Kâinat insanın hem doğası hem de duasıdır

İnsan sorumluluk yüklenmiş “yaratılmışların en şereflisi” olmak gibi bir kıymete sahip. Bu üstünlüğü sürdürebilmesi haddini bilmesine ve Allah’ın çizdiği hududa riayet etmesine bağlıdır. Turgut Akça yazdı.

Kâinat insanın hem doğası hem de duasıdır

Kitaplar okunmak için yazılır, resimler bakılmak için çizilir. Kâinat; yazılarıyla, resimleriyle kocaman bir kitap olarak önümüze serilmiş ki okuyalım anlayalım, idrak edelim. Kâinat dediğimiz; bizim gördüğümüz ve göremediğimiz, anladığımız ve anlayamadığımız, kavradığımız ve kavrayamadığımız âlemde, yine o kitabın içinde “yaratılmışların en şereflisi” olarak insan neye tekabül eder? Şimdilik bu bir soru olarak kalsın aklımızda. İnsanın, kendini tanıması ve bilmesi için, içinde bulunduğu âlemi bir kitap gibi cüz-cüz, sayfa-sayfa okuması ve anlamaya çalışması gerekmektedir. Duanın bir anlamı da Yaratanı hatırlamak, eserine ibret nazarıyla bakmaksa, kâinat insanın hem doğası hem de duasıdır.

Üzerinde yaşadığı, yaşamını sürdürmek için ekip biçtiği, tarifi imkânsız lezzetleri veren arz ve içinde barındırdığı mahlûkat, nebatat ve cemadat okunmayı ve kavranmayı bekler insanoğlundan. Direk gibi dikilmiş dağlar, onların eteklerine serilmiş ovalar, bozkırlar, kumdan tepeler, çöller, çölleri yaran denizler ayrı bir cüz olarak okunmayı, bir nebze olsun anlaşılmayı ister. Kol kola vermiş ormanlar, bir vücudu besleyen damarlar gibi toprağa hayat veren ırmaklar, dereler, göller ve içinde barındırdıkları… Keşfedilmemiş mağaralar, ağaçlar ve onların dallarına konmuş kuşlar okunmak için yaratılmıştır. Semavât; ay, güneş ve diğer gezegenlere, yıldızlara ibret nazarıyla bakmalıyız. Iğıl-ığıl, tane-tane yağan yağmur, uça-uça inen kar taneleri… tane-tane değil de birleşip devasa bir tabaka halinde yeryüzüne inseydi halimiz nice olurdu! İşte bunu okumak, anlamak ve idrak etmek gerekmez mi?

Bütün canlılar gıdasını topraktan alıyor ve neticede hepsi toprağın gıdası oluyor. Toprak beslediklerinden besleniyor. “Canımız bu bedenden ayrıldığı gün iki tuğla koyarlar mezarımıza, ondan sonra başka mezarlar için tuğla olmak kalır çamurumuza.” Bu sözü bir duvar yazısı olarak hatırlıyorum. İnsanoğlu mücadelesini kâinat üzerinde veriyor. Kâinat kâh insanın mücadelesinin sahnesi oluyor, kâh insan mücadelesini tabiata karşı sahneliyor. Yaratılmışlar hep bir ihtiyaç halinde dünyadaki hayatlarını sürdürürler ve bu ihtiyaçlarını arz üzerinden karşılarlar. İnsan toprağı sürer, eker, buğday göğem olur sonra başağa durur. Mustafa Kutlu’ya ait sanırım şöyle der; “İnsanoğlunun kaç bin yıllık dostu; toprak bir, buğday iki.  İnsanın toprağa sırtını dönmesi olası değildir, ancak sırtını verebilir toprağa insan.

Bu esnada tabiatı da bir şekilde imar eder insanoğlu. Yani yaşadığı dünyayı imar etme gibi bir sorumluluğu da var insanın. Pekiyi dünyanın imara ihtiyacı mı var? Dünya imar edilmeden, dokunulmadan mükemmel değil mi, güzel değil mi? Elbette güzel. Ancak Yaratan; bir süreç olarak yaratılmışlara kâinat üzerinde sanatlarını icra etme ruhsatı vermiş. Bu, yaratılmışların kendi tabii ihtiyaçlarını karşılama eylemidir. “Yaratılmışların en mükemmeli” olan insanın tabiata karşı böyle bir sorumluluğu vardır. Bu vazife icra edilirken sayısız güzellikler çıkar ortaya. Lâkin kâinatın hâkimi değildir insan. Burada kurallar ve Allah’ın koyduğu sınırlar vardır. Bu da tabiatın hakkını hukukunu korumak haddi aşmamaktır. Buna riayet edilirse ortaya güzellikler ve süreklilik çıkar. Aksi takdirde ortaya çıkan çirkinliktir, ifsattır, devamlılığın zora girmesidir. Allah (c.c) insanoğlunu gururu ve kibri için uyarırken yer ve dağ karşılaştırmasında bulunuyor: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma, çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (17/37)

İnsan kâinatın içinde ama kâinatın sıradan bir cüz’ü değil. İnsan sorumluluk yüklenmiş “yaratılmışların en şereflisi” olmak gibi bir kıymete sahiptir. Bu üstünlüğü sürdürebilmesi haddini bilmesine ve Allah’ın çizdiği hududa riayet etmesine bağlıdır.

Okuyup idrak edersek şayet, tabiat bizim için bir okul vazifesi görmektedir. Biz mücadeleyi, sevinmeyi, coşmayı, hüzünlenmeyi, sabretmeyi, zamanın anlamını tabiata bakarak onu okuyarak öğreniriz. Tabiat bizi kendine benzetir. Baktığımızda, her coğrafyanın insanının duygularının, olaylara verdiği tepkilerin farklı oluşundan anlarız bunu. Bu, farkında olmadan tabiatın bizi eğitmesidir. Bize düşen tabiatın bize sağladığı bu birikimle, kâinat kitabını idrak derecesine ulaştıran derin okumalar yapmamızdır.

Turgut Akça

YORUM EKLE