Kelam ilmine yeterince vâkıf olmamaktan doğan meal hataları

"Kur’an’da öyle bir ayet grubu var ki onlara verilen yanlış mealler, peygamberlerin masumiyetini yaraladığı gibi anlam olarak da asla da anlaşılmamaktadır. Mealciler sayfaya dikkatli baksalar yazdıklarının ne kadar çelişkili olduklarını göreceklerdir." Dr. Mehmet Sürmeli yazdı.

Kelam ilmine yeterince vâkıf olmamaktan doğan meal hataları

                                                                                                                         

Meallerde bu tip hatalar çok olmakla beraber vereceğimiz örnek, peygamberlerin masumiyetini yok eden veya masumiyete gölge düşüren mana üzerinden olacaktır. Ehlince malumdur ki peygamberlerin bazı sıfatları vardır. Klasik kelamcılar bunları; sıdk, emanet, fetanet, ismet ve tebliğ diye vermişlerdir. Biz de konuyu Kur’an-ı Kerim’den araştırdık ve peygamberlerin sıfatlarıyla ilgili şu başlıkları tespit ettik:

1. Ahlak-ı hamide

2. Sıdk (Doğruluk)

3. Emanet

4. İsmet

5. Tebliğ

6. İlim

7. Talim

8. Tebyin

9. Teşri

10. Temsil

11. Fetanet

12. İzzet

13. Sehavet/Cömertlik

14. Rahmet

15. Şecaat

16. Adalet

17. Siyaset (Velayet)

18. İffet (Hayâ)

19. Hilm

20. Tebşir

21. İnzar

22. Şehadet

23. Sabır

24. Şükür

Bu saymış olduğumuz niteliklerin tamamı Kur’an’dan alınmıştır. Her birisi nebevi bir niteliktir. Bunlar içerisinden masumiyet veya ismet üzerinde duracak olursak, ismet; peygamberlerin ilahi koruma altında olup asla günah işlememeleridir. Davet ve tebliğde en iyiyi yapmak isterken bazı durumlarda isabet edememişler ise buna “zelle” denir. Zelle; iradeli bir hata, günah veya asla isyan değildir. Söz ve fiilleri dinin beyanı ve temsili olan peygamberler günah işleyecek olurlar ise dinin masumiyeti ortadan kalkar. Bu duruma inanmak çok tehlikelidir; insanı küfre götürür. Kanaatimize göre peygamberler, nübüvvet öncesi de masumdurlar. Böyle inanıyoruz. Eğer masum olmasalardı, dinin tebliğ döneminde muhalifler bunu davetin aşamalarında aleyhte kullanabilirlerdi. Örneğin; “Daha düne kadar sen de putlara secde ediyordun” gibi sözlerle, peygamberlerin önlerini kesebilirlerdi. Üstelik “masum” kelimesinin edilgen olduğunu düşünürsek, koruma işinin Allah tarafından yapıldığı sonucuna varırız. Dil bilenler bizi daha iyi anlarlar.

Kur’an’da öyle bir ayet grubu var ki onlara verilen yanlış mealler, peygamberlerin masumiyetini yaraladığı gibi anlam olarak da asla da anlaşılmamaktadır. Mealciler sayfaya dikkatli baksalar yazdıklarının ne kadar çelişkili olduklarını göreceklerdir. Meal hataları grubunda hem meal hazırlayanların kelâm bilmediklerini, hem dilde iyi olmadıklarını hem de bir peygamberi deneme yanılma yoluyla Allah Teâlâ’ya imana ettirdiklerini muhtevi ayetler, Enam suresindeki şu ayetlerdir: “وَكَذٰلِكَ نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِن۪ينَ  فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ الَّيْلُ رَاٰ كَوْكَبًاۚ قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ  فَلَمَّا رَاَ الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ فَلَمَّٓا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِن۪ي رَبّ۪ي لَاَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّٓالّ۪ينَفَلَمَّا رَاَ الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هٰذَا رَبّ۪ي هٰذَٓا اَكْبَرُۚ فَلَمَّٓا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ  اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفًا وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ” “İşte böylece Biz İbrahim’e, tam ve kesin bir imana ulaşabilmesi için, göklerdeki ve yerdeki (ilâhî) hükümranlığı ona öğretiyorduk. (Halkına sürekli öğüt veren İbrahim) gecenin karanlığı üzerine çökünce, apaçık yıldız gördü ve (bakın ey insanlar) bu mudur benim Rabb’im?” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi. (Başka bir zaman İbrahim) Ay’ı doğarken görünce, “Peki, bu mu benim Rabb’im? batınca, (Dinleyin ey insanlar!) Eğer gerçek Rabb’im (olan Allah) beni doğru yola iletmemiş olsaydı, kesinlikle, şu (doğru yolu şaşırmış) sapıklardan biri olurdum!” dedi. (Bir sabah vakti) güneşi doğarken görünce, “Sizin iddianıza göre, benim Rabb’im bu öyle mi!? Çünkü içlerinde en büyüğü bu!” dedi. Fakat o da batınca, “Ey halkım!” diye seslendi, “Bakın; ben, sizin Allah’a ortak koştuğunuz her şeyden uzak olduğumu ilan ediyorum!” Çünkü ben, (her türlü sapık inançtan uzaklaşarak tevhide yönelen) bir hanif/Müslüman olarak, yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim (ve tüm benliğimle O’na yöneldim. Haberiniz olsun) ben, (Allah’tan başka otoriteler tanıyan şu) müşriklerden biri değilim (ve asla da olmayacağım!)”[1]

Meal yazarlarının çoğu tarafından İbrahim Peygamber’in gök cisimlerini görünce; “قَالَ هٰذَا رَبّ۪يۚ” ifadesi bağlamından ve diyalektik anlayıştan koparılarak; “Benim Rabbim budur” diye yapılan çeviriler, tek kelimeyle fecaattir. İlk kaynaklardan birine baksalardı ulü-l azm bir peygamberi önce yıldıza bakan bir putperest, sonra da deneme yanılma yoluyla Allah’ı arayan biri konumuna düşürmezlerdi. Zira ilk kaynaklardan el-Vâdıh müellifi der ki ayette aya, yıldızlara ve güneşe tapınan kâfirlerle istihza vardır.[2] Bu durumu anlamayan meal hazırlayıcıları bir peygambere iftira attıklarının acaba farkındalar mı? Bu ayetle ilgili büyük müfessir Taberî’nin sadra şifa görüşlerini paylaşmakta yarar görüyoruz. Taberî tüm görüşlere yer verdikten sonra tercih ettiği görüşü en sona alarak şöyle bir nakilde bulunmuştur: Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bir insanın gök cisimlerini görünce; “Bu benim rabbimdir” demesi caiz değildir. Zira İbrahim tüm zamanlarda Allah’a iman etmiş, tevhid etmiş ve Allah’tan başka tüm ibadet edilen varlıklardan uzak durmuştur. Şayet böyle olmasa ve gök cisimlerini ilah kabul etseydi, hayatının bir kısmında kâfir olurdu. Bu ise peygamber olarak seçilen biri için asla caiz değildir. Baştan itibaren ilahi lütuflara sahip olan bir peygamber böyle diyecek olsaydı cahil bir toplumla müsavi olurlardı. Onun; “Bu benim rabbimdir” sözü İstifham-i inkâridir. Amacı kâfirleri uyarmak ve kınamaktır. İfade kalıbının başındaki istifham/soru elif’i düşmüştür.[3] Bu görüşün karşısında cılız görüşler serdedilmiştir ama hiç birisi mukni değildir. Zaten ayetin başında İbrahim Peygamberin ilahi bir eğitimden geçirilmesi; Rabbani hükümranlığa şahit kılınması ve hemen sayfanın sonunda tevhidi bakışını en üst seviyede yansıtması, bu cılız iddiaların yersizliğinin ispatıdır. Bizim meal hazırlayanlarımız ayetlere hiç olmazsa sayfa bütünlüğü içerisinde bakmayı bilselerdi böyle garip bir hataya düşmezlerdi. Her fırsatta; “Ben müşriklerden değilim” diyen bir tevhid önderini deneme yanılma yoluyla Allah’ı aratmazlardı. Bu garip yaklaşımdan dolayı ilkokulların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabına; “İbrahim; Allah’ı arayan adam” başlıklı garip anlatım konulmazdı. Hikâyeler yazılmazdı. Aynı ayetle ilgili müfessir Hazin şöyle demiştir: İbrahim peygamber, bu ifadesiyle kaybolup giden varlıkları tazim eden ve onlara ibadet eden kavmine cehaletlerini göstermeyi arzu etti. Taberî gibi Hazin de ayette tevbih/azarlama ve kınama olduğu kanaatindedir. Ayette “istifham-ı inkâri” vardır demektedir. Arap edebiyatında bu tip istifham/soru tiplerinin çok olduğunu ifade etmektedir.[4] Bu açıklamalara göre, bir meal hazırlamak yerine daha önce verilmiş bir meali tercih eden meal yazarları anlamsız ve tutarsız şeyler yazmışlardır. Ayetteki istifham-ı inkâriyi en azından görebilen az sayıdaki meal hazırlayıcısının isimlerini verelim: Ahmet Tekin, Ali Fikri Yavuz, Hasan Basri Çantay, Mahmut Kısa, Abdullah Parlıyan, Hayrat Neşriyat Meali, Mehmet Akif Ersoy ve Mehmet Okuyan.

Yukardaki tahlilleri hiç görmeyen Diyanet meallerindeki anlamlar oldukça sorunludur. Peygamber’e Allah’ı aratmaktadır. Diyanet meali: “Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi.” Ayeti ifade biçimi bile mealin yanlış olduğunu haykırırken uzmanlar(!) niçin görmediler? Sonra hiç mi bakmadılar? Azim sahibi bir peygamberin masumiyetini hiç mi düşünmediler? Bayraktar Bayraklı şöyle bir meali verip sonra tekrar okuyunca nasıl irite olmadı: “Üzerine gece basınca İbrahim bir yıldız gördü: “Budur rabbim” dedi. Yıldız batınca, “Batanları sevmem” dedi.”

Mealinde öz Türkçeyi tercih edeceğim derken din dilinden ve kavramlardan uzaklaşarak garip manalar veren ve bize göre baştan sona sorunlu meallerden olan Hüseyin Atay’ın mealinde ise Enam suresindeki bu ayetlere şöyle anlam verilmiştir: “Hani! İbrahim, babası Azer’e “Putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni ve ulusunu açık bir şaşkınlık içinde görüyorum” demişti. İbrahim'e, böylece göklerin ve yerin hükümranlığını gösteriyorduk ki kesin bilgililerden olsun. Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü, “İşte, bu Rabbim!” dedi. Yıldız batınca, “Batanları sevmem” dedi. Ayı doğarken görünce, “İşte, Rabbim bu!” dedi. O da batınca, “Eğer, Rabbim bana doğru yol göstermezse, and olsun sapan ulustan olurum” dedi. Güneşi doğarken görünce, “İşte, Rabbim bu, bu daha büyük” dedi. O da batınca, “Ey ulusum! Doğrusu, ortak koşmanızdan ben uzağım” dedi. Doğrusu, doğruya yönelen bir kişi olarak ben yüzümü gökleri ve yeri Yaratana çevirdim. Ve ben ortak koşanlardan değilim. Ulusu onunla tartışmaya girişti. Beni doğru yola koymuş olan Allah hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? O'na koştuğunuz ortaklardan korkmuyorum. Eğer, Rabbim bir şey dilerse, o ayrı. Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmüyor musunuz? Allah'a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım, oysa siz, hakkında size güçlü bir belge indirmediği şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. Biliyorsanız, iki toplumdan hangisi güvene daha layıktır?” Tam bir deneme yanılma yollu anlatım, bir sürü muğlak ifadelerle malül bir meal. Muhammed Esed ise şu anlamı vermiştir: “Sonra, ayın doğduğunu görünce, “Benim Rabbim bu!” dedi. Ama ay da batınca, “Gerçekten, eğer Rabbim beni doğru yola iletmezse ben kesinlikle sapıklığa düşmüş kimselerden olurum!” dedi.” Mustafa İslamoğlu’nun meali ise şöyledir: “Sonra ayın doğuşunu görünce “İşte Rabbim bu!” dedi. Fakat o da batınca dedi ki: “Doğrusu eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, ben de kesinlikle sapıtan kimselerden olurdum!” Meali hatalarla dolu iken bir de tefsir hazırlığında olduğu söylenen Ali Bulaç ise şu garip manayı vermiştir:      “Ardından ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: 'Bu benim rabbim' demiş, fakat o da kayboluverince: 'And olsun' demişti, 'Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.” Süleyman Ateş ise aynı hatayı tekrarlamıştır: “Ay'ı doğarken görünce: “Budur Rabbim” dedi. O da batınca: “Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum.” dedi.” Yaşar Nuri de, Tuncer Namlı da aynı hataya düşmüşlerdir. Ayetteki inceliği Hasan Tahsin Feyizli de mealinde yakalayamamıştır. Bu örnekleri vermemdeki amaç bu zevatı asla karalamak değildir. Yaptıkları işin aşırma ve ciddiyetsiz, köksüz olduğunu vurgulamaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı Mushafların korunması hususundaki ciddiyetini başta kendi mealleri olmak üzere niçin diğer mealler üzerinden bir çalışmayla, meal sahiplerini hatalarını düzeltmeye çağırmadığını sorgulamaktır.

Risalet makamına yaraşmayan anlamlardan biri de Duha suresinin 7. Ayetine verilmiştir. Daha önce de açıkladığımız üzere peygamberler masum; Allah Teâlâ tarafından korunmuş insanlardır. Bu korunmanın hikmeti, İslâm’ın yarınlarını garanti altına almak ve dini her türlü şaibeden korumak içindir. Bu çerçevede Duha suresinin 7. Ayetiyle ilgili şunları söyleyebiliriz. Bu ayetteki “ضَٓالًّا” kelimesi, sapıklık demek değildir. İlk kaynaklardan itibaren kelimenin anlamları şöyledir: Nübüvetin muhtevasından ve şeriatın hükümlerinden habersiz olmaktır.[5] Rabbin seni sapıtmış bir kavmin arasında bulup hidayet lütfetmedi mi?[6] Ayetteki “dalalet” vasfı müşrik kavme izafe edilmiştir. Taberî şu anlamı vermiştir: “Üzerinde elan bulunmuş olduğun hâlin dışında bulmadı mı? Kırk yıl sapık bir kavmin içinde yaşayan ve onların içinde kalan biri olarak bulmadı mı?”[7] Bu anlamların hepsi de Resulullah’a asla sapıklığı yakıştırmayan güzel izahlardır. Olması gereken de budur. Bilinen anlamda bir sapık manasını risalet için uygun görmeyen İmam Mâturidî bu ayetle ilgili; “Geçmiş toplumların haberlerine ve bilgilerine muttali olmamak,[8] Kur’an’ın içindekileri ahkâmı bilmemek, sapık bir toplumun içerisinde yaşayan biri olarak bulmak, Mekke’de yolunu kaybedince ona varacağı yeri göstermek ve peygamber olacağını bilmezken risalet görevi vermek” yorumlarını yapmıştır.[9] Bu ayetteki “dalal” kavramına en güzel izahlardan birini Zemahşerî (ö. 538/1144) yapmıştır: “Dalal; şeriat ilimlerini ve onu elde etmenin yolunu bilmemektir.[10] Resulullah onların arasında kırk yıl kaldı ama Allah Teâlâ onu korudu. Çünkü peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da her türlü büyük ve küçük günahtan korunmuşlardır (masumdurlar). Küfürden nasıl korunmasınlar! Bir peygambere, kâfirlerin arasında (az da olsa) küfür üzerine kalmak eksiklik olarak yeter.”[11] Burada Allah’tan başkasına ibadet asla kastedilmemiştir. Münkerât ve isyanlar da söz konusu değildir. Hz. Peygamber çocukluğundan itibaren fıtrat ve istikamet üzerine yaşamıştır. Peygamberlik öncesinde de ne şarap içmiş ne de puta tapınmıştır. Asla kavminin dini üzerine de yaşamamıştır. Ayetten amaçlanan anlam; şeriatın ve dinin hükümlerine muttali olmamaktır.[12] Büyük sûfi Cüneyd el-Bağdadî (ö. 297/909) bu ayetteki anahtar kelimeye şu anlamı vermiştir: “Sen, sana indirilen kitabın beyanını (ahkâmının açıklamasını) yapmakta bocalıyordun ki Allah (c.c.) sana onun beyanını hidayet etti.”[13] İçtimai ve edebi tefsirin en güzel örneklerinden olan Fî Zilal’de Seyyid Kutup şu önemli açıklamayı yapmıştır: “Sen kırk yıl inançları ve (ilah) tasavvurları hastalıklı bir toplumun içerisinde kaldın. Onların hayat tarzlarından ve inançlarından ruhun asla tatmin olmadı. Musa peygamberin ve İsa peygamberin getirdiği dinler de tahrif edilmişti. Dosdoğru olanı bulmakta bocalamışken Allah Teâlâ sana İslâm’ı vererek en doğruya hidayet etti.”[14]

Yukarda müfessirlerin “dalal” kavramıyla alakalı görüşlerini verdik. Buna göre, Peygamber (s.a.v.)’e sapıklık atfetmek cehalettir ve kaynaklara bakmadan verilen çalakalem yorumlardır. Durum böyleyken bazı meallerden kesitler sunarak ilgili şahısların ciddiyetsizliklerini göstermek istiyoruz. Besim Atalay ki mealini 1962 yılında yapmış ve Duha suresinin 7. Ayetine şu anlamı vermiştir: “Seni yoldan azmış bulup doğru yola koymadı mı?” Böyle kötü bir meali okuyan Hz. Peygamber (s.a.v.)’i acaba nasıl tanır? İlyas yorulmaz şöyle bir meal verirken kaynaklara baktı mı? “Sonra seni sapmış bir halde bulup da sonra doğru yola iletmedi mi?” Şaban Piriş, Hz. Peygamber’e dalaleti araştırma yapmadan yakıştırmıştır. Kavramı kaynaklardan araştırma zahmetinde bulunmayınca şu bozuk çeviriyi maalesef insanlarla paylaşmıştır: “Seni dalalette bulup, doğru yolu göstermedi mi?” birçok meal de; “Şaşkın halde bulup da yol göstermedi mi?” anlamı üzerinden gitmişlerdir. Hâlbuki yukardaki araştırmaların hülasası olarak; “Seni peygamberlik ve şer'î hükümlerin içeriğinden habersiz bulup (insanlığın ıslahı için) en doğru yolu göstermedi mi?” şeklinde bir anlam tercih edilebilirdi. Peygamber Efendimize meallerinde; “sapık, dalalet ehli, şaşkın, şaşırmış” diyenler ona olan saygının yok olmasına da zemin hazırlamaktadırlar. Bu bağlamda meal hazırlayan zevata yaptıkları mealleri bir defa daha gözden geçirmelerini teklif ediyoruz. Bu sorumluluk kurumlara meal hazırlayanlar için daha da ağırdır.

Dr. Mehmet SÜRMELİ

Dipnot:


[1] Enam 6/75-79

[2] İbni Vehb, el-Vâdıh, c. I, s. 233.

[3] Taberî, Cami’u-l beyan, c.V, s. 246.

[4] Hazin, Lübab’u-t te’vil, c. II. S. 34.

[5] El-Basri, Hasan, Tefsir, c. II, s. 438.

[6] Ferra, Mean’i-l Kur’an, c. III, s. 274.

[7] Taberî, Cami’u-l beyan, c. XII, s. 624; Bagavî, Mealim’u-t tenzil (Muhtasar), s. 1023.

[8] Bak: Yusuf 12/3.

[9] Mâturidî, Te’vilât, c. X, s. 561; Ayrıca bak: Hazin, Lübab’ü-t Te’vil, c. IV, s. 393; Âlusî, Ruh’u-l meani, c. XV, s. 380; Havva, Said, El- Esas fi’t tefsir, c. XI, s. 6569.

[10] Bak: Şûrâ 42/52.

[11] Zemahşeri, Keşşaf, c. IV, s. 756.

[12] Sâbunî, et-Tefsirü-l vâdıh’ı-l müyesser, s. 1076.

[13] Âlusî, Ruh’u-l meani, c. XV, s. 382.

[14] Kutup, Seyyid, Fî Zilal, c. VI, s. 3927.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Abdullah Hanifi
Abdullah Hanifi - 2 yıl Önce

Havada yerçekimine karşı koyan bir uçağı zaman içerisinde günümüz haline getirmesine sebep olan kimselerin hataları çok feci ölümlere sebep oldu. İstenmeyen bu hatalar doğru olan ile değiştirildi. Meal yazanları da böyle görmek gerek. Onların hataları bizim doğruları öğrenmemize sebep olmuştur. Allah’ın okun dediğini, okumaya ve yazmaya karşı bir algı oluşturmak büyük bir yanılgıdır. Meal, insanın okuduğunu anlayıp yazmasıdır. Kur’an-ı Kerim değildir. Kendinde meal yazma cesareti gösterenleri gönülden tebrik ediyor, en samimi hürmetlerimi sunuyorum.