Bugünkü kullandığımız anlamıyla okul ve müfredat kavramları matbaanın icadıyla başlayan ‘bilgi çağı’nın modern dünyaya bir hediyesi. Matbaanın icadıyla başlayan süreçte bilgi sağanağının oluşturduğu ‘sembol seli’nin kestirilemeyen sonuçları ciddi endişelere yol açtı. O zamana kadar klasik dünyanın ağır çekim sosyolojisinde karşılaşılmayan ‘bilginin üretimi, depolanması ve dağıtımı’ mevzusu, matbu kitapların ortaya çıkmasıyla karmaşık bir sorunsal halini aldı. ‘Bilgi furyası’ ya da patlamasının ‘enformasyon bombası’na dönüşerek naehil ellerde temerküz etme tehlikesi, duruma vaziyet edenleri bir dizi tedbir almaya sevk etti. Bu tedbiratın öncelikli amacı yenidünya düzeninin keyfini kaçıracak ve sermayenin rahat dolaşımına mani olacak olası pürüzleri ortadan kaldırmaya yönelik bir nizam arayışıydı. Özellikle İngiltere’de, 17. yüzyıldan itibaren okullaşmanın ‘bilgi furyası’na koşut oranda hızlıca çoğalması, bu amaca matuftur. Bir tür sosyal düzen(leme) pratiği ve kontrol mekanizması... Foucault aksanıyla da: ponoptikon. Müfredatsa işin ruhu olarak; başına buyruk, serazat bilgiye verilmiş yazılı bir cevap ve bir yol haritasıdır. Bu sayede bilginin standartlaşması, insan davranışlarının daha öngörülebilir, makul hale gelmesi mümkün olmuştur. Sınırları zorlayarak, standardın dışına çıkmaya çalışan sıra dışı algı ve davranış kalıpları da farklı bir eğitimin konusu olacak şekilde yeniden kodlanmıştır.
Türkiye’nin Batılılaşma macerasını kerteriz alırsak, eğitim-öğretimle ilgili enformasyonu; diğer askeri, idari, siyasi ve ekonomik arayışlarla birleştirebiliriz. ‘Yenilgi psikolojisi’yle, alelacele, kötü gidişe dur demenin etrafında kümelenen çabalardan maarifin hissesine düşen pay pozitivizmin en ham ve en kaba ilkelerinden beslenen pragmatizmdi. Özellikle Cumhuriyet ile birlikte, bu pragmatizmden umulan hâsıla, duyulur ve hissedilir dünyanın, dini olandan da arındırılarak, batılı anlamda tez elden dizayn edilmesiydi. Müslüman bir ülkede pozitivizmden beslenen bir eğitim anlayışının hangi ahlaki, sosyal, entelektüel ya da ontolojik arayışların çağrışımı olduğu sorusu ise, ya geçiştirildi ya da unutturuldu (susturuldu da diyebiliriz). En nihayetinde Türkiye’nin ‘maarif davası’ Deweyci pedagojinin alt türevlerinin genelleştirildiği bir sürece teslim oldu. Merkezi bir anlam yokluğuyla malul olan bu süreç, değerli olanın yerine önemli olanı ikame etmenin düşük yaptırdığı bir ‘yeni nesil yaratma’ tablosu oluşturdu. Evet, pragmatizmin pik yaptığı toplumsal vasatta bir yeni nesil yaratıldı; fakat yaratılan bu yeni nesil, içerik ve özgünlükten yoksun, anlam ve inançtan yalıtılmış, gözlerini kapayıp sadece sosyal vazifesini yapan, tarihsiz bir ‘teknokrat’ tipinde toplandı. Yaptığı işin ahlakiliğinden, felsefesinden ziyade pratik sonuçlarına talip olan teknikerliğin ülkemize verdiği katkı zenginliği ortada! İçsellikten yoksun, kendilik bilincine ve aşkın olana yabancı bu tipin ülkesine katkısı olsa olsa dejenerasyon olabilirdi, öyle de oldu. Türkiye’nin ayak izleri takip edildiğinde bu yozlaşmanın çürütücü etkilerini bütün toplumsal alanda görmek mümkün... Yazık ki, bugün dahi, Türkiye’de gözünü dünyaya açan her çocuk bu tahribattan nasibini alacağı bir evrende büyümeye devam ediyor.
‘Büyük bir anlatımız’ yok
Bu nedenle, ‘büyük bir anlatımız’ yok, heyecan verici bir hikâye kuramıyoruz. Pergelin ayağını bir yere sabitleyemiyoruz. Teknik detaylarla, ikincil, üçüncül ve hatta değerler skalasında çok daha düşük fragmanların abartılmasıyla nefes alamaz hale gelmiş bir maarif dünyasının içindeyiz. Neil Postman’ın ufuk açıcı tespitiyle çocuklarımızı ve gençlerimizi ‘Büyük Söyleşi’ye dâhil edemiyoruz. “Büyük Söyleşi, öğrenci merkezli, öğretim merkezli, beceri merkezli, problem merkezli olmaktan öte düşünce ve tutarlılık merkezlidir. Düşüncenin nereden geldiğini ve neden bu düşüncelere inandığımızı bilmektir Büyük Söyleşi, tarihi sürekli yeniden inşa etmektir.” Bir tür anlamsal, varoluşsal, aşkın bir arkeolojik kazı çalışması yapmak. Dünle bugün arasında gidip gelmenin sahih adımlarını atmak… Sözü edilen tutarlılık hümanist/pragmatist geleneğin dışında bir yön ve yöntem arayışıdır. İnsanın yeryüzü öyküsünü temize çekecek bir anlam ve içerik arayışı… Yani kolayca kullandığı araçların aleti durumuna düşüveren biyolojik ve fiziki varlıktan, ontolojik alana sıçrayan, aşkınlığın peşindeki ruhsal insana doğru bir atılım. Tarihte, toplumda, inançta ve ahlakta bir içerik doygunluğu ve doğurganlığı sözünü ettiğim atılım. Bu içerik yoğunluğuna ve düşünsel tutarlılığa sahip olmadıkça, talimden terbiyeden değil, sadece öğretimden(şekilsel müfredat egzersizlerinden) söz etmeye devam edeceğiz. Bu yüzden müfredat değil, önce muhasebe diyorum. Bu düşüşe ve dejenerasyona daha fazla rıza gösterirsek postmodern yenidünyanın çocuklarımızı kolonize etmesini de kendi ellerimizle onaylamış ve kolaylaştırmış olacağız. Öte yandan çocuklarımızın kendi hakikat ve hikâyelerine kavuşmasına, büyük söyleşiye katılmasına kapı aralayacağımıza; enformasyon bombasının görsel ve işitsel ileti şoklarıyla sürekli parçaladığı, tüm toplumsal, insani değerlerden soyutladığı atomize benlikler olmalarına da razı olacağız.
Bugün eğitimle ilgili teori ve pratiklere bakınca çoktan razı olmuşuz gibi bir manzarayla karşı karşıyayız. Meselenin özüne değen bir gayret maalesef yok. Kabuktaki yırtılmalara şekil vermeye çalışıyoruz. Biz bunlarla oyalanırken çok daha sarsıcı/yıkıcı bir gerçek kıyılarımıza yaklaşmaya devam ediyor: Evvelemirde, 17. yüzyılın Batı Avrupa’sında değiliz. Bilgi ve enformasyon, aydınlanma çağının ilk yıllarından çok daha hızlı yol kat ediyor, yaşı kaç olursa olsun herkese çok daha kolay ulaşıyor ve bu dolaşımdaki bütün ayartıcı semboller korkunç bir ‘sembol suikastı’na dönüşebiliyor. Çocuklarımızsa okuldan, aileden, öğretmenden ve sosyal çevreden çok bu dijital sembol suikastına emanet yaşıyor.