Sezai Karakoç’un hikâyelerini bilenler bilir. Üstat, diğer edebî eserlerinde ne kadar zirvedeyse, hikâyelerinde de öyledir. Ne sanat kaygısını bir tarafa bırakır ne de temsilcisi olduğu fikrî dünyadan uzaklaşır. İkisi bir arada; iç içe… İşte Karakoç’un her bakımdan kuşatıcı hikâyeciliğine müşahhas bir örnek: Ziyaret…
Ölülere vaktinden önce dirilme izni…
Alegorik bir hikâyedir Ziyaret… Şöyle başlar: “Birkaç ölüye vaktinden önce dirilme izni verildi. Kalktıkları mezarlık, Dağın yamacındaydı.” Mezarlık yarılır ve ölüler dışarı çıkar. Fakat vaktiyle yaşadıkları şehir yoktur yerinde. Sıkı bir incelemeden sonra, şehrin ‘aşağıya’ taşındığını fark ederler. İşte bu tespit anını takip eden sahne, ölüler kâh konuşuyor, kâh susuyor:
“’Baksanıza, aşağı inmişler. Işıklar yanıyor orda. Dağı terk edip aşağı inmişler.’ Sonra bir sessizliğe gömüldüler. İçten içe ürperdikleri anlaşılıyordu. Ovaya, düzlüğe inmesi bir kentin, bu yeni bir şeydi. Korkutan, ürküten bir şey. ‘Bizden sonrakiler Dağdan hoşlanmıyorlar galiba’ diyen biri sessizliği bozdu. ‘Yükseklikten hoşlanmıyorlar desene’ diye karşılık verdi bir başkası. Bir üçüncüsü, bu konudaki düşüncesini: ‘Onlar Dağı boşladıklarını sanıyorlar ama, kim bilir belki Dağ onları koğmuştur.’ diye belirtti. Biri de şunları ekledi: ‘Her düşüş, bir yükseliş sanılır. Ya da, en azından bir yükseliş adına olur.’”
“Sır aşırma evleri…”
Ovaya inmiş şehri ziyaret etmeye karar veren ölüler, oraya akşam saatlerinde varırlar. Şehrin merkezi konumundaki çarşısındadırlar. Mevsim kış, sokaklar tenhadır. “Bununla birlikte, kahveler dolu”dur. Mahalle kahveleri değildir bunlar. Kahveler çarşıdadır. “Kahveler mahallelerden çarşıya göç etmiş”tir. Eskiden evlerle ilgili olan kahveler, şimdi çarşıyla, dükkânlarla ilgilidir. Şimdi onlar “sır aşırma evleri” haline gelmişlerdir. “Alışveriş sırlarını, ticaret sırlarını aşırma yerleri!”
Ölüler kahveye girmişlerdir bu arada. Kulaklarına çarpan kelimeler feci şeylerdir: “… para, kredi, ücret, mal, seçim ve benzeri kelimeler, tavana doğru kirli sinekler gibi yükseliyor, sonra kahvenin dumanlı havasında uçuşarak kondukları her yerde leke bırakıyorlardı.”
Cami, ölü bir sessizlik içinde; ya evler?
Kahveden kendilerini dışarı atan ölüler, yüzlerini camiye döndürürler. Karşılaştıkları manzara içler acısıdır: “Kasabanın tek camisi, ölü bir sessizlik içinde kapkaranlıktı. Biri: ‘Derhal terk edelim bu kenti. Bu kent ölmüş.” dedi. Fakat görevleri bitmemiştir. Şehrin gezilecek başka yerleri de olmalıdır. İyi bir şeyler bulmak için, hâlâ ümitleri bitmemiştir. Mesela evleri gezmek gerekebilir. Bunda karar kılmışlardır…
“Evlere girip çıkmağa başladılar. Bacalardan, açık pencerelerden, kapı aralıklarından süzülüyorlar, evden eve hızla geçiyorlardı. Avının üstüne atılan vahşi hayvanlar gibi, evlerin içinde olup bitenleri, konuşulanları, içilen kahvelerin gerisinde beliren tabloları, sandık içlerini kendilerine mahsus bir araştırma usulüyle didik didik ediyorlar, işe yaramaz her şeyi ayıklayıp geriye kalanı yakalamak istiyorlardı.”
Sonuç:
Yakalayabildi mi ölüler, herhangi bir güzelliğe rastlayabildi mi? Soruyu şöyle soralım: “Ziyaret”in sonucunu burada söylemek doğru olur mu? Cevabımızı “hayır” olarak vereceğiz. Zira, bu “hayır”, hayra dönük bir niteliği ihtiva ediyor. Yani, bu haberin okuyucuları, bir miktar merak eder de, bu hikâyeyi okursa (yahut okuduysa yeni bir okumayla gündemine alırsa) müthiş bir güzelleşme vücuda gelir…
Bu güzellik için diyoruz ki: Sezai Karakoç’un “Ziyaret” adlı hikâyesi üstadın Meydan Ortaya Çıktığında (Hikâyeler I) kitabındadır. Yayınevini söylemeye gerek yok: Diriliş…
Cevat Akkanat, güzel bir diriliş için, haydi “Ziyaret”e diyor…
Olmadı şimdi sonunu merak ettik.
Şimdi bu kitabı da almak gerekecek.