“Menemen Vakası” nedir, ne değildir?

"31 Mart Vakası’nın başında nasıl bir Derviş Vahdeti varsa Menemen olayının başında da bir Derviş Mehmed vardır. Ve bu Derviş Mehmed, bizzat askerî mahkeme savcısının ve diğer bütün kaynakların ittifakla kaydettikleri gibi esrarkeştir." Mustafa Müftüoğlu yazdı.

“Menemen Vakası” nedir, ne değildir?

Menemen Vakası, Cumhuriyet devrinin henüz aydınlığa kavuşma­mış olayları arasındadır. Bu vaka bir irtica olayı olarak altmış küsur yıldır nakledile gelmiş, ancak olayın neden ve niçinleri henüz yazılıp söylenme­miştir. Çeşitli yönleriyle II. Meşrutiyet hareketinin meşhur 31 Mart oyu­nuna benzeyen Menemen Vakası iddia edildiği gibi gerçekten bir irtica olayı mıdır, yoksa 31 Mart Vakası’nda olduğu gibi bazı gafillerce sahneye konmuş bir irtica oyunu mudur? Bu suali cevaplandırabilmek için evvela nedir bu “Menemen Vakası” onu kaydedelim.

Menemen Vakası, Serbest Fırka’nın (Parti’nin) kapatılmasından he­men kırk gün kadar sonra patlak vermiştir. Serbest Fırka’nın, Fethi (Ok­yar) ve arkadaşları tarafından nasıl kurulduğunu ve kısa bir müddet son­ra yine Fethi Bey tarafından feshine neden karar verildiğini daha evvel incelemiş, bu arada devrin Başvekili İsmet (İnönü) Paşa ile yakınlarının Serbest Fırka’ya karşı takındıkları sert tavrı, İzmir olaylarını, büyük gü­rültülerle geçen Belediye seçimlerini, bu seçimler dolayısıyla Büyük Mil­let Meclisi’ndeki müzakereleri ve nihayet Serbest Fırka’nın kapatılmasını tafsilatıyla kaydetmiştik.

Serbest Fırka Reisi Fethi Bey’in, fırkasının feshine dair yayınladığı beyannâme 18 Kasım 1930 tarihli bütün günlük gazetelerde yer almış ve bu tarihten otuz beş gün sonra Menemen Vakası patlak vermiştir.

31 Mart Vakası’nın başında nasıl bir Derviş Vahdeti varsa Menemen olayının başında da bir Derviş Mehmed vardır. Ve bu Derviş Mehmed, bizzat askerî mahkeme savcısının ve diğer bütün kaynakların ittifakla kaydettikleri gibi esrarkeştir. Derviş Vahdeti -kendi ifadesince- genç­liğinde medrese tahsili görmüş, hıfza muvaffak olmuş, tarikata girmiş, sonra İngilizce öğrenmiş, kılık kıyafet değiştirmiş, memuriyet yapmış ve günün birinde bazı masum kimseleri “Şeriat” adına ayaklandırabilmiştir. Derviş Mehmed ise kendi gibi esrarkeşlerle esrarı çekip salyasını akıtarak Menemen’de Gazez Camii önünde “Şeriat!” diye avaz avaz haykırıp İslâm düşmanları eline yeni bir irtica sermayesi vermeyi başarmıştır.

Bu ne idüğü belirsiz Derviş Mehmed serserisi, günün birinde etrafına beş kişi toplar. Şunlardır, Derviş Mehmed adlı esrarkeşe uyan beş gafil: Sütçü Mehmed, Şamdan Mehmed, Çoban Ramazan, Nalıncı Hasan ve Zeki Mehmed. Bunlardan Sütçü Mehmed, mahallede süt satmakla haya­tını kazanan bir adamdır. Şamdan Mehmed, budalalığıyla şöhret bulmuş bir bağ budayıcısıdır. Çoban Ramazan, on sekiz yaşlarında cahil bir ço­bandır. Nalıncı Hasan Giritli’dir. Zeki Mehmed de bağ budayıcısıdır. Ve işte bunlardır, Menemen Vakası’nın failleri!

Yukarıda temas ettiğimiz gibi Derviş Mehmed serserisi, Mehdilik iddiasıyla bu adamları iğfal etmiş ve 1930 yılının Aralık ayı sonlarında işbu irtica(!) kafilesi, yanlarında bir de çakmaklı tüfek olduğu hâlde Ma­nisa’dan hareketle Menemen’e doğru yola çıkmışlardır. Evvela Paşaköy’e uğramışlar, oradan Bozalar köyüne geçmişler ve bu köyde bulunan Sütçü Mehmed’in kardeşine misafir olmuşlardır. Bu arada Çoban Ramazan ka­çıp Manisa’ya dönmüş ve beş kişi kalan kafile ertesi gün Bozalar köyün­den ayrılarak 23 Aralık 1930 günü sabaha karşı Menemen’e varmıştır.

Yol boyunca esrar çeken Derviş Mehmed ve bu esrarkeşin Mehdîliğine inanan(!) budalalar, o gün sabah namazı vaktinde şimdiki Belediye bina­sının karşısındaki camiiye girmişlerdir. Belki de abdestsiz kıldıkları sabah namazını müteakip Derviş Mehmed adlı yobaz, camide bulunan, üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı sancağı kapmış ve camiiden çıkan cemaate karşı;

“Ey Müslümanlar! Ne duruyorsunuz? Halife Abdülmecid Efendi hudu­da geldi, işte sancak-ı şerif çıktı, gelin toplanın, şeriat isteyelim.” diye ba­ğırmaya başlamıştır. Cemaatin şaşkın bakışları arasında tekbir getirerek ilerleyen Derviş Mehmed ve avenesi, sancağı hükümet konağı önündeki meydana dikmiş, bu arada bazı saf ve cahil kimseler de bu kafileye katıl­mış. Derviş Mehmed serserisi avaz avaz haykırıp bütün Menemenlileri sancak-ı şerif altına davet ederken sekiz jandarma eri başında bir yüzbaşı olay yerine yetişmiş, fakat bu yüzbaşı, Derviş Mehmed serserisi ile etra­fındaki on-onbeş gafilin tahrikatına maalesef muvaffak olamamıştır.

Vaka mahalline yetişen jandarma yüzbaşısı, yerinde bir müdahale ile Derviş Mehmed serserisinin ve etrafındaki gafillerin çılgınlığını ön­leyememiştir ama civardaki kışlada nöbetçi olarak bulunan Yedek Subay Asteğmen Kubilay, yanına aldığı bir manga asker başında Hükümet mey­danına koşmuş ve verdiği “Süngü tak!” emrinden sonra tek başına Derviş Mehmed yobazının üzerine yürümüştür.

Kubilay’ın, bu sırada nasıl ve ne şekilde vurulduğu ihtilaflıdır. Bir id­diaya göre askere “Süngü tak!” emrini veren yedek asteğmen, sancak altın­da toplananlara nasihatte bulunup dağılmalarını ihtar etmiş ve bu ihtara o serseri güruhu silahla mukabele edip Kubilay’ı yaralamışlardır. Başka bir iddiaya göre ise askeri geride bırakıp tek başına Derviş Mehmed’in üzerine yürüyen Kubilay, o esrarkeşin yakasına yapışarak Derviş Mehmed’i tokat­lamış ve bu tokattan sonra duyulan bir silah sesiyle Kubilay yaralanmış­tır. Şu veya bu, bilinen gerçek odur ki: Yedek Asteğmen Kubilay, Derviş Mehmed’in avenesi tarafından vurulmuş, bilahare Derviş Mehmed yobazı, eline geçirdiği bir bağ bıçkısı ile Kubilay’ın kafasını kesmiş ve bu kesik başı, bir iddiaya göre götürüp camii avlusundaki musalla taşının üstüne koymuş; bir başka iddiaya göre ise sancak gönderine geçirmiştir.

Olayın böylesine korkunç bir hâl aldığı ve bu müthiş manzara kar­şısında bazı kimselerin sağa sola kaçıştığı sırada meydan bir bölük asker tarafından sarılmış, bir müsademe başlamış ve açılan makinalı tüfek ateşi sonunda Derviş Mehmed serserisiyle Sütçü Mehmed ve Şamdan Meh­med birer kütük gibi cansız vere serilivermişlerdir. Bu müsademe esna­sında Nalıncı Hasan kaçıp selameti Manisa yolunda aramış, Zeki Meh­med ise yaralı olarak yakalanmış, bu arada masum bir mahalle bekçisi de maalesef bu olayın kurbanı olmuştur.

İşte “Menemen Vakası” kısaca budur ve yukarıda sarahatle kaydetti­ğimiz gibi olay bir esrarkeşin eseridir. Ancak devrin hükümeti olaya bu şekilde bakmamış ve vaka duyulur duyulmaz, İstanbul’da bulunan Baş­vekil İsmet (İnönü) Paşa ile Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa acele Ankara’ya dönerken Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ve Ordu Müfettişi Fahreddin (Altay) Paşa da hemen vaka mahalline hareket etmişlerdir.

İsmet Paşa’nın Ankara’ya dönmesinden sonra toplanan Vekiller He­yeti, Menemen kazası ile Balıkesir ve Manisa illerinin merkez ilçelerinde bir ay müddetle Örfî İdare/Sıkı Yönetim ilan etmiştir. Okuyalım bu, Sıkı Yönetim ilanı ile ilgili 31 Aralık 1930 tarihli hükümet kararını:

“Esas Teşkilat Kanunu’nun (Anayasa’nın) seksen altıncı maddesinde ‘Vatan ve Cumhuriyet aleyhinde kuvvetli ve fiilî teşebbüsat vukuunu mü­eyyit kâfi emaret görüldükte, İcra Vekilleri Heyeti müddeti bir ayı tecavüz etmemek üzere umumi veya mevziî Örfî İdare ilan edilebilir.’ denilmiş bu­lunmasına ve Menemen’de 23.12.1930 tarihinde irtikap edilen cürmün ha­zırlık tahkikatında bu cürmün cumhuriyet aleyhine şümullü bir tertip ol­duğu hakkında kâfi emareler bulunmuş olmasına binaen Menemen kazası ile Manisa ve Balıkesir merkez kazalarında 1.1.1931 tarihinden itibaren bir ay müddetle Örfî İdare ilan olunmuştur.”

Böylece Örfî İdare ilan olunur ve Örfî İdare kumandanlığına da Fah­reddin (Altay) Paşa getirilir. Ayrıca Kolordu Kumandanı Mustafa (Muğ­lalı) Paşa başkanlığında bir Örfî İdare Mahkemesi kurulur ve hükümetin aldığı bütün bu kararlar, Büyük Millet Meclisi’ne arz edilip Meclis’çe tas­vip ve tasdik olunur.

Yürütülen tahkikat günbegün ilerledikçe yurt sathında geniş bir tev­kifat başlar ve Nakşibendî tarikatı büyüklerinin cümlesi Menemen’de toplanıp zindana atılırlar! Neticede Derviş Mehmed adlı esrarkeşçe ter­tiplenen “Menemen Vakası” dönüp dolaşıp Şeyh Esad Efendi üzerinde düğümleniverir. Ne alakası vardır, Derviş Mehmed yobazının Şeyh Esad Efendi ile?! İddiaya göre esrarkeş Derviş Mehmed, Nakşibendî şeyhi(!) veya halifesidir(!) ve Menemen Vakası’nı, Şeyh Esad Efendi’nin tahrik ve teşvikiyle tertiplemiştir.

Bu noktada Şeyh Esad Efendi kimdir, evvela bunu tespit edelim, bi­lahare yukarıdaki iddia ne derece doğru veya yanlıştır, onu inceleyelim.

Şeyh Esad Efendi, Musul civarında bulunan Erbil kazasındandır. Tah­silini Erbil’de tamamlamış, bilahare Nakşî Şeyhi Tâhâ Harirî’ye intisapla bu zattan icazet almıştır. Daha sonra Şeyh Abdülmecid Refkanî isimli zattan da Kadirî icazetini alan Esad Efendi, zahir ve bâtın ilimlerinde ka’t ettiği nice merhaleden sonra 1888’de İstanbul’a gelmiştir.

Meşihat makamı, Esad Efendi’nin aldığı icazetleri tasdik ederek ona, arzusu üzerine Kocamustafapaşa civarındaki “Kelâmî Dergâhı”nı vermiş ve böylece İstanbul’da irşad vazifesine başlayan Esad Efendi, kısa zamanda ilmi ve faziletiyle temayüz ederek bütün İstanbullularca sevilip sayılmıştır.208

Şeyh Esad Efendi, bu irşad vazifesine yıllar boyu devam etmiş, bir ara devrin padişahı Sultan II. Abdülhamid Han tarafından memleketi olan Erbil’de ikâmete memur edilmiş, bilahare 1900 yılında tekrar İstanbul’a dönmüş ve Sultan Reşad devrinde “Reisu’l Meşayih/Şeyhler Heyetinin Reisi” seçilmiştir.

Sultan Reşad’dan yakın alaka ve derin hürmet gören Şeyh Esad Efen­di, daha sonraki yıllarda Karacaahmed Mezarlığı karşısında bulunan Çi­çekçi durağındaki mescid ve zaviyeye yerleşmiş, burada bir taraftan irşad vazifesine devam ederken diğer taraftan da Mektubat, Divan-ı Esad, Ken­zu’l İrfan, Risale-i Es’adiye, Risale-i Tevhid gibi eserlerini tamamlamaya muvaffak olmuştur.

Şeyh Esad Efendi, Millî Mücadele yıllarında, Çiçekçi’deki mescidde­dir ve o yıllarda yaşı yetmişi bulmuştur. Defalarca yazılıp söylendiğine göre Fevzi (Çakmak) Paşa, Anadolu’daki harekâta katılmak üzere İstan­bul’dan ayrılırken Esad Efendi’yi ziyaret etmiş ve bu zatın duasını almıştır.

Cumhuriyetin ilanından sonra Erenköy’e yerleşen, bilahare Erbil’deki emlakını satarak Erenköy’deki Şevki Paşa Köşkü’nü satın alan Şeyh Esad Efendi, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını müteakip devamlı polis taras­sutu altında bulundurulmuş ve polisçe tanzim olunan raporda da sara­hatle belirtildiğine göre kanunlara aykırı bir hâli görülmemiştir.

Esad Efendi’nin Menemen Vakası’ndaki rolünü tespit bakımından mühim bir vesika olan ve bizzat polis müdürünün imzasını taşıyan 9 Şu­bat 1931 tarihli raporda bu mevzuda denilir ki:

“Daima takibimiz altında bulunan Şeyh Esad’in köşküne, Konya vesa­ir vilayet halkından birçok misafirlerin geldikleri ve hediye getirdikleri ve Cuma günleri İstanbul’dan birçok misafirler gelerek şeyhi ziyaret ettikleri ciheti de ayrıca Vekâlet-i Celile’ye (Dâhiliye Vekâleti’ne) arz edilmiştir.

Fakat ayin ve zikirler yapılmadığı gerek haricî tarassutlarımızın ver­dikleri raporlar ve gerekse dâhile nüfuz çareleri düşünülerek eskiden şeyhi tanıyan ve bu sebeple şeyhin evine hizmetkâr suretiyle sokulan teşkilatımıza mensup bir memurun validesinden alınan malumattan anlaşılmakta idi.”209

Bu resmî vesikadan da anlaşılacağı gibi Şeyh Esad Efendi’nin o yıllar­daki yaşayışı tamamen kanuna uygundur ve polisin müdahalesini gerek­tiren herhangi bir hâli yoktur.

Böyle kendi köşesinde âdeta inzivaya çekilen ve gelip giden ziyaret­çileriyle teması sohbetten öteye geçmeyen Esad Efendi, bir ara Bursa’ya gidip Çekirge’deki “Hakkı Paşa Oteli”nde kalmıştır. O günlerde bu otelin karşısındaki “Ada Palas”ta da bazı CHP ileri gelenleri vardır. Bunlar: Şük­rü Kaya, Mahmud Esad, Vâsıf Çınar gibi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (Partisi’nin) müfrit elemanlarıdırlar.

Ve bir iddiaya göre “Menemen Vakası”, Şeyh Esad Efendi’nin işte bu Bursa seyahatinden doğmuştur. Şöyle ki:

CHP ileri gelenleri, “Ada Palas”ta kendi âlemlerinde gülüp eğlenirler­ken karşılarındaki “Hakkı Paşa Oteli”nin akın akın insanla dolup taştı­ğını görürler. Çeşitli vesait-i nakliye “Hakkı Paşa Oteli”ne devamlı insan taşır... Otelin önünde zaman zaman vesait-i nakliye kuyrukları belirir... Civardaki köy ve kasabalardan gelenlerin küçük gruplar hâlinde saatlerce otel civarında dolaştıkları görülür. Ve bu hâl, “Ada Palas”taki müfrit CHP elemanlarının nazar-ı dikkatini çeker. Sorarlar:

- Kimdir bu insanlar, ne var şu karşıki otelde?

Cevap:

- Erbilli Şeyh Esad Efendi Hazretleri karşıki otelde misafirdirler. Bu insanlar o zatı ziyarete gelenlerdir.

Bu cevabın 1930’larda Şükrü Kaya ve Mahmud Esad gibi şahıslar üze­rindeki tesiriyle “Menemen Vakası”nı, Şeyh Esad Efendi’nin Bursa seya­hatine bağlayan yukarıdaki iddia üzerinde düşünmek gerek! İddiaya göre mürettep bir irtica olayı ile Şeyh Esad Efendi ve emsalinin imhasına Bur­sa’da karar verilmiş ve bu kararı müteakip İstanbul gazetelerinden birinde yayınlanan makale ile Esad Efendi aleyhindeki kampanya başlamıştır.

“Erenköyü’nde Bir Dedikodu” başlığını taşıyan ve baştan aşağı asılsız ithamlarla dolu olan bu makale, Halk Fırkası’na mensup şahıslar elinde bulunan Vakit gazetesinde, 18 Temmuz 1930 tarihinde yayınlanmıştır. Yani “Menemen Vakası”ndan tam beş ay, dört gün evvel!

İstanbul’da münteşir Vakit gazetesinde yayınlanan mahut makaleyi okumadan evvel şu kadarını kaydedelim ki bu yazı tamamen yalan ve iftira ile doludur ve bir gaye uğruna kaleme alındığı yazının her satırında buram buram tütmektedir.

Mesela, Esad Efendi’nin köşkünde “gizli ayinler yapıldığı” yazılmıştır ki yalandır. Yukarıda kaydettiğimiz gibi polis, köşkü devamlı kontrol al­tında bulundurmuş, hatta temin ettiği ajanı köşkün içine kadar sokmuş ve bütün bu tahkikatın neticesinde öğrenilmiştir ki Esad Efendi’nin köş­künde o yıllarda zikir ve ayin yapılmamaktadır. Yine mahut makalede Erenköy’deki köşkün, müridandan bir hanım tarafından satın alınıp Esad Efendi’ye hediye edildiği yazılmaktadır ki bu da serâpâ yalandır. Polis tahkikatına göre Esad Efendi, Erbil’deki emlakını satmak suretiyle köşkü bizzat satın almıştır. Kaldı ki Şeyh Esad Efendi’nin şunun bunun yardı­mına da ihtiyacı yoktur. Polisçe yürütülen tahkikat ortaya koymuştur ki o zatın gerek memleketinde gerek İstanbul’da birçok ev ve dükkânları var­dır. Ve padişahların iltifatına mazhar olmuş bir zat için de bu kadarcık bir servetin fevkalâdeliği yoktur.

Yalan ve iftira ile dolu olduğunu kaydettiğimiz makalede, Esad Efen­di’nin oturduğu köşkün bir mürid tarafından boyatıldığı, başka bir mü­ridin bütün köşkü muşamba ile kaplatıp atlas perdelerle donattığı, hatta bir fayton araba ile iki at dahi alındığı yazılıp çizilmektedir ki bu satır­lar gerçek din adamına karşı duyulan buğzun tezahüründen başka bir şey değildir. Uzun bir tahsil ve terbiye devresinden ve irşad vazifesinden sonra seksen yaşını aşmış, eser sahibi gerçek bir din adamının, o yıllar­da İstanbul’un sayfiye semtlerinden biri olan Erenköy’de, döşeli, dayalı bir köşkte oturması, bir fayton arabası bulunması, makale sahibi meçhul muharrirce çok görülmekte ve çeşitli iftiralarla Esad Efendi lekelenmek istenmektedir. Bu iftiralara rağmen gerçek odur ki köşkün tamiri de ta­dilatı da satın alınan fayton arabası da bizzat Esad Efendi’nin şahsî serve­tiyle temin olunmuştur ve bu gerçek, polis tahkikatı sonunda hazırlanan rapor ile sabittir.

Bahis mevzuu makaledeki âdinin bayağısı iftiralardan biri de Esad Efendi’nin “meçhul bir semtten Erenköy’e gelip yerleştiği”dir. Bu satırların hangi gaye uğruna karalandığını izaha bilmem lüzum var mı?! Yukarıda, Erbilli Şeyh Esad Efendi’nin hayat hikâyesini yazarken bu zatın memleke­tini, tahsilini, İstanbul’a gelişini, eserlerini, yıllar boyu devam eden irşad vazifesini, hangi tekke ve zaviyelerde oturduğunu kısa da olsa kaydetmiştik. Bu bakımdan böylesine âdinin bayağısı bir iftira üzerinde durmak istemi­yor, yalnız o makalenin hedefinin ne olduğunu tespit bakımından mühim olan bu satırları -gerçeği teşhir için- nakille iktifa ediyoruz.

Sayfalarımızın darlığı dolayısıyla mahut yazının üzerinde daha fazla durmadan okuyalım şimdi, o yalan ve iftiralarla dolu makaleyi... Vakit gazetesinin 18 Temmuz 1930 tarihli nüshasında otuz altı punto harflerle göze çarpan ilk başlık şudur: “Erenköyü’nde Bir Dedikodu.” Ve bu başlığın hemen altında daha ufak puntolarla dizilmiş ikinci bir başlık: “Yüzlerce Müridi Olan Bu Esrarengiz Şeyh Kimdir?” Bu başlıklardan sonra makale şöyle başlıyor:

“Son zamanlarda bütün Erenköyü ve civarı halkının dilinde dikkate şayan bir dedikodu dolaşmaktadır. Beyaz bir konak etrafında temerküz eden (toplanan) bu dedikodular, Polis Müdüriyeti’ne kadar aksetmiştir.

Söylenenler, Erenköyü’nün ücra bir köşesinde, çamlıklar arasında saklı bir köşkte gizli ayinler yapıldığı, gündüzleri de bu ibadethanede otu­ran ihtiyar bir şeyhin, çocuk, kadın, erkek yüzlerce kişi tarafından ziyaret edildiği mahiyetindedir.

Yine rivayetlere göre bu beyaz konak yalnız civarın değil, çok daha geniş bir sahada oturan halk içindeki cahillerin, saf-dillerin nazarında ulvî bir mabed telakki edilmekte, muhterem şeyh efendi, hastaları iyileş­tiren, kayıpları birleştiren kerametler sahibi bir evliya, bir ermiş olarak tanınmaktadır.

Bu Şeyh Efendi’nin şöhreti tâ Trabzon ve Of sahillerinden, Antalya, Adana havalisine kadar yayılmış ve her mevsimde buralardan bazı bîça­reler, işlerini güçlerini bırakıp türlü türlü hediyelerle gelerek Şeyh Efen­di’ye istirhamlarda bulunmaya başlamışlardır.

Mesele ile biraz yakından alakadar olursanız duyacağınız şeyler şunlardır: Erenköyü’nde, Kazasker Camii civarında, ‘E...Efendi adında doksan dokuz yaşlarında, beyaz sakallı bir şeyh vardır. Bu zat tekkelerin ilgasından sonra meçhul bir semtten Erenköy’e gelmiş ve köşkün bir bö­lüğüne kiracı olarak yerleşmiştir. Efendi, aradan çok geçmeden muhitte dedikodulu bir alaka uyandırmış ve herkes bunun kerametlerinden bahse başlamıştır.

Biraz sonra şeyhin oturduğu evde kalabalık bir mürid kafilesiyle ayin yapıldığı, onun ayrı ayrı topluluklara va’z ve irşadlarda bulunduğu ve her isteyenin, bir tekke imiş gibi burada günlerce yatabildiği şayi’ olmuş, iş büyümeye, dallanıp budaklanmaya başlamıştır.

Bu sıra ‘E...’ Efendi’nin müridlerinden ‘Z...’ Paşa’nın yakını ‘S...’ Ha­nım, şeyhin şimdi oturduğu beyaz konağı ona satın almış, diğer bir mü­rid köşkü boyatmış, bir başkası da baştan aşağı muşamba döşetmiş, atlas perdeler, mobilya hatta siyah bir fayton araba ile iki at alarak şeyhin isti­rahatini temin etmiştir.

Her gidenin mutlaka bir şey götürdüğü, uzaktan gelenlerin, kimsesi olmayanların bir imaret gibi orada yatırıldıkları, iaşe edildikleri (yedirilip içirildikleri) söylenmektedir.

Bunlara nazaran Şeyh Efendi, yeşil çamlıklar içinde gömülü beyaz köşkünde beş para masraf etmeden bir cennet hayatı yaşamakta, tene­kelerle yağ, un, kahve, şeker, hatta çikolata sağdan soldan yağmaktadır.”

İşte budur Vakit gazetesinde yayınlanan, asılsız ithamlarla dolu ma­kale! Geçelim şimdi bu makalenin neşrinden sonraki olaylara...

Asılsız ithamlarla dolu olduğuna baştarafta temas ettiğimiz bu ma­kale, Vakit gazetesinin 18 Temmuz 1930 günkü nüshasında yayınlanır ve o tarihten tâ Menemen Vakası’na yani 23 Aralık 1930 gününe kadar işbu makale hiçbir resmî makamı alakadar etmez, harekete geçirmez. Mesela, Dâhiliye Vekâleti, bu makaledeki iddialar hakkında bir soruşturma açılıp açılmadığını İstanbul Valiliği’nden sormaz. Savcı, bahis mevzuu maka­leyi bir ihbar telakki etmez. Yalnız İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Şeyh Esad Efendi’nin köşkünü içerden ve dışarıdan kontrole devam eder ve bu kontrolle ilgili olarak 2 Ağustos 1930’da Dâhiliye Vekâleti’ne bir rapor gönderir amma bu rapora da itibar eden olmaz.

O günlerde çok basıp satan bir İstanbul gazetesinde yayınlanan yukarı­daki “Erenköy’ünde Bir Dedikodu” başlıklı makaleye karşı resmî makamla­rın bu vurdum-duymazlığı hayli manidardır ve Menemen Vakası’nın mü­rettep olduğu yolundaki iddialar bu vurdum-duymazlığa dayanmaktadır. Unutmamak lazımdır ki Menemen Vakası’nın zuhurundan beş yıl evvel 13 Şubat 1925’te meşhur “Şeyh Said İsyanı” patlak vermiş ve birçok kimsenin yakalandığı bu isyan dolayısıyla “Takrir-i Sükûn Kanunu” çıkarılmış, isyan bölgesinde Örfî İdare/Sıkıyönetim ilan edilmiş, “İstiklal Mahkemeleri” ku­rulmuş ve o isyan, böylesine fevkalâde tedbirlerle önlenebilmiştir.

Binaenaleyh bir irtica olayı olarak ele alınan ve bastırılabilmesi için fevkalâde tedbirlere lüzum görülen “Şeyh Said İsyanı”ndan beş yıl son­ra yayınlanan Vakit gazetesindeki makale, o devirde hükümeti mutlaka alakadar etmeli, ilgili makamlar bu makale üzerine eğilip bir soruşturma açmalı idiler. Bu vazife yapılmamış, her gün memleketin dört bucağından gelen kimselerce ziyaret edildiği, gizli zikir ve ayinlerin yapıldığı, mürid­leri tarafından beslenip Erenköyü’ndeki beyaz köşkte bir “cennet hayatı yaşadığı” iddia olunan Şeyh Esad Efendi hakkındaki neşriyat, resmî ma­kamları -nedense- alakadar etmemiştir ki bu vurdumduymazlık -yukarı­da kaydettiğimiz gibi- o nazik devrede pek manidardır.

Vakit gazetesinde yayınlanan Şeyh Esad Efendi aleyhindeki makale, neşrinden beş ay, dört gün sonra patlak veren Menemen Vakası’nı müte­akip ilgililerce ele alınmış ve Manisa Savcılığı bir şifreli telgrafla mahut makalenin yayınlandığı Vakit gazetesini İstanbul Savcılığı’ndan istemiş­tir. Okuyalım Manisa Savcılığı’na verilen cevabı:

“15 Ocak 1931 tarih ve 86 numaralı şifre tele cevaptır: Erenköy’de be­yaz bir konaktan bahseden Vakit gazetesinin 18 Temmuz 1930 tarih ve 498 numaralı nüshası leffen (ilişikte) gönderildi. 19 Temmuz 1930 tarihli nüs­hasında da bu meseleye dair neşredilmiş bir fıkra görülmediği beyan olunur efendim.”

Bu cevabî şifreden hemen beş gün sonra Manisa Savcılığı, bu kere de mahut makale dolayısıyla yapılan tetkikatı sormuş ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne havale olunan bu tezkereye, polis müdürünün imzasını ta­şıyan 9 Şubat 1931 tarihli şu yazı ile cevap verilmiştir:

“Vakit gazetesinin 18 Temmuz 1930 tarihli nüshasında intişar eden ‘Erenköyü’nde Bir Dedikodu’ serlevhalı makale üzerine o zaman yapılan tahkikatta, bu şeyhin uzun müddetten beri tarassut altında bulundurulan Erbilli Şeyh Esad Efendi olduğu ve bu zatın (1)331 (Miladi 1915) senesin­den çok evvel memleketi olan Erbil’den İstanbul’a gelerek han, otel köşele­rinde yaşamakta iken intisap ettiği vükelâ-yı sâbıkadan merhum Derviş Paşa’nın iane ve yardımı ile şehremininde kâin ve şimdi kapalı bulunan ‘Kelâmî Dergâhı’na şeyh tayin edilerek birçok rical ve vükelânın teveccü­hünü celbetmesi ve az zamanda halk üzerinde büyük nüfuza sahip olması üzerine devrin padişahı Abdülhamid’in şüphesini uyandırdığından Erbil’e sürüldüğü ve meşrutiyetin ilanından sonra tekrar İstanbul’a gelen şeyhin, adı geçen tekkede ayin yapmaya başladığı ve biraz sonra da Bâb-ı Meşi­hat’ta âza ve bilahare Meclis-i Meşayih’te (Şeyhler Meclisi’nde) riyasete ter­fi’an tayin kılındığı ve o baptaki kanun hükümlerine tevfikan tekkesinin ka­patılmasından sonra Erenköy’de Ziya Paşa Köşkü’ne naklederek bir müddet kira ile oturduktan sonra iki sene evvel şimdi oturduğu Şevki Paşa Köşkü’nü Erbil’deki emlakını satmak suretiyle tedarik ettiği para ile iki bin liraya sa­tın alarak bu köşkte bazı tamirat ve tadilat yaptırarak oturduğu ve bundan başka gerek Erbil gerekse İstanbul’da müteaddit ev ve dükkânları bulunduğu ve kendi malı bulunan iki eşeği satıp üzerine bir miktar para ilavesiyle sek­sen liraya bir körüklü araba ve bir at aldığı, maamafih seksen yaşlarında bulunan mumaileyhin evine Konya’dan ve diğer mahallerden birçok zengin ziyaretçiler gelerek kendisine para yardımında bulundukları ve hediyeler de getirdikleri dosyasında mevcut malumattan anlaşılmış ve keyfiyet 25 Ağus­tos 1930 günü Dâhiliye Vekâlet-i Celilesi’ne de tafsilen arz edilmişti.

Daima takibimiz altında bulunan Şeyh Esad’ın köşküne, Konya vesair vilayet halkından birçok misafirlerin geldikleri ve hediyeler getirdikleri ve cuma günleri İstanbul’dan birçok misafir gelerek şeyhi ziyaret ettikleri ciheti de ayrıca Vekalet-i Celile’ye (Dâhiliye Vekâleti’ne) bildirilmişti.

Fakat ayin ve zikirler yapılmadığı gerek haricî tarassutlarımızın ver­dikleri raporlar ve gerekse dâhile nüfuz çareleri düşünülerek eskiden şeyhi tanıyan ve bu sebeple şeyhin evine hizmetkâr suretiyle sokulan teşkilatımıza mensup bir memurun validesinden alınan malumattan anlaşılmakta idi.

Nakşî tarikatını ihya ve inkişafına hadim olmak üzere ve kanunen mü­dahaleyi davet ettirecek bir şekil ihdas edebilmek gayesiyle Konya vilayetin­de hadis olan bir meseleden dolayı mezkûr vilayete yazdığımız tahriratta, Şeyh Esad Efendi’nin tevsî’-i tarikat için Konya’da şebeke teşkil ettiği hak­kında evrak-ı tahkikiye tanzimine kifayet edebilecek derecede bir malumat mevcutsa ifadelerin zapt edilerek gönderilmesi yazılmış ve tevessül kılınan kanunî yollar ile de bu noktanın ihzarına medar olacak müspet bir cevap alınamamıştı.

Binaenaleyh Şeyh Esad’ın dikkat-i calip halleri dolayısıyla tekkelerin daha kapatılmalarından evvel nazar-ı dikkati celbederek tarassut altına alınmış ve hakkında malumat istihsal eylemiş olduğu maruzuyla İstanbul Cumhuriyet Müddei-i Umumiliği cânib-i âlisine takdim kılınır.”

Polis müdürünün imzasını taşıyan bu raporu okuduktan sonra akla gelen sual, yaşayışı kanunlara tamamen uygun olan ve bu gerçek bizzat polis yetkilileri tarafından itiraf edilen Şeyh Esad Efendi’nin Derviş Meh­med ve onun çılgınlığıyla ne alakası olduğudur.

Hemen kaydedelim ki Şeyh Esad Efendi’nin ne Derviş Mehmed serse­risi ve ne de onun çılgınlığıyla alakası yoktur. Baştarafta naklettiğimiz iddi­aya göre Menemen Vakası, Şeyh Esad Efendi’nin Bursa seyahati esnasında bazı müfrit CHP’lilerce hazırlanmış, Vakit gazetesinde yayınlanan asılsız ithamlarla dolu makale bu hazırlığın icabı olarak neşrolunmuş, bilahare bir ajan marifetiyle Manisa’da Derviş Mehmed serserisi o ajanın talimatı dâhilinde “Menemen Vakası” denilen irtica oyununu sahneye koymuştur.

Verilen talimata göre namazı müteakip camiiden çıkarılacak sancak meydana dikilecek, “Bu sancağın altına toplanmayan kâfirdir.” denerek halk tahrik olunacak, anarşi körüklenecek ve bu arada mutlaka kan dö­külecektir. Derviş Mehmed ve avenesi kan dökülüp kargaşalık büyüdük­ten sonra süratle vaka mahallinden ayrılacaklar ve melanetlerine karşılık her biri para ile mükâfatlandırılacaklardır.

Yukarıda kaydettiğimiz gibi bu planın en mühim kısmı gerçekleşmiş, fakat olayın faillerinden üçü va’dedilen parayı alamadan, müsademe esna­sında öldürülmüşlerdir. Derviş Mehmed adlı esrarkeşin Mehdiliğine ina­nan budalalardan biri kaçıp Manisa yolunu tutmuş, Zeki Mehmed ise mü­sademenin başlamasından bir müddet sonra ölü taklidi yaparak meydana uzanıvermiş, bilahare ölmediği anlaşılıp da ellerine kelepçe vurulurken:

“Bunlar da ne be! Hani bize para vereceklerdi?” demekten kendini alamamıştır.

Peki, bu irtica oyunu neden başka bir yerde değil de Menemen’de sah­neye konmuştur?

Bu sualin cevabı, Menemenlilerin Serbest Fırka’ya sahip çıkmaları, Serbest Fırka ileri gelenlerini görülmemiş tezahüratla karşılamaları ve muhalif fırkaya gösterilen bu yakın alakaya karşı CHP’lilerin yüzlerine bakmamalarında düğümlüdür. Nitekim Menemen Vakası’nı müteakip devrin başvekili İsmet (İnönü) Paşa’nın ilan edilecek Örfî İdare (Sıkıyö­netim) mevzuunda Meclis’te yaptığı konuşmadan sonra söz alan münfe­sih Serbest Fırka idarecilerinden Kars Mebusu Ağaoğlu Ahmed Bey’in alınan şiddet tedbirlerine itirazı üzerine Urfa Mebusu Ali Saib,

“Efendiler, hadise çıkan Menemen’e Ahmed Bey, bundan üç ay evvel seyahat etmiştir. Hadise çıkan yerlerde o şehidin (Kubilay’ın) kafasına ta­kılan bayrak, onları istikbal etmişti. Ben isterdim ki Ahmed Bey kürsüye çıktığı zaman ‘Efendiler, bu teşkilat yapılırken etrafımıza toplananlar, bizi bayrakla karşılayanlar mürteciler imiş. Bize, ‘Çok iyi yaptınız, çok iyi bir teşkilat yaptık, cumhuriyeti muhafaza edeceğiz.’ diyen adamlar, meğer­se kana susamış, vatandaşların kanını içmek istiyormuş. Binaenaleyh bu kürsüye geliyorum, sizden af diliyorum, beni affedin!’ deselerdi, kendi­sinin elini öpecektim.” sözleriyle Serbest Fırka’nın Menemen’de gördüğü yakın alakaya temastan kendini alamamıştır.

Menemen Vakası mevzuunda akla gelen bir başka sual de bu olay dolayısıyla başta Şeyh Esad Efendi olmak üzere neden hep Nakşibendî büyüklerinin toplanıp divan-ı harp huzuruna çıkarıldıklarıdır. İddiaya göre bu husus, Mareşal Fevzi Çakmak’la Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ara­sındaki ihtilaftan doğmuştur.

Birbirlerini hiç sevmeyen bu iki şahıstan mareşale göre Şükrü Kaya “ahlâksız (bir) herif ”tir! Şükrü Kaya’ya göre ise mareşal “ahmağın biri”dir! Ve yine bir iddiaya göre mareşal Nakşibendî tarikatına mensuptur. Bur­sa seyahatinde Şeyh Esad Efendi’ye gösterilen yakın alakayı bizzat gören Şükrü Kaya, Menemen Vakası’ndan istifade ile mareşali lekelemek iste­miş, fakat buna muvaffak olamamıştır.

Menemen Vakası ile alakalı olarak bugüne dek öne sürülen çeşitli iddiaları böylece hülasa ettikten sonra geçelim muhakeme safhasına... Biz burada savcının iddianamesi ve sanık olarak divan-ı harp huzuru­na çıkarılanların müdafaaları üzerinde ayrı ayrı durmayacağız. Ancak şu kadarını kaydedelim ki bu olay dolayısıyla yüz yedi kişi, Mustafa Muğla­lı başkanlığındaki Örfî İdare Mahkemesi’nde yargılanmış ve bunlardan otuz yedisi idama mahkûm edilmişlerdir.

Bilahare bu otuz yedi idam mahkûmundan yedisi hakkındaki karar bozulmuş, ikisi vefat etmiş ve diğer yirmi sekiz kişi, 1931 yılının 3-4 Şu­bat gecesi sabaha karşı idam edilmişlerdir.

Böylece yüz yedi sanıktan yirmi sekizi idam edilirken on biri hakkın­da men-i muhakeme kararı verilmiş; yirmi kişi beraat etmiş; kırk altı sa­nık bir yıldan yirmi dört yıla kadar muhtelif hapis cezalarına çarptırılmış, ikisi de hastanede vefat etmişlerdir ki bunlardan biri Şeyh Esad Efendi, diğeri de Mustafa oğlu Abdülkerim’dir.

Başlı başına bir tetkik mevzuu olan bu mühim olaya sayfalarımızın müsaadesi nispetinde ışık tutmaya çalışırken hemen ilave edelim ki nasıl meşhur 31 Mart irtica oyunu ile gerçek Müslümanların alakası yoksa Me­nemen Vakası ile de gerçek Müslümanların alakaları yoktur. Bu olay, ister yukarıda kaydettiğiniz iddiadaki gibi bir tertip eseri olsun ister Serbest Fırka’nın irticaa taviz vermesi neticesinde doğmuş olsun, her iki hâlde de Menemen Vakası’ndan Müslümanlar sorumlu değillerdir. Derviş Meh­med adlı esrarkeş, bu olayı ister bir menfaat karşılığında yapmış olsun ister kendiliğinden “Şeriat” adına böylesine bir hadiseye meydan vermiş olsun, şu veya bu, her ne şekilde olursa olsun Menemen Vakası gerçek Müslümanların tertibi değildir.

Gerçek Müslüman basiret sahibidir ve böyle Menemen Vakası gibi bir çılgınlıkta basiret sahibi Müslümanın yeri yoktur.[1]

Kaynak: Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Cilt 9, Sayfa:203-219

Dipnot:


[1] Nitekim Kubilay’ın eşi Fatma Vedide Hanım 1982’de Hürriyet gazetesi muhabirine, “Ben, eşimin katledilmesi olayından sonra bu menfur olayı genelleştirerek Menemenlileri de din adamlarını da hakir gösterenlerden yana değilim. Ayrıca eşim Kubilay’ı bir din düşmanı ola­rak göstermek isteyenleri de kınıyorum.” demiş; oğlu Vedat ise şöyle konuşmuştur:

“Bu olay pekala Karşıyaka’da da olabilirdi. Ne Menemenliler ne de bütün din adamlarını suç­luyorum. Bence olayın elebaşısı Derviş Mehmed denilen adam... Din kisvesi altında kendi görüşleri doğrultusunda birtakım işlere giren bir yobazdan başkası değildi.” (Bkz. 19 Aralık 1982 Pazar günkü Hürriyet gazetesi ilavesi)

YORUM EKLE