Karantina Sohbetleri’nin ilk tohumları, Necdet Subaşı’nın girişimleri, sıcak ve samimi şu mesajıyla atılmış oldu: “Değerli dostum, Yeni süreçler yeni bir takım iletişim mecralarına bizi yönlendiriyor. Gün boyu evdeyiz ve henüz bizi bekleyen sorunlar hakkında geçerliliği sınanmış çıkarımlarda bulunma imkânına sahip değiliz. Ben kendi adıma bu tatsız ama mutlaka değerlendirilmesi gereken süreçte yeni bir dil akışını devreye sokmanın gerekliliğine inanıyorum. Bu bağlamda hemen her akşam gerçekleştirmeyi tasarladığım bir iletişim mecrasında sizi de sohbete davet ediyorum.”
Bu cümleler can simidi gibiydi. Dünyanın içine kapandığı, herkesin birbirinden ürktüğü, en yakınlarından bile uzaklaşmak durumunda kaldığı bir dönemde yeniden insanla buluşmanın, dertleşmenin, paylaşmanın, halleşmenin davetiydi bu. Gönülden seve seve kabul ettik ve elimizden geldiğince bu anlamlı yürüyüşte refîk olabilmek ümidiyle yola çıktık.
Hiçbir hesap, kaygı, tasarım ve proje beklentisi olmadan tamamıyla hasbî olarak başlayan sohbetler zinciri her geçen gün yeni insanların katılım ve katkılarıyla zenginleşti, renklendi, bereketlendi, bir dostlar meclisine dönüştü. Bu sohbetlerin gerekliliğine inanarak belirli alanlarda uzmanlaşmış sözü, sohbeti yerinde konuşmacıların bulunması, iki yüzü aşkın muhtemel katılımcılara duyurulması ve her şeyden önemlisi saat 22.00’de başlayan konuşmaların gecenin ilerleyen saatlerine, hatta çoğu zaman sabahın ilk ışıklarına kadar süren tartışmaları sükûnetle, ince kıvrak manevralarla, üst düzey nezâket ve nezâhetle idare eden Necdet Subaşı’nın moderatürlüğü bu güzel topluluğun oluşmasında en önemli âmildi hiç kuşkusuz.
1 Nisan 2020 akşamı “Korana Krizi ve Toplumsal Hafızaya Yansımaları” başlıklı konuşmayla başlayan sohbetler ilk hafta her akşam gerçekleşti ve sırasıyla “İslam Dünyasında Tarihsel Kriz Süreçleri”; “Üniversite Kavramı”; “Zihnimizdeki Amerika” ve “İslâmî İlimlerde Usul Meselesi”ne dair konuşmalarla ilk evresini tamamlamış oldu. 5 Nisan’dan sonra programlar iki günde bir düzenlenmeye başladı. “Evrim Meselesi”, “STK Deneyimleri”, “İslam Dünyası Kavramı”, “Avrupa’da Din-Siyaset İlişkileri”, “İslam’ı Doğru Anlamanın Yöntemleri” ikinci haftanın üzerinde durulan ve tartışılan konuları oldu.
Her geçen gün grup üyeleri birbirine ısındı, alıştı, kaynaştı, birbirinin dilinden ve halinden anlamaya başladı. Sözkonusu toplantılara davetli olanların bir kısmı daha önceden tanışmakla birlikte büyük çoğunluk ilk defa birbirini görüyor ve tanımaya çalışıyordu. Benim açımdan da öyle oldu. Pek çok kıymetli ismi bu sayede tanıdım. Yıllar öncesinden tanıdıklarımla da yıllar sonra görüşme fırsatı buldum. İlgiler, alanlar, şehirler, ülkeler, coğrafyalar aramızda mesafeler oluşturmuştu. Tanıdıklarımın alanlarında ne kadar mesafe aldıklarını, derinleştiklerini ve gerçekten uzmanlaştıklarını hayretle ve gıptayla izledim.
Karantina Sohbetleri’yle evlerimiz “Beytü’l-hikme”ye dönüştü
İlk günlerde toplantı esnasında görülen bazı sert çıkışlar kısa zamanda yumuşamaya ve esnemeye ve kısmî önyargılar da kırılmaya başladı. Gergin yüzler tebessüm etmeye, karşılıklı şakalaşmalar, espriler yapılmaya başlandı. Evlerimiz “Beytü’l-hikme”ye dönüştü. Adeta post-modern “İhvân-ı Safâ” olduk. Zâhir ulemâsı sayıca daha fazla olsa da... Titrler, unvanlar, mevkiler, makamlar hiçbir zaman öne çıkmadı, unutuldu, anlamını, önemini kaybetti, hocalık talebelik, yaşça küçüklük büyüklük sınırları ortadan kalktı. Herkes aklı, bilgisi ve tecrübesiyle, ismiyle var oldu, varlık buldu. Özgür bir ortamdı, herkese söz hakkı tanındı, sözü kesilmedi, hiç kimse de sözünü esirgemedi, rahatça duygu ve düşüncesini ifade etti.
Türk dünyası her zaman olduğu gibi odak noktasıydı. Geleceğin Türk Dünyası’na projeksiyon tutulmaya çalışıldı. Balkanlara uzandık, Mardin’den Saraybosna’ya bir hat çizdik. Aliya Izzetbegoviç’in ruhuna Fatihalar gönderdik. Afrika kıtasında kısa bir tur attık; Libya, Tunus, Cezayir, Çad ve Mısır’da cevelân ettik, ara sokaklarında, dehlizlerinde kaybolduk adeta. Bu coğrafyada yaşayıp da Avrupa ve Amerika’yı ihmal etmek düşünülemezdi. Malcom X’i hayırla yâd ettik. Gönül coğrafyamızı da gönül dışı coğrafyamızı da ne kadar az tanıdığımızı bir kez daha idrak ettik. Tarihin derinliklerine daldık. Evliya Çelebi’mizle seyahat ettik, dünyayı dolaştık, Katip Çelebi’mizle geçmişimizi, kurumlarımızı, ilim anlayışımızı sorguladık ve yeniden değerlendirmeye çalıştık.
Ulemâ ve mutasavvıflar arasında mücadeleyle geçen târihî bir dönem, Kadızadeliler ve Sivasîler meselesi de teşrih masasına yatırıldı. İmam Birgivî’ye rahmetler diledik. Tarikat-ı Muhammediyye’yi hatırladık. Kültür ve sanata bigane kalmak tasavvur bile edilemezdi. Edebiyatta kanon nedir, nasıl oluşur, Türk sineması, Dünya sineması, sorunlar ve gelişmeler dört oturum boyunca zihnimizi meşgul etti. Müzik ve ideoloji ilişkisi irdelendi. Gelenekten devralınan mimari anlayışı sürdürmenin imkanı gözetilerek “Bir Evimiz Var mı?” sorusuna cevaplar aramaya çalıştık. “Türk Evi”ni konuştuk.
“İslam ve Bilim Tartışmaları”na temas etmeden süremezdi bu sohbetler, Fuat Sezgin’i ve İslâm bilim tarihine katkılarını bir kez daha andık. “Yapay Zeka ve Biyoteknoloji Çalışmalarında Makine ve İnsan” ilişkisi ufuk açıcıydı. Sivil din anlayışı derin ve köklü tartışmalara zemin hazırladı. Hristiyanlık, Yahudilik, misyonerlik, Türkiye’de dînî kurumsallaşma, Kilise ve misyonu, mesiyanik hareketler, Sabataycılık, Mitler ve Gerçekler, Kutsal ve Seküler, Türk Solu, Kürt Müslümanlar, Özel Mülkiyetin Oluşumu, İmar ve Siyaset İlişkisi, Üniversitenin Dönüşümü, Kamu Bürokrasisi, Algı Yönetimi vb hararetle takip edilen konulardı.
Müslümanların bir iyilik hareketine öncülük etmesi gerektiği ısrarla vurgulandı. Chomsky’den hareketle dünyayı yeniden kurgulamanın gereğine işaret edildi. Ahmet Midhat Efendi’nin üzerinde durduğu “Milli Edebiyat” ile günümüz “millî edebiyat” anlayışının farklı olduğu, o dönemdeki millîlik vasfının İslâm eksenli olduğunun altı çizildi. Ebû Hanife’nin dînî metinleri literal bir şekilde anlamadığı ve yorumlamadığı, makâsıdı esas aldığı bir kez daha yinelendi. Hicrî 3. asırda teşekkül eden ve ana hatları belirlenen din anlayışının gelişen olaylara rağmen yenilenmeyişi ilim adamlarının niteliği ve gayretkeşliğiyle ilintili olduğunun altı çizildi. İlâhiyatçıların ülkede sadece ilâhiyatçılar varmış gibi düşündükleri ve hareket ettikleri, insanlığın ortak tecrübesiyle savaşma psikolojisinden kurtulamadıkları iddia edildi. Bireyi öne çıkarmak gerektiğine dikkat çekildi.
İslam dini gökten bir paket olarak gönderilmedi
İslâm dininin gökten bir paket olarak gelmediği, gelişen hadise ve olaylara göre dinamik bir süreç takip ettiği ifade edildi. Aile hukukunu ahlâkî boyutta ele almak gerektiği konuşuldu. Batı’nın zannedilenin aksine Hristiyanlıktan ve Hristiyan kültüründen kopmadığı vurgusu önemliydi. 1800’lerden sonra misyonerlerin Anadolu topraklarına akın ederek eğitim kurumları vasıtasıyla halkı Batılı kültürü benimsemeye ve Hristiyanlaştırmaya çalışması belgeler ışığında anlatıldı. Genellikle bunların Protestan misyonerler olduğu, ilk ABD’li misyonerlerin 1820’lerde Osmanlı topraklarına geldikleri, Mormonlar’ın Sivas ve Gaziantep civarlarında faaliyette bulunduğu, 1880’lerde Sivas/Zara’da bir Mormon kilisesinin inşa edildiği, Üsküdar Amerikan Koleji’nin 1871’de açıldığı, misyonerlerin gittikleri her yerde iklim, adetler, gelenekler vs ne gördüyse yazıp kayda geçirdiği, arkalarında o topraklara dair muazzam bir yazılı miras bıraktıkları, misyoner okullarının kalitesinin artmasına paralel olarak Osmanlı eğitim kurumlarında da eğitimin kalitesinin arttığı, Bulgaristan’ın ilk üst düzey bürokratlarının Robert Kolej mezunları olmasının dikkat çekici olduğu, Yahudilikte mesih düşüncesinin Babil sürgünü sonrası oluştuğu, inançtan ziyade amelin önemli olduğunu hep bu sohbetler sayesinde öğrendik.
Yine Sefaratların Eşkanizelere göre daha entelektüel olduğu, modernitenin kurucu babalarının ekseriyetinin Yahudi kökenlilerden teşekkül ettiği bilgileri de bu sayede hafızalara kazındı. “İslam’da ruhbanlık yoktur” inancının modern dönemde “otorite yoktur” şeklinde anlaşılması, İlâhiyat Fakültelerinin de bu fikri benimseyip sahiplenmesi eleştiri konusuydu. Türkiye’de cemaatler ve aktüel tarikatlar alanında mütehassıs bulunmadığının tespiti derin üzüntülere sebep oldu. İlâhiyat Fakültelerinin gelenekle irtibatının hissî düzeyde kaldığı, ilmî ve felsefî seviyede ise fersah fersah uzakta bulunması bir başka tenkit konusuydu. Din adamlarının Türkiye’yi taşıma kapasitesinin yetersizliği, İslâm tarihini ve İslâmî ilimleri bir bütünlük içinde mütalaa etmemenin yol açtığı kusurlar ve ufuksuzluklar altı çizilen hususlardı.
Her akşam program öncesi konuşmacının konusuna dair iki üç sayfalık özet sunması, program öncesi ve sonrasında alanla ilgili kitap ve makale paylaşımları zenginleştirici ve besleyiciydi. Okunacaklar listesi her geçen gün arttı. Her sohbet veya oturuma ortalama doksan civarında katılım olması oldukça memnuniyet vericiydi. Katılımcıların pek çoğu sosyal bilimler mezunu veya sosyal bilimler alanında akademisyendi. Ağırlığı sosyologlar ve ilâhiyatçılar oluşturuyordu. İlâhiyatçılardan da İslâm tarihçileri ve dinler tarihçileri yekûnu teşkil ediyordu. Bir iki kişi müstesna fıkıhçı, hadisçi, tefsirci, kelâmcı veya İslâm felsefesi uzmanı sayıca azdı. Üst düzey bürokratlar, sivil toplum kuruluşları temsilcileri, mimarlar, edebiyatçılar, psikologlar, yapımcı veya yönetmen sinemacılar, yayıncılıkla iştigal edenler, kendilerini avâm olarak nitelemekle birlikte ciddi kitap kurtları, ustaca ince ayarlar çeken Molla Kasımlar da vardı.
Güncelden kopmadık ama güncelde boğulmadık
Zaman zaman bu gruba bir isim verme ihtiyacı hissedildi. Farklı yakıştırmalarda bulunanlar hep oldu. Enderûn Sohbetleri, İhvân-ı Safâ, Mecmau’l-bahreyn, Mecmau’l-enhur veya ebhur teklifleri tartışıldı. Keşke bu konuşmaları kaydetseydik diye düşünenler de tarihe not düşmek adına kitaplaştıralım diyen de çıktı. Bütün bunların hasbî, ıvazsız garazsız, hesapsız samimiyete halel getireceğini söyleyenlere de saygı duyuldu. Şair ruhlu birkaç kişi coşan duygularını şiirleriyle dile getirdi, gönüllere su serpti. Yaklaşık kırka baliğ olan toplantılara sürekli katıldığı halde sessizce, sükûnetle, sabırla dinlemeyi ve ibret almayı tercih edenlere gıpta edildi. Bazı kişilere öyle alışıldı ki söz almayınca, toplantıda bulunmayınca kendimizi eksik hissettik, gönülden ve içtenlikle arar sorar olduk, sesini duymak, konuşmasına kulak kabartmak istedik.
Uzun zamandır bu kadar kısa bir zamanda hem sayıca hem de kaliteli ve verimli konferans veya seminer dinlemediğimi itiraf etmeliyim. Karantina’yı karantinaya alarak kendimizi bilgi ve hikmet kampında izole ettik adeta. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan ve hatta hiç aldırmadan pür dikkat anlamaya, dinlemeye çalıştık. Kendimizi akışa bıraktık. Psikolojimizi diri tuttu bu birliktelik, tiryakisi olduk. Gruba gelen ayrılmak istemedi, bağlandı kaldı, meşru mazeretler belirterek katılamayanlar hep hayıflandı. Ortadoğu’dan da Avrupa’dan da Amerika’dan da iştirakçiler vardı. Ülkeler arasındaki zaman farkına rağmen kimi zaman havaalanında, kimi zaman yolda, bir benzinlikte mola verip konuşmaları takip edenler bizleri de yüreklendirdi, heyecanlandırdı. Daha sorumlu ve bilinçli olmamızı sağladı.
Güncel siyaset dilinden uzak, sadece bilgi ve hikmet arayışı, hiyerarşik düzenden uzak tutum ve tavırlar kalbimizi onardı. Güncelden kopmadık ama güncelde boğulmadık. Akıl, bilgi, hikmet, fikir, düşünce ve her şeyden önemlisi sağduyu hâkimdi. Evlerimiz şenlendi, bereketlendi. Birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu farkettik. Kalabalıklar içinde yalnız olmadığımızı, memleketimizin her yerinde dertli, gayretli, anlayışlı insanlar bulunduğunu görmek enerji verdi, sinerji oluşturdu. Önce insan, ünsiyet, nezaket, zarafet düsturumuz oldu. Kendi kendini var eden, yenileyen, kendini inşa eden bir oluşuma dönüştü. Bir yırtma, direniş harekatıydı adeta. Ümit ve arzu ediyorum ki bu tarz oluşumların sayısı artsın, çoğalsın, büyük bir iyilik hareketine ve medeniyet hamlesine dönüşsün. Necdet Subaşı’nın tohumlarını ektiği, kıvılcımını çaktığı, taşlarını döşediği bu nurlu yolda yürüyenler çoğalsın.
Bu grubun bir üyesi olmak benim için büyük bir bahtiyarlık. Bir insan ömrü hayatında bu kadar kıymetli dost ve arkadaşları her zaman bulamaz diye düşünüyorum. Bu kadar verimli, kaliteli, üretken, dertli, bu ülke, bu millet ve ümmet için gayret sarf eden insanlardan müteşekkil bir topluluğun mensubu olmakla iftihar ediyorum. Çok gerilerde kaldığımı görmekle birlikte onların ufkuna ve bilgisine yetişebilmek için yavaş yavaş, ağır ağır da olsa yol almaya, bu kutlu yarıştan kopmamaya çalışıyorum.
Müjdat Uluçam
Bir solukta okudum ve böylesine ilginç konuların ele alındığı ve farklı bakış açılarından geçmiş ile gelecek arasında bağların kurulduğu etkinlikte dinleyici olarak da bulunamadığım için çok şeyi kaçırdığımı düşündüm ve üzüldüm.
Hayrlı olsun.