“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Şeyh Galib
İnsan bir kaostan sıyrılıp kozmosa evrilen sisteme baktığında saf iyiliğin kendisi olan Rabbin bütün inceliklerini ve zarafetini görecektir. Hem estetik olarak evrenin derinliklerine hem de olup bitenlere baktığımızda mesela kara deliklere, meteorlara, çekim güçlerine şahitlik ettiğimizde Allah’ın bilgisi, kudreti ve iyiliği kendisini aşikâr ediyor. Bu öyle bir kudret ki koca evreni bir boşluğa sabitlemiş ve hiçbir şeyin ayakları yere değmiyor! Hâlbuki insan bu boşlukta kendisini ayakta tutacak bir zemine demir atmaya çalışıyor, ne kadar da ironik. Peki, böyle bir çabanın içinde olan insan, kozmik sistemden uzaklaşıp kendi dünyasına baktığında mutlak iyinin ne kadar farkında? Ya da şöyle sorulabilir; insan bu dünyadaki iyiliğin tahsis edilmesinde kendisinin sorumlu olduğunun ne denli bilincinde?
Allah yaratma gayesinin ve hikmetinin yalnızca kendisinde saklı olduğu bir varlığı yani insanı yaratıyor. Onun var olması melekleri bile şaşırtıyor. Çünkü bakıldığında en ince ayrıntısına kadar harikalarla bezenmiş, yüceler yücesinin güzelliğinin, iyiliğinin her bir zerresinde görüldüğü bu kâinatta adı zulümle yan yana zikredilen bir varlığın yaratılması pek de alışılagelmiş bir şey olmasa gerek. O hâlde mutlak iyi olan yaratıcının insanı bu dünyaya göndermesindeki muradı ne olabilir? Bu sorgulamayı melekler devam ettirmedi ancak insan ömrü boyunca bu soruyu düşünmeli ve var oluş amacının peşinden koşmalıdır. Çünkü Allah insana sınırsız bir seçim gücü vererek onu diğer bütün canlılardan farklı bir özellikle yarattığını ve onu bu dünyaya “halife” olarak gönderdiğini ifade ediyor. Bir misyona sahip olmak, önce onu kavramayı ve sonra ona uygun yaşamayı gerektirmektedir. “Âlemin özüsün, bir misyonun var ve irade sahibi olduğun için de eylemlerinden sorumlusun.” sanki çözülmeyi bekleyen birer bilmece gibi değil mi?
Bütün bunlara baktığımızda Allah’ın insanla kendi arasında ahlâkî bir ilişki oluşturduğunu görüyoruz. Kozmik evrende bizim müdahil olamayacağımız kadar muhteşem, azametiyle kudretiyle son derece zarif bir düzen kurmuştur. Dünyada ise kurduğu sistemin selametini halife olan insana bırakmıştır. İnsandır, gafildir, unutur hata eder diyerek peygamberler göndermiş ve ona aslî vazifesini sürekli olarak hatırlatmıştır. Yanımızda olduğunu, bizi gördüğünü ve duyduğunu söylemiş, başıboş bırakmamıştır.[1]
Ve insanın imtihanı başlamıştır.
Öncelikle misyonu bu dünyayı selamette tutmak yani iyiliği yeryüzünde hâkim kılmaktır. Bu bilinci kaybeder ve dünyasını iyi hâl için değil hırsları için yaşatırsa dünya, bozulan düzenine karşılık kötüye evrilecektir. Dünyadaki iyiliği muhafaza etmeyen ve burada kan döküp bozgunculuk yapan insan, kendi yapıp etmelerinin neticesinde bataklığa gömülecektir. Görüyoruz ki dünyada oluşacak bütün kötülüklerin kaynağı insanoğludur. “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”[2] Açıkça ortada olan şey karşısında Allah’ı suçlamak, kötülüklerin sorumluluğunu ona yüklemek en hafif deyimiyle ahlâksızlıktır. İnsana lütfettiği hür iradenin sonucu olarak onun eylemlerine müdahale etmiyor olması, insanın kötülük yapma isteği için de geçerlidir. Bu Allah’ın kötülüğe razı olduğu anlamına gelmez. İnsanı bu yüzden sürekli olarak uyarmış ve iyilik yoluna davet etmiştir. Fakat kötülüğünde direnmek ancak insanın tercihidir. Allah yalnızca iyileri ve onların iyiliklerini desteklemektedir.
Kusursuz bir kâinat yaratan Allah, onu şansa bırakmayacak kadar sistemli yasalarla desteklemiştir. Yaratılan her şeye bir yasa/kader tayin etmiştir. Nasıl ki insanın kaderi insan olarak yaşamaksa, suyun kaderi de boğmanın yanı sıra hayat kaynağı olmaktır. Ateşin kaderi yakmasının yanı sıra ısınma kaynağı olmaktır. Bıçağın kaderi kesmektir. Hiç kuşkusuz Allah’ın bilip de meleklerin bilmediği şey bu dünyanın insan için iyiliğin inşa edilip kötülüklere karşı mücadele edilecek bir imtihan oluşudur. Allah dünyayı inşa edilecek bir alan olarak insana emanet etmiştir. Öyleyse bu dünyada ister onun yasalarından kaynaklanan doğal afetlerden, hastalıklardan isterse de insanın insan olmasından doğan kan dökmekten, usulsüz iş yapmaktan kaynaklanan kötülüklerin kökünü kazımak insanın görevidir. İnsan eşref-i mahlûkat olmayı da esfel-i sâfilin olmayı da kendisi tercih eder. Ancak Allah’ın yasalarını en uygun formda kendi yararına değerlendiren insan erdemli bir topluluğun kurulmasını sağlayacak, eşref-i mahlûkat olarak yaşamaya hak kazanmış olacaktır.
Şeyh Galip’in dediği gibi insanın kendine hürmetle bakması, onun bu âlemin özü olması, dünyayı iyilikle inşa edecek olmasına işarettir. İnsan kötülüklere tahammül edilecek birer engel değil, tekrarlanması önlenecek birer imtihan olarak bakmalıdır. Sabır ve dua ile umut etmelidir çünkü Allah her daim mücadelesinde ona destek olacaktır. Yolu zor gibi görünen ancak yoldaşı Allah olan insan, iyiliği istediği müddet yüceler yücesinin tevfikine mazhar olacaktır. Onun rahmetine sığınarak huzur bulacak ve mücadelesine güç toplayacaktır.[3]
Zeyneb Rumeysa Şişman
Ankara Üniversitesi • DİN FELSEFESİ ANABİLİM DALI
Hüma dergisi, Mayıs-Haziran 2023 sayısı