduk mânisin saçtık elhamdülillah”
Yukarıdaki bilindik dizede Yunus Emre hazretleri, hocası Tapduk Emre’nin yolundan nasıl gittiğini apaçık beyan etmiştir bizlere. Dizenin sonundaki şükür ifadesi, aynı zamanda hocasının izinden gitmenin memnuniyetini de aşikâr etmekte. Kendisine hayatı öğreten hocasına duyduğu minnetle, bayrağı sonrasında gelen nesle devretmek için gururla alıyor. Tıpkı Hz İsa’nın Havarileri gibi, Hz Muhammed’in Ehl-i beyti ve sahabeleri gibi, Şems’in Mevlânâ’sı, Ali Nutki Dede’nin Şeyh Galib’i, Dede Efendi’si gibi... Eskilerden günümüze gelen “el almak” deyimi tam da buna tekabül etmez mi?
Yıl 1996, Sayı: 4. Kubbealtı Mecmuası’nda rahmetli Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun hocamız tam da bu konu ile ilgili bir yazı kaleme almış, bizlere “Hanegi-himaye usulü”nden bahsetmiş. Rahmetli Hoca diyor ki: “Eğitimde amaç sadece insanlara mezuniyet diploması vererek onların tahsillerinin tamamlandığını belgelemek değildir.” Bu noktada rahmetli hoca, kitaplı mektep ile birlikte hayat mektebini bitirmenin önemini vurgularken hanegi-himaye usulünden örnekler veriyor, bize halk arasında yaygın olan şu meşhur ifadenin çıkış noktasını hatırlatıyor: “okumuşsun ama ‘adam’ olamamışsın”. Yine bir başka değerli yazarımız Ömer Seyfettin’in şu sözleri de aklımıza geliyor: “İlim başka, irfan başka, alim başka arif başka.” Peki, nasıl elde edilir bu irfan?
Hânegî-himâye usulünde çocuk yaşta ilim ve irfan sahibi olmak için -diğer bir deyişle eğitim-öğretim görmek için- kişi, ilim irfan sahibi tarafından himaye edilir ve genel ilmî bir eğitimin yanında ‘ferdî düzeyde yetiştirilir’. Bu kişiler sadece bir alana yoğunlaşmak yerine her alanda donanımlı yetişirler. Hem iyi bir devlet adamı hem de iyi bir şair ya da müzisyen olurlar. Hem iyi bir hekim hem de iyi bir matematikçi olurlar. Batılıların “Ronesans man” olarak ifade ettikleri, her anlamda donanımlı, bu zatlar topluma faydalı bireyler olarak yetişir, icat ve buluşlarla hayatı kolaylaştırır, toplumu estetik anlamda ileriye taşırlar.
Sanayi inkılabı sonrası tek bir alanda uzmanlaşma kavramı ortaya çıktığından bu yana, günümüzde hayatımızı şekillendirdiğimiz noktaya bakacak olursak, artık niçin bu sistem ile yetiştirilmiyor olduğumuz da aşikardır. Biz öğretmenler olarak değerler eğitimi adı altında çocuklara iyi bir vatandaş ve iyi bir insan olmayı öğretmeye çalışırken, çoğu zaman pano hazırlamaktan öteye geçemiyoruz maalesef. Gerçekten insan yetiştirmek noktasında duyarlı davransak da sistem -olması gerektiği gibi- modern düzene uygun olduğu için davranışlarımızla örnek olup, değerler eğitimi odaklı birkaç etkinlikten öteye de geçemiyor, bu sebeple ilim noktasında eksiksiz ilerlesek de irfan noktasında tıkanıp kalıyoruz. Hâlbuki bir çiçeği yetiştirirken bile onunla hasbihal etmek gerekir. Söz konusu bir insan olduğunda ise sadece kitap okutup test çözdürmek, misafir karşılamayı bilmeyen, düğünde tebrik, cenazede taziye etme inceliğine sahip olmayan, sohbet ederken iki cümleyi peş peşe söyleyemeyen nesiller yetiştirmemize sebep oluyor.
Sistemi kötüye kullananlar da olmuş
Hânegî-himâye usulünde himaye eden kişilerin bilgi birikimleri ve ortamları aynı zamanda döneminin önde gelen yazar, müzisyen, şair gibi entelektüel çevresini de bir arada toplayarak, hânegînin (himaye edilen kişi) bu entelektüel ortamdan da beslenmesini sağlıyor. Haluk Hoca yazısında şu şekilde örnek veriyor bu konuda: “Vezir Yusuf Ziya Paşa’nın konağı, devrin tanınmış üstatlarının müdavimi olduğu bir musikî mahfili (toplantı yeri) gibiydi.” Ve hatta Recaizade Mahmut Ekrem’in evinin de bu ortamlardan biri olduğunu, Tevfik Fikret, Ali Ekrem Bolayır, İsmail Safa ve Bestekâr Rahmi Bey’in burada sohbet ettiklerini de ekliyor.
Bir taraftan kendini yetiştiren çevreye ve hocasına bağlı olan, hocasıyla sürgüne bile giden hânegîler olduğu gibi diğer taraftan bu usulün kötüye kullanıldığına da şahit oluyoruz. Her sistem gibi bu sistemin de açığı yetiştirdiğinin insan olması elbette. Himaye eden kişilerin himaye etme amacı Osmanlı döneminde aynı zamanda iktidarda söz sahibi olabilmek olmuştur. Himaye edenler yetiştirdikleri kişiler ile ‘klikler’ oluşturarak iktidarda hakimiyetini arttırmış ve doğrudan ya da dolaylı olarak söz sahibi olmuştur. Nitekim Hüsrev Paşa -Haluk Hoca’nın da belirttiği gibi- bunun en güzel örneklerinden biri olsa gerek.
Kendisi de vaktiyle hânegî olan Hüsrev Paşa, kendi hânegîlerini yetiştirmiş ve Bâb-ı âlî’de hoşuna gitmeyenlerin yerine kendi adamlarını tayin ederek iktidarı ele geçirmeye çalışmıştır. Bu anlamda niyet kötü ise liyakat üzerine kurulu da olsa kadrolaşmanın ne kadar tehlikeli olabileceği de açıktır. Nitekim yakın zamanda FETÖ terör örgütünün izlediği yol da bu olmuştur. Fakat bu noktada şöyle düşünmek gerek, işin içinde beşer olduktan sonra yöntem ya da ideoloji ne olursa olsun yöntemin kötüye kullanılması işten bile değildir.
Bu sebeple eleştirilmesi gereken yöntem değil, bizatihi yöntemin uygulayıcısı olan insandır. O insan ki Firavun’un ikiye ayrılan denizin ortasında kaldığını göre göre yanlışa sapmaktan çekinmemiştir. O insan ki gözünün önünde ay ikiye bölündüğünde bunda ne var ki deyip yüz çevirmiştir. Belli ki sorun beşerin kendisindedir. Dostoyevski’nin dediği gibi “Bir insanın en iyi tarifi, iki ayaklı nankör olmasıdır.”
Haluk Hoca yazısında, Osmanlı Devleti’ne sadrazamlar, nazırlar, edipler, şairler kazandıran bu yöntemin 20. yüzyıl başarına kadar kısmen de olsa devam ettiğini belirtirken, yazının sonunda ufacık bir alıntı dikkatimi çekmişti:
“Bu satırların yazarı ise, İstanbul Milliyetçiler Derneği eski başkanlarından Haluk Gezen Beyefendi’nin hânegîsidir.”
Allah rahmetiyle muamele etsin.
Elif Arpacı