Bu mücadele uzun bir süreç, neler yaşandı?
Sözlerime nerden, nasıl başlayacağımı doğrusu kestiremedim. Yaşananların Müslüman kimliğine sahip, oruç tutan, namaz kılan, hacca giden, imanî şartları yerine getirdiğini iddia eden; İslam’ın hayat kitabı olan Kur’an-ı Kerim’i kabul ettiklerini dillerinden düşürmeyen insanlardan oluşan bir hükümet sürecinde yaşadıklarımızı anlatmak gerçekten güç geliyor bana.
Yaşantımızın büyük çoğunluğu dünyevi endişelerle mücadele içinde geçiyor. Algılamalarımızın tevhidi akide dışında seyretmesi sonucunda, yaşamımızın da karmaşık hale gelmesi kaçınılmaz oluyor. Dünyalık metalarımıza gelecek her türlü tehdit ve saldırıya karşı kanımızın son damlasına kadar mücadele azmini hiçbir zaman yitirmezken, başka konularda korkulara duçar olduk... Herkes bir şekilde imtihan ediliyordu.
İslami yaşam adına endişelerimizin yoğunlaşmasıyla birlikte Allah’a karşı görevlerimizi ifa etme zorunluluğunun verdiği hissiyat bizde, kızımın eğitimini başörtüsüyle sürdürme isteği doğrultusunda yeni bir imtihanın başlamasına da vesile oldu.
İslam kimliği Müslüman bir ülkede sorun oluyor
Ece Nur kızımın İslam kimliğinin gereği olan örtünme emrini hayatına geçirmesiyle Müslüman bir baba olarak görevlerimi dünyalık endişelerdeki refleksler gibi yerine getirmeliydim, Rabbimin yardımıyla öyle de oldu.
İlköğretim 6. sınıfa, 2009/2010 eğitim-öğretim yılının başlamasıyla birlikte İslami kurallar çerçevesinde başörtülü olarak gitti.
Okul yetkililerinden ilk tepkiler
İlk günden başlayan zorlu mücadelenin karşısındaki zihniyet, okulun öğretmenleri ve idarecileri oldu. Eşimin beni aramasıyla soluğu Ece Nur’un okulunda aldım. Dersten atılmıştı, azarlanarak eve göndermişlerdi. Bu korkunç manzara karşısında oldukça üzgün ve tedirgindi Ece Nur. Evden alıp okula döndüm, derse alınması için idareyle görüştüm, “alamayacaklarını, yasak olduğunu” söylediler.
“Yasaksa okuldan atın” dedim. “Olmaz, atamayız” dediler. “Okutun o zaman.” “Okutamayız!” “Peki, ne yapacağız?” “Başını açacak!”
“Kızım, başını açmanı istiyorlar. Açar mısın?” “Hayır baba! Açmam.” “Okula seni almayacaklar, açmaz mısın? “Hayır, açmayacağım. Okulda açarsam dışarıda da açarım!”
Okul müdürü, Ece Nur’un ifadeleri karşısında söyleyecek söz bulamadı. “Derse almazsanız savcılığa suç duyurusunda bulunacağım” dedim. Almak zorunda kaldılar.
Kriz büyüyor
Ertesi gün öğretmenler Ece Nur’un başörtüsünden dolayı derse almamak için alternatif çözümler üretmeye çalışmışlar. Sosyal Bilgiler dersi öğretmeni “Kızım sana yazık değil mi? Başını aç.” Türkçe öğretmeni “Bir kıl parçası için baş örtülür mü? Ben de imam hatip mezunuyum Kur’an da böyle bir şey yok!” İngilizce öğretmeni “Kesinlikle dersime almayacağım” tepkileri vermişti. (Daha sonra bu öğretmenin ailesi tarafından saldırıya uğradım, kendisi hakkında savcılığa dilekçe verdim diye…)
Disiplin kurulu defalarca ikna odasına alarak başını açması gerektiğini vurgulamış. Kurul beşerli, altışarlı öğretmen grubuyla sorgulamaya girip, tehdide varıncaya kadar ikna çalışmaları yapmışlar. Evimize kimlerin gidip geldiğini, başını ne zaman örttüğünü, neden örtündüğünü izah etmesini istiyorlar Ece Nur’dan… Kızım fıtraten oldukça ürkek bir yapıya sahiptir, çok korkup ürküyordu. Hemen her gün eve ağlayarak geliyordu.
Defalarca okul idarecilerinden ve öğretmenlerinden rica etmeme rağmen baskılara devam ettiler. Öğretmenler Günü’nde Ece Nur öğretmenleri için karanfil alarak sevgilerini kazanmak istedi, bu da olmadı.
Uyarı yazıları yazdılar. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden geldiler, görüştüler. Bu durumun sürmemesi gerektiğini, yasalara aykırı davranış içinde bulunulduğunu sert bir dille ifade ettiler. İlçe Şube Müdürü, aslında kendisinin de tasavvuf ehli olduğunu ama devlete itaat edilmesi gerekliliğini İslami bir hükümmüş gibi anlattı. Kendilerine bizim de tehdit altında olduğumuzu, Kur’an’ın bizi tehdit eden ayetleri olduğunu ve bundan oldukça etkilendiğimizi ifade ettim. Bizi bu tehditten korumaları halinde her iki tarafında rahatlayacağını söyledim. Tutanaklar tutuldu ve konuşmalarımız tutanak halinde karşılıklı imzalandı.
Baskı ve tecridin devam etmesi Ece Nur’u düşüncelere sevk ediyor, üzüyordu. Oldukça düşünceliydi. Allah’a hamdolsun, Rabb’imizin yardımıyla direniş onun için hayatın bir parçası oldu, doğal hale geldi.
Öğretmenim! Allahın da kuralları var!
Bir gün, rehberlik öğretmeni müdahil olmuş ve “Kızım, okulun kuralları var. Uyman gerekiyor.” demiş. Ece Nur “Öğretmenim Allah’ın da kuralları var” demiş. Rehberlik öğretmeni beni okula çağırdı. Gittim, iki görevli öğretmen Ece Nur için gelmişler. Asıl görevleri madde bağımlısı çocukların psikolojik danışmanlığını yapmak… Ece Nur’la görüşmek, konuşup psikolojik durumunu incelemek istediklerini söylediler. “Kim tarafından görevlendirildiniz?” diye sordum, “Bakanlık tarafından” dediler. Kızımın böyle bir sorunu olmadığını, başındaki örtünün uyuşturucu olmadığını, görevleri alanına girmediğini söyledim. Bir daha da bu tip aşağılayıcı bir muamele için gelmemelerini istedim. Tabi tüm bunlar yaşanırken Ece Nur derslerine kısmen giriyor, sürekli ders ortasında dışarı çıkarılıyor ve fiili olarak öğrenimi engelleniyordu.
Durum gittikçe kötüleşti. Bir taraftan Ece Nur’u korumanın mücadelesi, diğer taraftan bu süreç içinde işi kaybetmiş olmamın aileme yaşattığı tedirginlik, çocukların “Babamıza bir şey olur mu?” korkusu… Zor günler geçiriyorduk ve o süreç bugün hâlâ aynı hızla devam ediyor.
Yaşadığımız sorunla ilgili İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne müracaat ettim, cevaplanmadı. (2009 yılında verdiğim şikâyet dilekçem, bugün itibariyle hâlâ cevaplanmış değil.) Cevap alamayınca nedeni sordum, dilekçenin kendilerinde olmadığını savundular. Oysa bende evrak kayıt numarası vardı. Kendilerine gösterince “Bakalım” dediler. Bakmaları haftaları buldu. Tekrar gittim. Bu kez İl Milli Eğitim Müdürü kendisi konuşmak istedi. Müdür, kendilerinin de başörtüsü yasağı mağdurları olduklarını, eşinin başörtüsünden dolayı görev yapamadığını söyledi. “Üniversitede bu problem yaşanırken ilköğretimde olmaz ki kardeşim” dedi. Pek de olumlu bir görüşme olmadı. Daha sonra İl MEM yardımcılarıyla da sırayla görüştüm, sonuç “Biz üniversitedeki sorunu çözmeye çalışıyoruz, ilköğretim olmaz.” (Hepsi memur değil de AKP yöneticisi gibi konuşuyordu.)
Siyasiler de bu sürece kulak tıkadılar
Çare arayışım, AKP İl Başkanlığı’na gitmemle devam etti. AKP İl Başkanı yaşadıklarımızdan ötürü üzgün olduğunu, konuyu basından takip ettiğini, ceberrut devlet anlayışının sonucu olduğunu vs. söyledi. O dönem Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Diyarbakır’a gelmesi gündemdeydi. Gelirse beni görüştürebileceğini ve o problemimizi ona aktarabileceğimi belirtti. Ben de kendisine teslim etmek üzere o güne kadar tutulan tutanakları, verilen ifadeleri ve diğer dökümanları bir dosya haline getirdim. Dosyaya ilgili kurumlara verdiğim müracaat dilekçelerini de kurumsal hiyerarşik düzende sıralayarak ekledim.
Günü gelince dosyayla birlikte AKP İl Başkanlığı’na gidip kendisini bekledim. O sırada binada partinin tüm Diyarbakır milletvekilleri de hazır bulunuyordu. Hemen hepsine durumun mahiyetini izah ettim. “Başbakan yardımcımız bu konuyla ilgilenir, sen ona da anlat” dediler. Bülent Arınç odadan çıkınca AKP İl Başkanı beni görüştürmek için Bülent Arınç’a yöneldi. Bülent Arınç dosyayı elimden aldı, suratını ekşiterek hiçbir şey konuşmadan ayrıldı. Üzüldüm, çünkü karşımdaki kişinin halka propaganda yaparken dini bir üsluba sahip olduğunu iyi biliyordum, iç dünyamda yorumlar yaptım… Böyle olmaması gerekiyordu. Talep ettiğim, yaşam biçimimiz olmuş İslami bir hükmün engellenmemesi, hakkımızın gasp edilmemesi ve kızıma kötü muamele yapılmamasıydı. Binadan ayrıldığımda, gördüğüm yaklaşımlar, daha da zor bir mecraya girdiğimizi düşündürüyordu. Öz vatanımızda, kimsesizlik hissi ağır basmaya başlamıştı.
Başörtüsü insan hakkı değil mi?
Bundan sonra Diyarbakır Valiliği’ne müracaat etmek üzere valilik makamına gittim. İnsan Hakları İl Kurulu’nun müracaatımı almasını istedim. Memure hanım “Dava açılmadan alamayız” dedi. Israrım üzerine almak zorunda kaldı. Cevap geldiğinde ise kızımın okulda yasakçı uygulamalar sebebiyle baskı altına alınmasının, ayrımcılığa maruz bırakılmasının kurulun görev alanına girmediğini gördük! Kurulun bir üyesinden almış olduğum bilgiye göre, Vali memure hanımı müracaatı almasından dolayı azarlamış, “Neden amirlerine sormadan aldın?” diye…
Tüm bunlar yaşanırken, kolluk görevlilerine havale edilmişim, gözetim süreci başlamış, hangi örgüt mensubu olduğum araştırılmış. İl Milli Eğitim Müdürü Hizbullahi olduğumu söylemiş. Okul müdürü Diyarbakır’a gelen İçişleri Bakanı’na “Kızın babası provokatörlük yapıyor.” demiş, tedbir alınması gerektiğini söylemiş. Sorguya alınmam dahi tavsiye edilmiş. İçişleri Bakanı ise kendilerine “Siz polis misiniz, asker misiniz? Nerden biliyorsunuz provokasyon olduğunu? Sizin göreviniz tutanak tutmaktır, polisin işini yapmayın.” diye uyarmış.
Bu arada BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş konuyla ilgili TBMM’ne soru önergesi vermiş. Öğrenince Selahattin beyi arayarak teşekkür ettim, uygulamanın insan haklarını ihlal olduğunu ve yardıma hazır olduklarını söyledi.
Müslümanların desteği yürekleri ferahlatır
Bu süreçte Özgür-der, Özgür Eğitim-Sen başta olmak üzere birçok STK da desteğini bizden esirgemiyor, moral veriyordu. İnanın, Müslümanların desteği bize her şeyi unutturuyordu. Ama geneli düşününce, Rabbimizin emrini bir kızın hayatına geçirmesiyle, firavunlaşmış nefislerin nasıl Allah’ın ayetleri önünde çaresiz kaldığını da görüyorduk…
Evimize gelip bizi yalnız olmadığımızı hissettiren isimsiz kahramanlar vardı. Örneğin Ece Nur’un akranı olan bazı çocuklar, harçlıklarını toplayarak uçak bileti almış ve bir dernek nezaretinde İstanbul’dan Diyarbakır’ gelmişlerdi. Ece Nur’a verdikleri destek, kızım için moral olmuştu. Yine Tokat’taki Müslümanların ve Özgür Eğitim-Sen’in Ece Nur için hazırlamış oldukları “Onur Belgesi” de kızıma büyük moral vermişti.
Sürgününden kısa bir süre önce Ece Nur için özel hazırlanmış bir nevi sözleşme olduğunu hatırlıyorum… Ece Nur’a zorla imzalatılmaya çalışmışlar, kızım ise imzalamak istememişti. Sonra gidince Ece Nur’a imzalatmaya çalıştıkları belgede, onun başörtülü okula gelmekten pişmanlık duyduğuna dair ifadelerin yer aldığını görmüştüm. Şimdi düşünüyorum da, “Başını bu yaşta örtmen doğru değil” ya da “Ailesi zorla örtüyor” diyenler, “Çocukta irade olmaz” iddiasında bulunanlar, Ece Nur’a velisi olmadan bu sözleşmeyi imzalatmak isterken, aslında onun iradesini kabul etmiş olduklarını görememişlerdi. Mevcut kanunlara göre yaşı tutmamasına rağmen bir nevi “pişmanlık seneti” imzalatmak istemişlerdi!
Başörtüsü sorun değil, sistem sorun!
Milli Eğitim sistemi bir kez daha başörtüsü sorununda kilitlenmişti. Sorunla ilgili girişimlerimiz duyulmaya başlayınca, statükocuların canını sıkmış olsa gerek ki sürgün kararı aldılar. Ece Nur’un arkadaşları okul penceresinden Ece Nur’a el sallayarak yolcularken oldukça üzgün görüyorlardı. Bağırarak ağlayan arkadaşları bile vardı… Okula gelen basın mensupları, okul idarecileri tarafından engellendi. Görüntü alınmasını istemiyorlardı.
Biz okuldan ayrıldıktan sonra Ece Nur’un arkadaşları ağlamaya devam etmişler. Bir öğretmenleri, “Ağlamayı kesin, kronik sinir hastasıyım, sizi pencereden aşağıya atarım… Onun adı bir daha bu okulda anılmayacak” tehditleriyle çocukları susturmuş. Bu yaptığıyla ilgili İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne şikâyette bulundum. Aradan aylar geçmişti, bir Milli Eğitim Başmüfettişi ifademi aldı. Okuldaki öğretmenlerin de ifadelerini almış. Tabi bu dosyadan herhangi bir sonuç çıkmadı. Ama hiç değilse gördüler ki; pak bir imanın gücü her şeye yetebiliyor. Çünkü Ece Nur davranışıyla arkasında oldukça fazla başörtülü arkadaş bırakarak okulundan ayrılmıştı…
Biz o gün Özgür-der ve Mazlum-der yöneticileriyle birlikte Ece Nur’un yeni okulu olan Vali Nafiz Kayalı Yatılı Bölge Okulu’na gittik. Okul müdürünün odasında görüştükten sonra Ece Nur sınıfına geçti.
Okul evden 3.5 km uzaklıkta bir mesafedeydi. Servisi yoktu. Gidiş geliş zor oluyordu. YİBO olması nedeniyle öğrenciler, genelde köylerdeki ailelerinden alınıp getirilmiş çocuklardı. Türkçeyi pek bilmeyen çocuklar olması da okulun esir kampına dönüşmesi sonucunu doğurmuştu. Okulun fiziki yapısı oldukça kötüydü. Yakacak yoktu. Sınıflar yağmur yağdığında adeta sular altında kalıyordu. Tuvaletler hijyenden nasibini almamıştı ve çocukların sağlığını tehdit ediyordu. Çocukları kötü şartlar altında okumak zorunda bırakmışlardı
Öğrencinin sahibi yoksa, insan yerine koyan yok!
Durum oldukça canımı sıktı. Konuyla ilgilenecek bir birim aradım. BDP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal’ın bu sorunun çözümünde yardımcı olabileceği kanaati uyanmıştı bende. Kendisine durumu anlatan bir yazı gönderdim. Sonra bu TBMM’ye soru önergesi olarak iletildi. Okula bakanlıktan dört müfettiş geldi, 25 gün incelemede bulundular. Okulda sorunların dışında çok ciddi usulsüzlükler tespit edilmişti. Basını çağırdım ama yayınlamadılar, konuyla ilgili hiçbir yorum yapılmadı. Ama 3 yıldır sabah kahvaltısı yapamayan, öğlen yemeklerinde bazen makarna bazen sadece çorba içen, akşamları haftalarca aç uyuyan çocuklara artık yemeklerde et de servis edilmeye başlamıştı. Yemeklerde meyve ve tatlı çıkıyordu.
Okul Aile Birliği başkanı seçilince okulun şartlarını iyileştirmek için de gayret gösterdik. Çocuklar artık okulun “sinema” salonunda yaşlarına uygun filmler dahi izleyebiliyordu. Okul işlerini takip etmemden rahatsız olan okul idaresi bana “görevden alındığımı” söyledi. Gerekçesi olmayan bu uygulama etnik kimlik vurgusuyla, halkın ezilmişliğini kendilerine malzeme gibi gören bir sendika tarafından yapılmıştı. Statükonun baskıcı tutumunu Müslümanlar üzerinde uygulamayı meşru gören bu zihniyetin, yaptıkları yanına kâr kalırken, muhafazakâr demokrat bilinen bir hükümet tüm bunları görmezden geliyorsa, sorunun bireysel olmadığı da anlaşılacaktır.
Zaman geçtikçe ilköğretimde başörtüsünün il il yayılmaya başladığı görüldü. Müslümanlar hayatlarını çalan sisteme karşı olması gereken yaşamlarının pratik görüntüsünü cesurca sergiliyorlardı. Hatta malum YÖK yazısıyla başlayan süreçte medya ilköğretimleri konu edinince, durum hükümet tarafından bir panikle “provokasyon” olarak değerlendirildi. Bakan Burhan Kuzu bizleri “ahmaklık”la Cumhurbaşkanı’nın eşi “cehaletle” itham ettiler. Başbakan Balıkesir’in Gönen ilçesinde yaptığı konuşmada adeta tehdit ederek hesap sormaktan(?) sert bir dille bahsetti. Zafer Üskül de çocuklarımızı elimizden alma tehdidinde bulundu.
Aynı günlerde “İslami” ya da muhafazakâr kesime ait oldukları bilinen birçok basın yayın kuruluşunun saldırı gibi haberleri de artmıştı. Bir “zaman” Ece Nur’a yapılanların utanç verici olduğunu yazan gazete, gerçeği zamanla çarpıtarak, bizi provokasyon yapmakla suçlamaya başlamıştı. Sanki yeni olmuş bir olay gibi halka sunulmuştu. Belki de devletin yeni derin politikası hayata böyle geçirilecekti!
Ece Nur’la birlikte bizim de imtihanımız ağırlaştı. Baskılar sadece kızımın öğreniminin engellenmesiyle kalmadı aynı zamanda ekmeğe muhtaç olmamız için herhangi makul bir gerekçe gösterilmeden iş çıkışım verildi. Belliydi ki, yukarıdan bir dayatma vardı. Ailemize ambargo niteliğinde bir baskı kurulmak isteniyordu.
Başörtüsü yasağı diye bir şey aslında yok
Ece Nur ise ailenin en çok etkileneniydi şüphesiz. Yaşadıkları sadece okulla da sınırlı kalmamıştı. Örneğin SBS sınavında Ece Nur’un başını açmadığını gören öğretmenler hemen başına toplanıp, sınava alamayacaklarını ifade ettiler. Varsa bir yasak, bunun suç olacağını, suçun da cezasının olması gerektiğini söyleyerek, hakkımızda işlem yapmalarında ısrar ettim. Polise de kendimi ve kızımı ihbar ederek, “Başörtüsü yasağını çiğnediğimiz söyleniyor. Bunun karşılığındaki cezayı bilmiyorum. Durumumuzla ilgili resmi bir tutanak tutulmasını istiyorum. Madem suç var, cezasız kalmasın.” deyince, memure hanım böyle bir ihbarı daha önce almadıklarını, konuyu amirlerine iletmesi gerektiğini söyledi.
Bu arada İlçe Milli Eğitim Müdürü’nü de aramıştım. Telefonu yüzüme kapadı. Sınav salonundaki görevli polis memuru İl Milli Eğitim Müdürü’nü konuyla ilgili şikâyeti aktarmak için aradı, sonuç alamadı. İşlem konusunda ısrar edince polisler böyle bir yasaklamanın cezasını bilmediklerini ve nasıl bir işlem yapılması gerektiğini bilmediklerini söylediler. Muhtemelen daha yüksek rütbeli birini aramışlar, yanıt bekliyordu.
O esnada tanımadığım bir sivil memur koluma girerek olay çıkarmadan sorunu çözebileceklerini, önce polisin gitmesini istedi. İçişleri Bakanına ulaşmak istediğimiz sırada AKP’li bir milletvekili devreye girerek benim provokatör olduğumu söylemiş, hak arayışını faşizan bir dille durdurmaya çalışmış. Diyarbakır Mazlum-der Başkanı Selahattin Çoban ise kendisine gereken cevabı vererek, “Müvekkilimin tutanak tutma talebinin yerine getirilmesi gerekir.” demiş. Biz çabalarımız sonucunda Ece Nur’un sınavının iptal edilmeyeceği cevabını aldıktan sonra Selahattin Çoban bir tutanak tuttu. Dışarıda bekleyen velilerin de şahitliğiyle son noktayı koymuş olduk. Sınav sonuçlarının gelmesiyle sınavın iptal edilmediğini görünce de ailecek oldukça sevindik. Bunun Müslümanlar adına bir kazanım olduğunu düşündük…
Açıkçası sadece kızımı değil, onun durumundaki birçok öğrenciyi düşünerek iyi bir sonuç almak istiyorduk. Ece Nur hakkındaki bir karar, herkes için emsal teşkil edebilir ve böylece sorunun aşılmasında katkı sağlayabilirdi. Bu sebeple başvurmadığım mercii kalmıyordu. Başbakanlık İletişim Merkezi’ni dahi aramış, doğru düzgün bir yanıt alamamıştım. Sonra Milli Eğitim Bakanlığını telefonla arayarak şikayetçi olmak istedim. Bu baskıların daha ne kadar devam edeceğini sordum, halkla ilişkiler uzmanı olduğunu söyleyen bir bayan konunun vahametini hiç düşünmeden “Beyefendi, kızınızın saçından rahatsız olan mı var” diyebildi! Ne demek istediğini anlayamadığımı söyleyince bu kez bana “Kanun var, kızınız başını açacak” dedi.
Siyasiler havanda su dövüyor
AKP Genel Merkezi’ni aradım. Uygulamanın kişisel baskı içerdiğini, yapılanların düşmanlık olduğunu belirterek, öğretmen ve idarecilerin baskılarını durdurmaları için yardım istedim. Bu kez karşımda kendisi de başörtülü bir halkla ilişkiler uzmanı varmış. Ama o da “Kanunların böyle olduğunu, yapacak bir şeyin bulunmadığını” söyledi. Konuyu araştırıp dönecekleri ama bugüne kadar arayan soran çıkmış değil.
Saadet Partili birkaç arkadaşın sohbetinde bulununca, haliyle Ece Nur’un durumunu sordular. Aynı olduğunu söyledim. “Partimizi aradın mı?” dediler. “Hayır, aramadım” deyince aramamı tavsiye ettiler. O dönem genel başkan Numan Kurtulmuş’tu. Onun yardımcısı olan bir beyle sorunu görüştüm. Bana verdiği cevap ise “Ne yapabiliriz ki? Milli Eğitim Bakanını görevden mi alalım, ne yapmamızı istiyorsun?” dedi. Rahatsız ettiğim için özür dileyerek telefonu kapattım. Bu görüşme esnasında tavsiyede bulunan partili arkadaşlar yanımdaydılar ve onlar da hayretle dinlediler.
CHP’yi aradığımda Mesut Değer’in yardımcı olacağı ve daha sonra geri döneceği söylendi. Henüz bir yanıt vermediler MHP’yi de aradım. Döneceklerini söylediler, hâlâ bekliyorum. (Tüm bunlar, “provokasyon” denilen süreçten çok önce olmuştu…)
Ama bu süreçte tabi ki en yaralayıcı AKP tecrübesi olmuştu. Çözmek bir yana bizi “provokatör” diye nitelendirmeleri, ellerindeki bürokratik gücü adeta bize karşı kullanmaları, sonra çocuklarımızı almakla tehdit etmeleri unutulacak gibi değildi. Kendine göre bir devlet yönetimi oluşturdukları bir dönemde, düşünceyi, inancı, vatanı, bayrağı tekleştirmişlerdi Allah resulünün “Kalbinde hardal tanesi kadar kavmiyetçilik olan cehennem ehlidir” hadisini unutmuşlardı. Kurulan yeni düzende amentüsü AKP gibi olmayanlara yer yok gibi... Kendi politikalarını meşrulaştırmak için her yol denenirken, onların siyasetine aykırı görülen her şey acımasızca yaftalanabiliyor. Gerçekten ibret verici…
Tüm bunlara tepki olarak ve nüfus cüzdanımda “İslam” ibaresinin bir anlam ifade etmediği gerçeğinden yola çıkarak “Ya İslam’ın önündeki engelleri kaldırın ya da verdiğiniz kâğıttan İslam ibaresi çıkarın” dedim. Onlar da “İslam’ın önündeki engelleri kaldırmayız” deyince kimliğimdeki İslam ibaresini sileriz dediler ve sildiler. (Bunu çok da umursadıklarını zannetmiyorum.)
Ece Nur şimdi ne yapıyor?
Ece Nur, bugüne kadar hep bana bir zarar geleceği endişesi yaşadı. Belki de kendisine yapılan baskılardan çok, çok sevdiği babasına daha büyük zarar verilebileceğini düşünüyordu. Bu hissiyat beni de üzüyordu. Annesinin, abisinin, kardeşinin üzüntüleri de bu doğrultudaydı ve bu durumumu hayli güçleştiriyordu. Ama Rabbimiz bize ailece dayanma azmi ve gücü verdi ve şu an itibariyle artık yaptıklarını çok da önemsemeden devam ediyoruz hayatımıza…
Şahsen İslami olarak nitelendiremeyeceğim bir aile yapısından geldiğim için hep dua etmiştim “Ya Rabbim, çocuklarım İslam’la şereflensinler. Ben de onların İslami problemlerinde kol kanat olayım.” diye. Rabbim dualarımı kabul etti. Benim İslam’la tanışmam sürecinde sanırım ilk imani alevlenmenin verdiği radikallikle, birçok engellemelere maruz kalmıştım ve aynı şeyi çocuklarım yaşasın istemiyordum. Hamdolsun, imanımı Rabbimin inayetiyle bu güne kadar muhafaza ettim, ailemde bu atmosferi korumaya özen gösterdim ve son nefesimize kadar da bunun böyle kalması için dua ediyorum.
Ece Nur’un sürgündeki okul yaşamı devam ediyor. Önümüzde bizi daha nelerin beklediğini bilmiyoruz. Olabilecek her ne olursa olsun, çocuklarımı sonuna kadar korumaya çalışacağım. Rabbim aynı çaba içindeki bütün Müslümanların yardımcısı olsun.
Beytullah Önce konuştu
biz de bu seyleri defalarca yasadik, ben de o zamanlar 12 yasindaydim, onca tartisma, gozyasi.. ne gecti elimize, koca bir hic! bu kucuk kizi bence bu sekilde yipratmayin, baska bir okulda baska bir yerde bir cozum bulunsun ama insan haklari derneklerine giderek, kocaman kocaman adamlarla tartisarak bu kizcagizi uzmeyin, cunku elinize hic bir sey gecmiyor (ahkam kesecek hanimlar ve beyler icin not: bu konuda haricten gazel okuyan slogan muslumanlarina prim verecek degilim!) ( e d i tö r d e n n o t : değerli okurumuz, babası da mı kızıyla ilgilenmesin?! sanki burda ahkam kesen konumunu üstlenmiş bir duruma düşmüşsünüz sanki!? ecenur ile ümmet ilgilenmedi. babası onun için kavga verdi. babasının kavgasında yalnız mı bıraksaydık sizin gibi düşünüp... sağır mı kalsaydık!!!!!!! zaten bir şey geçmeyecek mi deseydik elimize.. ah yenilmişliği kabullenmişlik! ahh!)