Benim yoluma giremezsin, kaybolursun, tuzla buz olursun. Benzemez yolum başkalarına. Zordur, hep yokuş yukarı sürülür ömrüm. Dardır, nefeslenecek bir geçidi yoktur. Harlıdır, yakar ayaklarını, bastığın yerde ateşler biter. Ve dönüşü yoktur, çünkü aşk mühürlüdür ve kuşatma altında kalmıştır bütün yaranlar. Öyle istediğin kişiyle istediğin kelamı edemezsin, olur olmaz zamanlarda. Uzun ve derin suskunlukların seni nereye sürükleyeceğini bilemezsin. Çünkü nasıl ve ne zaman yola çıktığını bilememişsindir.
Zamanın yularından asılırsın hayata, açıkta bir yerlerde, savrulup durulursun uçurumlarda. Hilkat atının toynaklarına yazılmıştır sırrın, her adımda, toprakla her temasta, bir parçan düşer. Ezilirsin, azalırsın, küçülürsün dışarıdan. İçeridense şarkın okunur bir başına, kimselerin duymadığı, kimselerin bilemeyeceğim. “Benim yazgım” dersin, “hilkat atının rüyalarında, gördüğüm, gördüğüm, tabirini başka zamanlara bıraktığım.”
Benim yoluma giremezsin. Hemen yorulursun, nefesin daralır, soluk alamazsın. Bitimsiz bir koşudur bütün bir ömrün, hiçbir yerde durup arkana bakamazsın ne sağındaki dost suretler teselli verir sana ne de soldaki kansız acılar. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir ve en görünür olanlar evvela vurur seni.
Tarihi geçmiş çarklarda oyun oynayacaksın, hayatının üzerine. Yeminini unutacaksın, sözünü tutmayacaksın, vaadinden döneceksin. Hırkanda zehirli yılanlar besleyeceksin, sırtını dayadığın. Asanı boşluklara sallayacaksın. Heybende yıkanmış acılar, Meryem bakışlı, Meryem hayâlı. Bilmediğin yerlerden sual olunur. Hurma ağaçlarının gölgesinde hesaba çekilir göçmüş bedenler. Hiç kimseye hiçbir şey anlatamazsın. Suskunluğundan başka bir şey bilemezsin. Suskunluğun, tek dostun, tek sırrın...
İşte gecelerim, kan kusar. Böğründe ilk yalnızlıklar, ilk yanılgılar, ilk ayrılıklar. Duvarın dibinde Yasin’inin izini sürüyorum, peygamber kokulu. Bulduğum ilk saate pek umut bağladım, sahibi karşıma çıktığında kendime inanmadım. Zaman geçip gidecekti, taşların arasından, suyun içinden, toprağın üstünden. Sonra ilk ayrılıklar, bir yemine verdiğim doğduğum toprakları, tek bir yemine, bir anda verdiğim bütün bir ömrümü. Hep gariptim, gurbeti vatan belleyecektim, atalarım gibi. Bir yerden bir yere göçüp gidecektim. Göçebeye çıkmıştı adımız bir kere. Göçebe, yeni belli bir yeri olmayan, her yerde tasarruf hakkı olan… Sahabe teneşiri çekilir Hafız’ın kabrinden. Bir mısra, pek münzevi, pek haşin… Bütün bir ömrüm olur. Yol olur pek çok yolcular. Yol alır pek çoklarını. Pek azı bahtiyar, yâr.
Benim yoluma giremezsin. Daha ilk adımda düşersin, bir yerlerini kırarsın. Gözünde kalır bütün bir dünya. Sonra divanlar, saltanatlar, dostlar. Umduğunu bulamazsın. Benliğin çekip çevirirse seni, kendi kendini vurursun, kendine yazık edersin. Dostların kınarsa seni, kendini anlatamazsın.
Benim yolumda sadece uzaklıklar vardır, yolum ötelere yazılmıştır, sonsuzluğa mıhlanmıştır. Bu dünyanın sözcükleri sökmez yolumda. Bu dünyanın imkânları beş para etmez gözümde. Gözümde, hep aynı yalnızlıklar: Tek kişilik infazlar. Hep aynı suskunluklar: Çıldırasıya kazınmak yeryüzünden. Hep aynı ağrılar: Beynimden başlayan kalbimde devam eden, kalbimde başlayan beynimde devam eden, mütemadiyen iki bilinmezlik arasında gidip gelen. İşte benim bütün gerçekliğim, künyem, geçmişim, tarihim. Yani yolumun bekçileri, rumuzları, delilleri…
Başkasının bittiği yerde yolum başlıyordur, susarak çoğalmak, derinleşmek, dünyanın ve ötelerin üstesinden gelmek, “Bismillah” deyip başına koymak, ekmek gibi, su gibi, kader gibi.
Benim yoluma giremezsin. Dayanamazsın, çatlarsın, çıldırırsın. Kitabelerin devri bitmiştir, geçmişine dair hiçbir şey okuyamazsın. Kitapları eline alıp da okuyamazsın, sana verecek hiçbir şeyleri yoktur. Şiirlere kulak veremezsin, her imge ruhunu tırmalar durur. Blaise Pascal’ın “ilahi ahenk”inden medet umma, kendini bir manastırda bulursun. Dışlanmış, unutulmuş, kaçkın.
Nesneler ömür törpüsü, göz ağrısı, kalp sızısı. Gördüğün her şey, içini parçalar. Güç yetiremezsin. Dayanamazsın. İnsanlığından vazgeçemezsin.
Benim yoluma giremezsin. Yolum, ateş yurdu, çöl fırtınası, su kasırgası, toprak kayması, yer sarsıntısı. Yani, elini attığın her yer yakar bütün gemilerini. Tek yön: Limansızlık…
Her köşe başında bir çöl fırtınası, başını koyacağın bir yer bulamazsın. Tek hane: Emniyetsizlik...
Her okyanus kulacında bir su kasırgası, boğulmak kaderin… Tek cihaz: Nefessizlik… Her adım başında toprak kayması, yer sarsıntısı, ayağını basacağın hiçbir yer bulamazsın. Tek gerçek: Sabitsizlik...
Benim yolum beladır, kaldıramazsın. Belalıdır, üstesinden gelemezsin. Başını taştan taşa vurursun, bin pişman olursun. Küsersin insanlara, kaçarsın kendine, ateş püskürürsün talihine. Kaderini topa tutarsın. Kendim ettim, kendim buldum diyemezsin. “Rüzgârgülü” dersin, “yapraklarını kefen yapıp sarınmak istedim, büsbütün uzak düştüğümde.”
Beladan evla olamazsın. Kendine güvenemezsin. Korktuğun için ağzını açıp da bir kelime edemezsin. Ben hep gitmeyi sevdim, uzaklaşmayı, yalnız kalmayı, Ali’yi, Ebu Zer’i. Biz Ali’nin kuyusundan çıktık da düştük bu yola. Ebu Zer’i örnek aldık hayat yolculuğunda. Bu yüzden her daim yolumuz düşer Rezene çöllerine. Bu yüzden çekeriz bu yolun kahrını, dayanırız bu yolculuğa. Arkamızda Ali’nin kuyusu, biliriz, derin mi derin, mesrur mu mesrur, hep leylî. Yolumuzun bir yerlerinde Ebu Zer, ıssız mı ıssız, sürgün mü sürgün, hep öteli…
Faik Öcal