Lee Kuan Yew’un adının geçtiği her eserin, merak uyandırdığını düşünürüm. Kuala Lumpur’da bir Japon “yatırımı” olan en kapsamlı kitapçı dükkânı olan Kinokunia’da, Bir Adam’ın Dünya Görüşü başlığını taşıyan eserini gördüğümde de aynı meraka kapıldım. Bir solukta okunacak kitaplardan biri olduğuna hiç kuşkum yoktu. Öyle de oldu...
Eser, 2013 basım ve Strait Times Yayınları arasından çıkmış. Bu çalışmayı nasıl bir kategoriye yerleştirsek acaba? Çünkü bu eseri, ne emekli bir devlet adamının anı kitabı, ne de bir devlet adamıyla yapılmış röportajı olarak sınıflandıramıyoruz. Çünkü eser, bunların her ikisini birden ihtiva ediyor.
Eserin başlığı bana, yaşı doksanbeşe varmış Lee’nin, bir ayağı çukurda olmasından ve biraz da naifce bir duyguyla, manevi eğilimleri ve “öte dünya” ile kurduğu temasa dair görüşlerini okuyacağım izlenimi uyandırdı ilk etapta. Ancak eserin daha ilk sayfasından itibaren, bu “yaşlı kurt”un, genel anlamıyla devlet teşekkülü, idaresi, ekonomisi ve kalkınması -veya kalkınamaması- gibi fenomenlerden hareketle, çevresinde örülü dünyaya tanıklığını, katı bir gerçeklikle ortaya koyuşuyla karşılaşıyoruz.
Çevresi ve tanıklığı derken, sadece kurucusu değil her şeyi olduğu Singapur denilen adayı meydana getiren birkaç yüz kilometrekarelik toprak parçası anlaşılmamalı. Lee’nin tanıklığı, hiç kuşku yok ki, çok daha geniş bir coğrafyayı içine alıyor; tıpkı eserin başlığında ifade edildiği üzere... Bir de kitapla ilgili görüşüne başvurulan şahısların kimlikleri de bir o kadar ilginç ve geniş bir skalaya gönderme yapıyor. Kim mi bunlar? Henry A Kissinger, Helmut Schmidt, Lee Myung Bak (Güney Kore Devlet Başkanı, 2008-2013), George Schultz, Lord Carrington, Daim Zainuddin (Malezya eski Maliye Bakanı)... Hepsi de dönemlerinde ülkelerine ya da çok daha geniş anlamda küresel politikalara yön vermiş kişiler. Bir anlamda Lee’nin halen hayatta olan yaşıtları...
Ada’dan dünya nasıl görünüyor?
Peki kitaba konu olan bu dünya neresi onun zihninde ve tecrübesinde? Bu bağlamda, meseleyi eela almaya, Ada’nın (Singapur) modern evrilme dönemi diyebileceğimiz kuruluşundan, yani bundan iki yüzyıl öncesinden başlamak gerekir. Öyle ki, bu ada ülkesi, iki yüz yıl öncesinden başlayan macerasından bugüne kadar, sadece Doğu ve Batı arasında değil, Güneydoğu Asya Müslüman Malay dünyasıyla, Kuzey’de kalan, ancak Batı uluslararası ilişkileri tasarımına göre okunduğunda “Doğu Asya” denilen topraklarla kurulan ilişkideki “aktarma organı” işlevinden bağımsız değerlendirilemez. Lee’nin payına düşense, neredeyse bu iki yüzyıllık sürecin, biraz da abartma payımızı kullanarak söylersek, yarısına yakınını teşkil ediyor.
Biyolojik olarak dünyada bulunduğu 95 yıllık süreye karşılık, bunun yaklaşık 70 yılını aktif ve yönlendirici bir pozisyonunda olduğu dikkate alındığında, -ki kendisi 50 yılının devleti yönetmekle geçtiğini belirtir- Lee’nin dünyadan kastı, içinden neşet ettiği İngiliz Krallığı ve yanı başındaki Malaya’dan başlar ve bir ucunda Çin ve Japonya’nın, öteki ucunda da ABD’nin olduğu, tam tamına bir dünyayı kuşatır. Bu unsurlardan her biri, öncekine devredilemeyecek, dinamik ve pek çok siyasi ve sosyal yapılaşmanın eklemlendiği bir dünyadır.
Tam da bu noktada, girişde de dile getirdiğimiz üzere, Lee’den, yani yaşından, kökleri ile bağlantısı ne kadar sağlıklı geliştiği problemli de olsa Çin gibi kadim bir medeniyetten gelmesinden, kanı bir türlü ısınmamakla birlikte her daim gözünün önünde varlığı sürekli tekrarlanan Malay gerçekliğinden hareketle, bu 348 sayfalık eserinde, bir manevi duyuş ve tecrübe aktarımı bulamıyoruz. Aksine Lee, progresif/kalkınmacı felsefenin nasıl mücessem kılınacağını, şek ve şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koymuş bir lider olarak, maddi hayatı şekillendiren olaylar dizisine dair hiper-rasyonel, keskin ve inatçı görüşlerini serdetmekle kalmıyor; aynı zamanda, yakın geleceğe dair projeksiyonlarla, Ada’dan başlayarak dünya devlerinin ahvaline dair görüşlerini ortaya koyuyor. Bütün bunları da, epeyce kafa yorduğu son derece pratik politikalar üzerinden yapıyor. Bunun bir açılımını ise, devleti idare ettiği dönemlerde Malezya’ya, Çin’e, Vietnam’a, Myanmar’a, ABD’ye vb. yönelttiği eleştirilerin haklılığının, bugün nasıl ortaya çıktığını iddia etmesinde görmek mümkün aslında (s. 161, 199).
Eserin odağında ne var diye sorduğumuzda, karşımıza toplumsal değişimin çıktığını görürüz. Bu; toplumsal, ulusal, bölgesel ve küresel siyasette yürütülen ilişkiler ağının bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Hiç kuşku yok ki, her boyutuyla siyasal değişimin, toplum denilen bütün içerisinde, zaman ve makânda öne çıkan aktörlerin etkileşiminin bir ürünü olduğu da bir o kadar gerçek. Bu ikisinin önünde yer alansa “yerleşik kültür”. Lee’nin tanık olduğu, yönlendirdiği, katkıda bulunduğu tüm değişim süreçlerinde şu basamaklar dikkat çekiyor: Kim, hangi araçlarla ve hangi yöne doğru değişimi yönlendiriyor? Bu anlamda Lee’nin analizlerinde Çin kadar Mısır, Myanmar, Suudi Arabistan için de aynı manzara ortaya çıkıyor. Çin’in niçin bir “Batı tarzı demokrasi olamayacağı”, Suudi Arabistan’da rejimin niçin değişemeyeceği, Mısır’da Mursi’yle değişimin niçin gelmediği, Myanmar’da korkularıyla yaşayan ordunun değişimi ne hızda istediği, Japonya’nın nasıl bir tür demografik çelişkiler yaşadığı, Malezya’nın görece kalkınmışlığına rağmen, ulus-devlet sınırlarında pek de hakkıyla dolaşamadığı gibi meseleler, Lee’nin analizleri arasında yer alıyor.
ABD’siz Çin Olmaz!
Lee’nin dünyayı okuyuşu, pasif bir etkinlik halinde ortaya çıkmıyor. Her ne kadar, zamanının tüm önemli liderleri ile teşrik-i mesaisi olmuş yaşlı bir siyasetçinin anıları şeklinde de okunabilse de, eserde dikkat çekilen coğrafyalar ve ülkelerde olup bitenin, zamanın dünkü parçasında atıl kalmamış, aksine bugünü yapılaştırmasından ve yakın geleceğe etkisinden hareketle, dinamikliğine kuşku bırakmayacak bir etkileşime tanık oluyoruz. Bu bağlamda, Lee’nin bu çalışmayı, günümüzün iki önemli gücü olan ABD ve Çin üzerine bina ettiğini söyleyebiliriz. Ancak Lee, buradan hareketle ortaya koymak istediği küresel güç kazanımları ve çatışmalarını, son dönemde giderek daha net bir şekilde ortaya çıkan küresel yapılaşmayla sınırlandırmıyor elbette. ABD’nin Anglo-Sakson medeniyetinin temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkışına, Çin’in ise köklü kültür yapısına temellenen bir okuma Lee’ninki. Merkeze aldığı bu iki siyasi bütünün etrafında, şu veya bu şekilde dönemin şartlarına bağlı olarak yapılaşan diğer coğrafyalar ve ülkeler sıralanıyor.
Bu noktada, Avrupa, Güneydoğu Asya ve Doğu Asya başta geliyor. Bu bölgeler içerisinde Japonya’nın, Almanya’nın ve de kendine has hususiyetleri ile Hindistan’a vurgusu kulak kabartmaya değer. Amerika’nın, 2. Dünya Savaşı’nda, bir yandan Eski Kıta Avrupa’da Almanlara karşı, Pasifik’de de Japonlara karşı “nihai” darbeyi indirmesi, dünya sahnesine bir güç olarak çıkışını sembolize ediyordu. Amerika’nın bu savaşta geldiği aşama, ekonomisinin ve teknolojisinin gücünü ortaya koyuyordu. Lee, yirminci yüzyılın ikinci yarısında savaşın mağlupları Almanya ve Japonya’nın ortaya koyduğu agresif kalkınma hamlesine değinirken, ideolojik ayrımına rağmen, Çin’in, Deng Xiaoping döneminde, çıkışı olmayan bir yola girdiğini fark etmesiyle soluğu Batı eko-politilarında alışı üzerinde durur.
Lee tam da burada, Xiaoping’e, 1978 yılında Singapur ziyareti sırasında verdiği bir aklı hatırlatır. “Harika bir şehir yaratmışsınız!” cevabı karşısında Lee, “Biz bunu Güney Çin’den gelen topraksız Çinliler olarak yaptık. Siz daha iyisini yapabilirsiniz. Bilim adamlarınız, mühendisleriniz var...” der. Akabinde ise, aradan pek fazla zaman geçmeden Xiaoping’in, bürakrasiye bir emir hüviyetinde verdiği açılım söylemi içerisinde, “Singapur’dan öğrenin!” cümlesi, elbette ki Lee’nin tebessümle hatırladığı bir anı olmuştur (s. 30). Tabii, hikâye bu kadar da basit değil aslında... Bu topraksız Çinli köylüleri kimin eğittiği ve yol yordam öğrettiği vb. tarzında uzun meseleyi burada uzun uzadıya tartışmayacağım
Bu sürecin ilk etaptaki yapılaşmasına, yeni nesil Çin lider kadrosunun Batılı eğitim almış dünyayı tanıyan ve İngilizce konuşabilen bir elit kadro oluşunda tanıklık ederiz. Lee daha da ileri giderek bu sınıfın, kelimenin gerçek anlamıyla, “komünistlikle” falan bir alâkası olmadığını, aksine eğitim süreçlerinin doğrudan bir yansıması olarak pragmatisliği alabildiğince benimsediğini, zenginleşmeyi ve teknolojik gelişmişliği hedeflediğini iddia eder (s. 29).
Bir dönem, Japonya, dünyanın ikinci en büyük ekonomisiyken, Çin’de gerçekleşen devrim niteliğindeki kararla birlikte, küresel ekonomi politikalarına ekemlenmesiyle, bugün Çin’i ABD ile karşı karşıya getiriyor izlenimi veriliyor. Güney Çin Denizi’ndeki “adalar sorunu” özelinde, bölge ülkeleriyle ağız dalaşının ötesine geçme yönündeki göstergelere rağmen, Lee’ye göre, ABD-Çin hesaplaşması, pek o kadar da kolay ortaya konamayacak gibi gözüküyor. Ekonomisi hasarlı olsa da, ABD’nin teknolojik ve askeri üstünlüğüne karşı Çin’in ekonomik gücüne rağmen, henüz ABD standartlarında bir teknoloji ve askeri üstünlüğü yakalayamamış olmasının rolüne dikkat çekiyor... Bu noktada, bu iki güç arasındaki barışın, “Güneydoğu Asya’dan” geçtiği konusundaki görüşümüze destek bulduğumuzu ifade edebiliriz. Son dönemde Malezya ve Endonezya’nın Çin’le giderek artan ekonomik etkileşimleri, ABD’nin bölgede kurmaya çalıştığı “dengelerin” bir yansıması kuşkusuz ki. Aynı ülkeler, silah depolarını da ABD’den veya müttefiklerinden tedarik ediyorlar hiç kuşkusuz ki... İki güç arasında, yani ABD ve Çin’in bilek güreşinde, özellikle ASEAN ülkelerinin manevra alanının genişlediği gözlemleniyor. Bu alanı maharetle kullanabilmek ise, söz konusu ülkelerin siyasi eliti ve bürokrasisine bağlı.
Kapitalizm, forever!
O zaman, ABD niçin bölgeye bu kadar yükleniyor diye sorulabilir. Bunun, tarihin bir tekerrürü olduğunu ileri sürersek abartmış olmayız. 1400’lü yılların sonunda Hint Okyanusu’na açılan Avrupalı güçler, varlıklarını Hindistan, Malaka Boğazı, Takımadalar ve Çin’e doğru yaygınlaştırdıkça, iştahlarının daha da bir kabardığına tanık olunur. Sömürgeleştirmiş, yetmemiş emperyalistleştirmiş, ve nihayet ulus-devletleştirmiş olduğu bu coğrafyada, sözde bağımsız ülkeler bütününün, hâlâ Batı’yı besleyecek, içi dolu birer “hangar” olduğunu anlamak zor değil. Kaldı ki, devir dünkü devir de değil pek. Artık Batı’nın aklıyla ürettiğini tüketecek milyarlar var bu coğrafyada. Daha önce, bir başka yazı vesilesiyle söylediğimiz gibi, kapitalizm için merkez ha Washington olmuş ha Beijing, pek fark etmiyor aslında. Önemli olan, sistemik eyleme halel getirilmemesidir. Yukarıda Lee’den alıntılamıştık: Çin’in komünist ideoloji, eşitlik ve hürriyet gibi değerlere karşın son dönemde öne çıkan siyasi formatı kapitalizmdir. Amerika da, bu kapitalizm seferberliğinde Çin’i alabildiğine teşvik edecek ve dünya ekonomisine adaptasyonunu sağlayacak bir mekanizmanın peşinde (s. 84). Son APEC projesiyle Çin’i çevirme projesi de bunun bir parçası mıdır acaba?
Bugün Çin, adına 3. Dünya denilen bütünü için siyasi ideolojiyle mi, yoksa ekonomi politikaları ile mi göz kamaştırıyor? Bu arada yeri gelmiş bir de uyarı da bulunalım: Çin’i Amerika’ya karşı rakip görüp de ona yanaşma çabalarının temelinde, aynı kampa oynamak ya da oynamamak ekseninde ilerleyen önemli bir ilişkisi var esasında. Ve daha da ötesi yok bu işin. Amerika’nın Çin’i alttan almamasının ardında, Anglo-Sakson ırkçılığı yatıyor diyebilir miyiz? Öyle ya, özgürlükler yurdu Amerika’da hâlâ ırkçılık varlığını gizli/açık sürdürebiliyorsa, iş küresel hegemonyaya gelip dayandığında, Amerika’nın meydanı çekik gözlülere bırakmayacağı tartışılabilir mi gerçekten de?
Son olarak şunu vurgulamak gerekiyor galiba: Acaba Türkiye’deKİ köklü üniversitelerden birinin davetlisi olarak, Lee Kuan Yew’un ülkemize getirilemez mi? Dr. Mahathir’i dinleyenlerin muhalifini dinlemelerinde de fayda olacağına şüphe yok. Lee’nin meydan okumalarının işimize çokça yarayacağını da yeri gelmişken bir taraf kaydetmek gerekiyor.
Mehmet Özay, haber verdi