Olmasaydık Olmaz mıydı? Allah beni niye yarattı?

Doç. Dr. Ebubekir Sifil 'Sana Dinden Sorarlar' kitabında, 18 yaşında bir gençten gelen ve pek çok gencimizin kafasını meşgul eden kaza-kader mevzusuna ışık tutuyor.

Olmasaydık Olmaz mıydı? Allah beni niye yarattı?

Soru: Ben 18 yaşında bir öğrenciyim, bazı sorularım olacak, izin verirseniz onları sorayım:

1. Sınıf içinde arkadaşlarla yaptığımız din eksenli tartışmaların en sorunlu kısmını kader ve kaza konusu teşkil ediyor. Ben elimden geldiğince bazı cevaplar versem de tam netice elde edemiyorum; daha doğrusu konuyu iyi bir şekilde örnekleyemiyorum. Bazen konu klasik kader tartışmasından dışarı çıkıyor.

Mesela birisi bana şöyle dedi: “Peki, o zaman Allah beni niye yarattı? Bu zor bir imtihan. Ben yaşamamayı yaşamaya tercih ederdim ama niçin böyle bir şansım yok?”

Bazıları da şöyle diyor: “Kâinat yaratılmadan önce ne vardı? Allah niye kâinatı, canlıları yarattı buna ihtiyacı mı vardı? Her şey niçin var? (Haşa) Allah niye var? Hiçbir şey olmasa olmaz mı?”

Sorular böyle gidiyor ve genelde “olmak-olmamak” çevresinde gelişiyor. Genel anlamda kader konusu da tam olarak kabul edilmiş değil. Bu konuda -özellikle yukarıdaki sorular hakkında- beni bilgilendirir misiniz?

Piyasada tavsiye edebileceğiniz net ve doyurucu bir kitap varsa söyler misiniz?

2. Zaman zaman bir olayla karşılaştığımızda bunu daha önce yaşadığımıza dair bir duyguya kapılıyoruz. Bunun dini açıdan açıklaması nedir? İnsana rüyasında geleceğe dair olayların gösterildiği veya ruhlar aleminde insanın bunları gördüğü doğru mu?


Cevap:

Sevgili kardeşim,

Bu genç yaşta böylesi ağır meselelere dalmanı prensip olarak doğru bulmuyorum. Bu gibi hususların konuşulduğu ortamlarda da bulunmamanı tavsiye ederim.

“Allah niye var?” gibi bir soru, temel bazı bilgiler olmadan doğru ve tatmin edici bir şekilde cevaplanamaz. Zira “Allah Teâlâ “vacibu’l-vücud”dur dendiği zaman bunun ne anlama geldiği bilinmiyorsa bunun üzerine bina edilecek diğer meseleler de havada kalacaktır.

Allah Teâlâ için “yokluk” düşünülemez. Zira O’nun varlığı bizimki gibi “izafi” (başka bir varlığın mevcudiyetine bağlı) değildir. O’nun dışındaki bütün varlıklar “mümkin”dir. Yani var olmaları da yok olmaları da mümkündür, imkânsız değildir ve dahi var olabilmek için başkasına muhtaçtırlar. Ancak O’nun varlığı “mümkin” değil, “vacip” (zorunlu) ve “mutlak” (aksi düşünülemez)dir.

İnsan aklı, kendi algı gücü ve kapasitesiyle sınırlı düşünür ve hiçbir insan, “benim aklım mükemmeldir, ben her şeyi gereği gibi kavrarım” diyemez. Bir diğer deyişle bizim varlığımız da aklımız gibi “cüz’i”dir ve onun, varlığı “külli/mutlak” olanı tam anlamıyla kavraması mümkün değildir. Onun için Kelam âlimleri, inanılması gereken hususlarla ilgili (Kelamî) meseleleri, “aklî” ve “sem’î” diye ikiye ayırmışlardır. Bunlardan ilki akılla bilinebilecek hususları irdelerken, ikincisi akılla bilinemeyecek olan, ancak “doğru haber” (vahiy, Kur’an/Sünnet) ile bilinebilecek olan hususları ele alır. Dolayısıyla bizim bilgi sistemimiz, “çağdaş” bilgi anlayışının parametreleri ile değerlendirilmemelidir.

Kur’an’da müminlerin başat vasıflarından birisinin “gayba iman” olarak vurgulanması bundandır. Gayb, sadece “görünmeyen” değildir; insan algısının sınırları dışında kalan ne varsa hepsi gaybın sınırları içindedir.

Yukarıda “bizim bilgi sistemimiz, çağdaş bilgi anlayışının parametreleri ile değerlendirilmemelidir” dedim. Çağdaş bilgi anlayışına bağlı olan çağdaş “varlık” anlayışı, “özgürlük” kavramı üzerine kuruludur. Buna göre insan, sonuna kadar özgürdür; kendisi ve çevresiyle ilgili “her şeyi” kendisi belirlemelidir. Onun “iyi/doğru” dediği iyi/doğru, “kötü/yanlış” dediği de kötü/yanlıştır. Çünkü evrenin merkezinde “insan” vardır. Oysa Kur’an buna “tuğyan” diyor.

Bizim bilgi ve buna bağlı olarak varlık anlayışımız ise “itaat ve teslimiyet” üzerine kuruludur. İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi temel ontolojik ayrımlar semiyyatın belirlediği kategorilerdir. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Zira günlük hayatta bile hepimiz, bilmediğimiz konularda, bilenlerin (ya da bildiğini düşündüğümüz kimselerin) söylediklerine teslim oluruz. Bu tıpkı hastanın, doktora teslim oluşu gibi bir şeydir. Şu hâlde hepimiz, varlıkta Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğumuza göre yukarıda zikrettiğim kategorileri de O’nun belirlediği sınırlar içinde bilir ve kabul ederiz.

Allah Teâlâ için (haşa) “yokluk” düşünemeyeceğimize göre, “Olmasaydı ne olurdu?” gibi bir soru saçmadır. Zira varlığı “izafi” ve “mümkin” bir varlığın, “varlığı zorunlu ve mutlak” olan için böyle bir soruyu gündeme getirmesi aklen muhal olmasa da, bu faraziyenin ciddiye alınabilirlik şansı evrenden daha büyük bir “sıfır”dır.

Öte yandan bizim, kendi varlığımız hakkında “olmasaydık olmaz mıydı” gibi bir fikir yürütmemiz de eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira bizler “yokluk” dediğimiz alan ile ilgili “hiçbir şey” bilmiyoruz; evet “hiçbir şey”...

Bu “yokluk” temennisi ya da yokluğun sırf akli bir faraziye olarak ele alınması, belki bize felsefi anlamda bir beyin jimnastiği sağlayabilir, ancak gerçeğe tekabül etmeyen, boş ve safsata bir iştigalden öte bir anlamı yoktur. Zira biz ne kadar aksini temenni veya farz etsek de varız bir kere. Bizim takat ve kudretimiz dışında belirlenmiş ontolojik temel varlık yasası, bizim hiçbir faraziyemizden etkilenmez ve hükmünü yürütmeye devam eder. Erkeğin kadın olmayı veya insanın hayvan olmayı temenni etmesi gibi “beyhude bir çırpınış”tır bu... Doğru çalışan bir akıl için bu soru ile iştigalin anlamsızlığı açıktır. Çünkü değiştirilebilir, farklı seçeneklere açık bir alan değil üzerinde konuşulan.

Buna şöyle mukabele edilebilir: Eğer var olmasaydın yani “yok” olsaydın, böyle bir soruyla iştigal şansın belki olabilirdi. Fakat bu sefer de “yok” olan bir şeyin, kendisi hakkında karar vermesi gibi son derece saçma ve anlamsız bir mesele gündeme gelecekti. Çünkü o zaten “yok”tur. Ama eğer “var”sak ve dahi varlığımız kendi irademizle olmamışsa, burada “ben yok olmak isterdim”le iştigalin akıl sahibi bir kimse için abesle iştigalden daha anlamsız ve beyhude olduğu ortaya çıkıyor.

Bu türlü soruların içinde en anlamlısı “niçin varız?”dır. Bu soruyu soran eğer Allah Teâlâ’ya iman ediyorsa tıpkı ayetin dediği gibi: “Ey iman edenler, iman edin!” diyerek kendisini, iman ettiğini söylediği hususlara tekraren ve yakinen iman etmeye çağırınız. Zira bu sorunun cevabı sadece İslâm’dadır.

Bu nokta üzerinde biraz duralım.

İslâm, yalnızca birtakım hususlara iman, ibadetler ve ahlaki erdemlerden ibaret değildir. Belki bunların ilk ateşleyicisi olan ve bunların tümünün içinde mündemic bulunan “gerçeğin bilgisi ve idraki”dir. Bir başka deyişle yeryüzüne insanlık tarihi boyunca birbiri peşi sıra peygamberler gönderilmesinin en temel amacı budur: İnsanlara hakikatin bilgisini iletmek ve idrak ettirmek... Bu şu demektir: İnsan için değerli, anlamlı ve vazgeçilmez olan ne varsa, İslâm onların hepsinin mecmuudur. Bunun için İslâm’ı reddedenlere “kâfir” diyoruz. Zira bu kelime, “örten, kapatan” demektir. Yani mutlak hakikatin bilgisinin üstünü örten... Bu kelimenin karşılığının bazı Türkçe meallerde “inkârcı” olarak verilmesi doğru, ama eksik bir çeviridir.

Şu hâlde “niçin varız” sorusunun cevabı ancak İslâm’ı önyargısız ve “olduğu gibi” öğrenmeye bağlıdır. Ve unutulmasın ki bu, ilk adımdır. Bundan sonra -hadislerdeki ifadesiyle “kişinin İslâm’ının güzelleşmesi”, mutlak hakikatin tek temsilcisi olan bu Din’e “teslimiyeti”nin derecesine bağlı olacaktır. Bu demektir ki bu sorunun cevabı konusunda insanların değişik kademelerde yapacağı keşif, Din’deki derecelerine göre tedricî bir surette “bilgi”, “idrak” ve “yakîn” olarak gerçekleşecektir. Kur’an’ın, kendisini hem “insanlık” için hem de “muttakiler” için “hidayet kaynağı” olarak tavsif etmesinin anlamı -Allahu a’lem- budur. Bu demektir ki Kur’an’ın sıradan insanlara hidayet oluşuyla, muttakilere hidayet oluşunun anlamı arasında önemli bir fark vardır ve Kur’an’ın hidayet olma özelliği, her seviyede farklı tezahür etmektedir.

Sonuç olarak “niçin varız?” sorusunun doğru cevabı, ancak bizi var edenin gösterdiği istikamette yürüyerek bulunabilir. Çünkü bizi niçin var ettiğini ancak O bilir ve bize bunu, “Kulluk etmeniz için” şeklinde bildirmiştir. Buradaki “kulluk” ifadesini de birtakım kuru, anlamsız ve ruhsuz ritüeller olarak anlamak doğru değildir. Bazı müfessirlerin bu kelimeyi “marifet” olarak açıklaması da dikkate alındığında, ilgi çekici biçimde yeniden başa döndüğümüz görülecektir. Zira mutlak hakikatin bilgisi, idraki ve bu konudaki yakîn, “marifet”in kapsamı içindedir.

Kader meselesine gelince, daha önce bu konuda soru soran bir kardeşe gönderdiğim bir dosyanın ilgili bölümünü aşağıya alıyorum. İnşallah senin soruna da cevap olur.

Evet, bizler Yüce Allah’ın Levh-i Mahfuz’da bizler için yazdığı, dolayısıyla irade ettiği bir hayatı yaşıyoruz. Bu meselenin inceliklerini kavramak için buradaki “irade”nin ne olduğunu ve ne olmadığını bilmek gerekiyor. Varlık âlemindeki her şey Yüce Allah’ın iradesiyle olmaktadır. Ancak bu, Yüce Allah’ın bizim hayat tarzımızı klişe olarak “belirlediği, tayin ettiği ve bizi onu yaşamaya icbar ettiği” anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur: İnsan, kendisine yaratılışından verilen iradeyi kullanarak herhangi bir konuda kararlar verir, tercihler yapar. Eğer Yüce Allah da o işin o yönde olmasını irade etmişe, o işte iki irade birleşir; Yüce Allah o işi yaratır, insan da kesb eder. İnsanın sorumluluğu, o işi yapmaya karar verip iradesini o yönde sarf etmesi sebebiyle söz konusudur. Yüce Allah irade etmediği hâlde insanın herhangi bir şey yapmasının mümkün olduğunu iki sebeple söyleyemeyiz:

1) Yüce Allah’ın, irade etmediği bir işin meydana gelebileceği söylendiğinde, O’nun kudret ve iradesinden bağımsız bir alan söz konusu olacaktır. Bu ise ontolojik olarak mümkün değildir. Zira dilemediği şeylerin meydana gelmesi karşısında pasif bir pozisyona düşmek Allah Teâlâ için düşünülemeyecek bir nakisadır.

2) Allah Teâlâ’nın dilemesi olmaksızın insanın bir şey yapabileceğini düşünmek, insanın O’ndan müstağni olduğunu söylemek demektir. Oysa “fa’âlun lima yurid” olma (dilediğini dilediği gibi yapma) vasfı sadece Yüce Allah’a aittir.

Bütün bunlar insanın, kendisi için ezelde tayin edilmiş bir rotayı izleme mecburiyetinde olduğu anlamına tabii ki gelmemektedir. Günlük hayatta yaptığımız en basit işlerden en hayatî işlere kadar karşılaştığımız durumlarda verdiğimiz iradi tepkiler, aldığımız kararlar ve yaptığımız tercihler bunun en önemli delillerindendir. Bütün bu hususlarda bizi kimsenin zorlamadığını tecrübeyle biliyor olmamız gerekir.


O hâlde “kader” nedir?

Kader, en kısa anlatımıyla şudur: Yüce Allah, ezeli ve mutlak ilmiyle bizim bir işi nerede, ne zaman ve nasıl yapacağımızı bildiği için onu Levh-i Mahfuz’da kaydetmiştir. Sırası geldiğinde biz o işi o şekilde yaparız. Böylece kaderimizi yaşamış oluruz. Şu hâlde kullar, imanı da küfrü de kendi iradeleriyle seçerler dememiz gerekiyor. Kur’an’da hidayet-dalalet, iman-küfür... konusunda yer alan ayetler bir araya getirilerek ele alındığında ortaya şu sonuç çıkıyor: Bir kimse özgür iradesiyle küfrü seçer ve bu yolda, hiçbir uyarıya kulak vermeden ısrar ve inatla derinleşirse, bir noktadan sonra Yüce Allah onun kalbini mühürlüyor ve onun için artık-tabir doğruysa- kapı kapanmış oluyor. Buna Kelam ilmi terminolojisinde “hızlân” deniyor. Yani kâfirin yardımsız bırakılması, küfrüne terk edilmesi. Ama hidayete ulaşma yolunda samimiyetle çaba gösterenlere de hidayet yolu her zaman açıktır.

Şu hâlde “Allah Teâlâ yazdığı için biz böyle yaşıyoruz” cümlesi yanlıştır. Doğru cümle şudur: “Allah Teâlâ bizim nasıl yaşayacağımızı bildiği için yazmıştır. Biz O’nun bildiğini yaşıyoruz.”

Allah Teâlâ’nın “dileyeni mi” yoksa “dilediğini mi” hidayete erdireceği konusu da yukarıda söylenenler ışığında şöyle izah edilmelidir: Allah Teâlâ’nın hidayete erdirmesi, hidayeti elde etmek gibi bir problemi bulunanlar için söz konusudur. Bu anlamda her iki şık da doğru olmakta ve aynı kapıya çıkmaktadır. Zira bir kimse iradesini hidayeti bulma yolunda sarf ederse Allah Teâlâ onu o yola sevk edecektir. Dolayısıyla bu kimse, Allah Teâlâ’nın, hidayete erdirmek istediği kullardan olmaktadır. İradesini bu yolda kullandığı için “dileyen”, bu irade sebebiyle Allah Teâlâ da onu o yola sevk edeceği için “dilediği”...

Bu konularla ilgili olarak piyasada mevcut kitaplardan “kader” konusunu işleyenler faydalı olabilir.

Sana Dinden Sorarlar 1
Doç. Dr. Ebubekir Sifil

YORUM EKLE