“Sen, meydanlarda büyümüş çocuk. Caddelerde ve sokaklarda bir yapraktın belki, esen rüzgârlarca kımıldayan. Sen hangi aşkları içinde taşıdın da şimdi ölümün yolunu gözlüyorsun? Kalabalıklardaydın sen. Dudaklarında başkaları için, sana ait olmayan tebessüm provaları yaparken, ben meydanlardan kitaplara çağırdım seni. Toplu sesler çıkardım içimden, dağlarda yankılandı. Meydanlarda uğuldadı, sen duymadın… Sanki biz göçebeydik, o insan, bu insan, hepsinin içinden geçtik. Şimdi de bize sunulan yığınla yırtık resimler ve parçalanmış binlerce hayat…”
Üstad’ın yanına böyle varılır mıydı?
Vücudumuzun her zerresi yorgunluk ve havadaki güneşle beraber uykuyu davet ediyordu. Birkaç saat Taksim Meydanı’nda bayrak sallamaktan ağrı giren kollarımızda da derman kalmamıştı. Üstelik bugün deniz ulaşımından başka da hiçbir çaremiz yoktu.
Tüm bunlara rağmen Selim, Sezai Karakoç’u ziyaret ederek bu günü taçlandırmamızı istedi. İtiraf etmeliyim ki bu yorgunlukla göze alamadım. Üstelik üstümüz başımız terdi, havanın sıcaklığından. Böyle bir halde Üstad’ın önüne çıkmak hoş olmaz diye düşündüm bir an. Yine de, isteğini geri çeviremedim. Alparslan da ısrar etti. ‘Peki gidelim’ diyerek vücudumda kalan son takati bacaklarıma verdim.
Kapitalizmin kalesi ‘Kanlı 1 Mayıs’ belgeselini yayınlıyor
İstiklal Caddesi insan trafiğine açılmıştı. Mephisto’nun camına bir LCD koymuşlar. 1977 kanlı 1 Mayıs’ının belgeselini gösteriyorlar. Çok ilginçti yaşanan, bir müzik dvd’sinin kırk-elli liraya satıldığı bu mekân, önüne toplanan kalabalığın karşı olduğu sistemin bir kalesiydi. Biz yolumuza devam ederken de belgesel bitmiş, arkamızdan bir alkış tufanı kopmuştu…
Karakoç’a çıkan merdivenleri bile tasvir etmişlerdi
Karaköy–Eminönü–Sultanahmet. Cağaloğlu yokuşunu ayaklarımızı hissetmeden çıkıyoruz. Biraz daha yürüdükten sonra nihayet Diriliş Yayınları’nın kapısına kadar geliyoruz. Tam burada, merdivenleri çıkarken birçok yazarın üstad ile ilk görüşmesine dair yazıları geliyor aklıma. Çıktıkları merdivenleri bile tasvir etmeleri. Nitekim bütün bunlar aklıma geldikçe heyecanım da artıyor. Yayınevinin zilini çalıyoruz. Daha önce bir kez daha rastladığım görevli abi bizi içeriye buyur ediyor. Üstad’ın burada olup olmadığını soruyoruz ve yirmi dakikaya kadar geleceğini, ardından bir müddet kalıp hemen ayrılacağını söylüyor bizlere. ‘O zaman aşağıdaki ocakta bir çay içelim biz’ diyorum…
O da bir “veri” neticede
Aşağı kapının hemen önünde küçük bir masayla birkaç tabure var. Oraya oturuyor Selim ve Alparslan. Çay ocağından içeriye doğru başımı uzatıp üç çay söylüyorum. Burada gördüğüm bir manzarayı aktarıp aktarmamak konusunda epey düşündüm. Sonra bu ironinin de bir “veri” olduğuna ve kullanılması gerektiğine karar verdim. Gördüğüm şey sanırım yağlı boya bir tablo idi. Şuh bir kadın resmi, göğüsleri tamamen açık denecek bir biçimde zaten birkaç metrekare olan çay ocağının duvarının üçte birini kaplıyordu. Bunu masaya gelince söyledim. Selim de, Alparslan da epey çıkıştı kendi kendilerine…
Sezai Karakoç’u neden yok sayıyor onlar?
Suskunluğu tercih ettim ben. Ki; bilmiyor muyuz; Üstad “tekkeyi bekliyor.” Etrafımıza, oturduğumuz mekâna bir bakalım: Sokağın iki yanından da, çıplak, değersiz et parçaları geçiyor. Arkamızdaki arabanın sahibi gelip, önüne park etmiş aracın orada olmayan sahibine dümdüz küfrediyor. Arabaya sürte sürte çıkıyor bulunduğu yerden…
Yaşadığımız her an’ı, ahir zamanın ikindi vaktinde olduğumuzu kanıtlarcasına hareketleriyle bir sinir harbine çeviren bu insanların arasında, Sezai Karakoç çamura düşen bir altın gibi. Ve yediğimiz ekmeğin bilincinde, şükründe olduğumuz gibi, aynı derecede şunun için de bilinç ve şükür sahibi olmalıyız: Karakoç, bir ideolojinin omuzunda yükselerek bulunduğu konuma gelmedi. Çünkü sistemlerin parası vardır, reklamı vardır. Bunun için, yani bir sisteme dâhil olmadığı için yok sayılıyor. Bunun farkında olanlar da, onu can-ı gönülden seviyor.
“Keşke bir gazetemiz olsaydı…”
Yukarıya çıkıyoruz. Selim, Yitik Cennet kitabını alıyor. Merdivenden yukarıya çıkan birileri olduğunu duyuyor, hemen odaya geçiyoruz. Ve beklediğimiz an geliyor. Koltuğundan masasına, taburesinden her ayrıntısına kadar her eşyasının en az yirmi yıllık olduğu bu dervişâne odaya giriyor Üstad selam vererek. Arkasından da, daha sonra Gebze’den ziyarete geldiklerini öğrendiğimiz üç genç arkadaşımız giriyor. İki dakika kadar masada sessizce oturup bir kağıda bakıyor. Sonra bizlere ‘hoş geldiniz’ deyip teker teker isimlerimizi soruyor. Bu arada çaylarımız geliyor. Gebze’den gelen arkadaşlarımızdan biri, “Üstadım İzmir mitinginizi iptal ettiniz mi, yoksa yapacak mısınız?” diyor. Bu esnada ben de, o sözüne başlamadan önce, “neden miting için ilk olarak İzmir’i seçtiğini” soruyorum. Tekrar girişimlerde bulunduklarını, İzmir’i seçmesinin özel bir sebebinin olmadığını, sadece, batıdan başlayarak doğuya doğru gitme düşüncelerinin olduğunu ifade ediyor. Bir yerden başlayacaktık ve İzmir olarak seçtik bunu diyerek sonlandırıyor bu bahsi.
Sohbette; Alparslan, “Üstadım hiç şiir yazdınız mı son zamanlarda” diye bir soru soruyor. Üstad gülüyor ve “artık siz gençler yazın” diyerek birkaç kelam ediyor. Ardından yarım saat boyunca, arkadaşların siyasî soruları bağlamında, daha çok siyasî bir konuşma yapıyor Üstad. Benim bir ara ona gözlerimi kırpmadan bakmamla duygulanmam bir oluyor. Gözlerim doluyor, bunu fark edip sürekli bana bakıyor konuşurken. Sözünün bir yerinde: “Keşke bir gazetemiz olsaydı” diyor. Zihnime, kalbime bir çengel gibi gelip ilişiyor bu söz. Öyle içten bir edayla söylüyor ki bunu…
İçeride Sezai Karakoç’un olduğunu bilmiyor musunuz?
Topu topu kırk beş dakika olan bu ziyarette, görevli abi içeriye giriyor ve bulundukları hanın kapanma vaktinin geldiğini söylüyor. Üstad da gülerek, “bizim han biraz erken kapanıyor gençler, kusura bakmayın” diyor. Gözlerim yaşlı, gülüyorum. “Siz” diyorum içimden; “bu medeniyeti, Doğu’yu, alnı aydınlık insanları, çeşmelerinden akan sularıyla Anadolu’yu, İbrahim milletini, sevdiğinizi, kötülükleri şerha şerha yarıp bizim kalbimize akıtan siz, bu köhne hanın kapanma saati geldi diye gidebiliyor musunuz? Bu han’ı kapatanlar, içeride Sezai Karakoç’un olduğunu bilmiyorlar mı?” Telefonuma bir mesaj düşüyor: “Onu görmek nasıl bir şey?..” ‘Nil’in bütün suyunu içmiş de kanmamış bir çöl gibi içim’, diyorum… Babasını, Yakub’u gören Yusuf gibi…
Taha Süren ‘iyi ki gitmişim’ diyerek yazdı
iyi gözlem için iyi duruş var bu haberde. teşekkürler taha süren