Hukukla millet ideali arasında devletin yeri

"Hukukun toplumun ontolojik potansiyelini tümüyle reel bir oluşa ve serbestiyete kavuşturabilmesi ne mümkün ne de belki kabule şayan bir şey sayılır. Zira toplum bir tarafıyla somut, bir tarafıyla kurgusal bir varlıktır." Ali K. Metin yazdı.

Hukukla millet ideali arasında devletin yeri

Siyasetimizin trajedisi ulusla millet, ulusçu ontolojiyle milletçilik ontolojisi arasındaki gerilimi ve sürtüşmeyi gidermekle de alakalı. İki ayrı ontolojinin egemenlik mücadelesi siyasetin geleneksel çatışma zeminini oluşturuyor. Toplumsal ve siyasal hayatiyetimizi teşkil eden unsurların, millet idealiyle demokratik eşitlik arasında tesis edilen iki uçlu bir yapı ve ahenk içinde ontolojik bir güvenceye kavuşturulması, son derece zorlu ve kritik, fakat üstesinden gelinmesi gereken bir mesele olarak önümüzde duruyor.

Bireyler, gruplar, muhtelif toplumsal kesimler arasındaki çatışmaların sebebini anlamanın pek de zor olmadığı malum. Toplumun tamamen mütecanis bir birlik içinde olmadığını her gün yaşamakta olduğumuz sürtüşme ve gerilimlerden kolaylıkla ayırt ederiz. Aile kurumuyla toplum arasında kurduğumuz benzerlik "metaforik" amaçla bile olsa aslında ciddi bir gerçeklik payı taşır. Çatışmasız bir toplum tasavvuru ne kadar hayali ve irreelse, aile de kendi ilişkiler ağı içinde öyledir. Nitekim çatışmasızlıktan makbul bir şey gibi söz edilmesi son derece eleştiriye açık bir konformizme çanak tutar. Adaletsizliğin ve hiyerarşik yapılanmaların egemenlik kurduğu her toplumsal kurum ve ilişki çatışma potansiyelini bünyesinde taşır. Değilse henüz "reşit" hale gelememiş insanlık durumlarından bahsetmemiz pek de yanlış olmayacaktır. Ne ki gerilimlerin fiili bir çatışmaya dönüşmesi zaman ve zemine bağlı koşullarla mukayyettir. Ne de olsa biz insanlarda pragmatik davranmaya bir yatkınlık vardır; "rasyonel" varlıklar olarak reel dünya ve ilişkiler içinde genellikle "çatışmayı yönetme" eğilimi içindeyizdir.

Kolektif irade

Daha başka ifadeyle, birlik beraberlikten elde ettiğimiz "fayda"yı çatışmanın getireceği sonuçlara yeğlemekteyizdir. Sevgiyi de bir ihtiyaç diye düşünecek olduğumuzda, aile hayatı ile toplumsal hayat arasındaki ontolojik benzerlik bütün açıklığıyla görülmüş olur. O yüzden aileyi toplumun en küçük hücresi/yapı taşı olarak tanımlamakta büyük isabet vardır. Her iki birliğin de "sözleşme" yani karşılıklı hak ve mükellefiyetlerle teminat altına alınmasına gelince, bunun söz konusu ilişkilerin doğasını/içeriğini ontolojik olmaktan çıkararak genel iradenin -daha çağdaş ifadesiyle kolektif iradenin- buyruğu doğrultusunda biçimlendirdiğini biliyoruz. Dolayısıyla hukuk yani devlet ontolojik varlığı yok etmemiş ama kolektif akıl ve irade adına sınırlandıran ve çatışmaları olabildiğince elimine eden bir rol üstlenmiştir. Böylece ontolojik varlıkla hukuk/devlet arasında bir gerilim hattı da kendiliğinden oluşmuştur.

Toplumun ulus olma hali

Hukukun toplumun ontolojik potansiyelini tümüyle reel bir oluşa ve serbestiyete kavuşturabilmesi ne mümkün ne de belki kabule şayan bir şey sayılır. Zira toplum bir tarafıyla somut, bir tarafıyla kurgusal bir varlıktır ("varlığa dönüşmüştür" demek belki de daha doğru olacaktır). Cemaat ve topluluktan farklı olarak daha kapsamlı ve organize bir birlik olan toplum; kurgusal, soyut bir takım değerler ve kimlik aidiyetleri içinde bütünleşme imkanını yakalayabilmekte, bütünleşebildiği ölçüde toplum olma kabiliyetini göstermektedir. Modern dünyada bu bütünleşme "ulus" niteliğini kazanarak toplumu olabildiğince homojen bir varlık haline getirir. Nitekim Benderson'un ulusu "hayali cemaat" metaforuyla tasvir etmesi ironik bir noktaya işaret ediyor görünmekle beraber son derece açıklayıcı ve isabetli bir tespit içermektedir. Ulus/millet kavramı etrafında geliştirdiğimiz ideallerin veya ideolojilerin yumuşak karnına dikkat çekmesi açısından çarpıcı niteliktedir.

Adına ister toplum ister ulus diyelim fark edeceğini sanmam, görece homojen yapılar sayabileceğimiz toplulukların kolektif iradeye dayalı bir birliktelik dünyası içinde bütünleştirilmesi, günümüz siyasetinin belki de en çetrefil meselelerinden biridir. Ulusçu yaklaşımların "topluluk"ların kimlik haklarını ve ontolojik saygınlığını ya göz ardı ederek ya da imha ve iptal ederek tamamen bireyi merkeze alan vatandaşlık haklarıyla kolektif iradeyi somutlaştırmayı hedef alması, içerdiği sınırlar ve paradokslar bakımından kendisini giderek ele vermeye başlamış gözüküyor. Modern dönemler içinde dinin yerini aklın almasıyla başlayan sekülerleşme/laikleşme süreçleri, özgürlükler açısından meseleyi köklü bir çözüme kavuşturmak yerine daha sofistike bir hale getirmiş gibidir.

Akılcı özne ve siyaset

Kendisini evrensel değerlerle özdeşleştiren aklın/akılcı öznenin siyasal alanı tamamen kendi iktidarı altına alma iddiası bugün geçerliliğini artık önemli ölçüde yitirmiştir denebilir. Kabul etsek de etmesek de dünya gerçekliği bugün daha demokratik, daha özgürlükçü bir siyasete doğru evriliyor. Yaşadığımız siyasal evrimi kavrayamazsak, sadece zamanın ruhunu kavramamakla kalmayacak, dünyanın dışına doğru itilme tehlikesiyle burun buruna geleceğiz. Bugün bu tehlikeyi çok fazla hissetmiyor olmamız, söz konusu evrimin ne zandan ibaret ne de çok uzun dönemli bir süreç olduğunu gösterir.

Ulus versus millet

O yüzden dünyanın (tarihin) gerçek anlamda öznesi olabilmek için tarihin akış hızını yakalamak zorundayız. Gerek tarihin evrimsel sürecine gerekse toplumsal, siyasal arenada bulunduğumuz konjonktürel koşullara baktığımızda siyasette pragmatizmi aşacak güçlü modellemelere ihtiyacımız olduğunu görmek gerekiyor. Reel siyaset açısından pragmatizmin hepten yadsınamayacağını biliyoruz elbet. Ancak bütünleştirici ve ama aynı zamanda özgürleştirici siyasetin bugün en temel meselemiz olduğunu göz ardı edemeyeceğimiz bir sürecin içindeyiz. Ulus ve topluluk ontolojilerinin ürettiği çatışma potansiyeli bağlamında siyaseti en azından daha ileriye taşıyacak teorik ve aksiyoner bir performansa ihtiyaç var.

Mızrak artık çuvala sığmıyor da denebilir. Yakın siyasi tarihimiz bu sığmayışın bir öyküsüdür zaten. Halkımız sokulmak istenen çuvala girmeyerek resmi ideolojinin ulus modeli dışına çıkmaktan vazgeçmemiş, dikte edilen modeli içine sindirememiştir. Kah sivil itaatsizlik eylemleriyle kah demokratik seçimleriyle -siyasal konvansiyon içerisindeki kullanım biçimlerini baz alarak söylersek- "ulus" değil "millet" olmanın mücadelesini vermiştir. Fakat siyasetimizin trajedisi biraz da ulusla millet, ulusçu ontolojiyle milletçilik ontolojisi arasındaki gerilimi ve sürtüşmeyi gidermekle alakalı. İki ayrı ontolojinin egemenlik mücadelesi siyasetin geleneksel çatışma zeminini oluşturuyor. Güncel siyasetin sıcaklığı içinde bu durum kısmen önemini kaybetmiş gibi görünse bile, toplumsal-siyasal arka plandaki en baskın güdüleyici unsurun söz konusu egemenlik mücadelesi olduğu kolay kolay yadsınamaz. Sistemsel mecburiyetlerden kaynaklanan ittifakların bu mücadeleyi başka bağlantılarla karmaşıklaştırması bizim asıl noktayı görmemize engel teşkil etmemeli. Meselenin şüphesiz ki bu mücadeleden ibaret olduğunu söylüyor değiliz, ne var ki söz konusu mücadeleyi önemsizleştirerek siyasete yön tayin etme "bedbahtlığına" düşmemiz ontolojik açıdan affedilmez olacaktır. Ontolojiyi başka ifadeyle kültürel ve sosyal asabiyeti/muhayyileyi tali düzeye indirgemiş topluluklardan bir "millet" olma iddiasını beklememiz şüphesiz ki beyhudedir. Mesele bu tarafıyla, "millet" olma şuurunu ve idealini hala güçlü ve kararlı nitelikte bir kolektif iradeye dönüştüremeyişimize gelip dayanır. Gücünü halkın çoğunluğundan alan bir siyasetin millet idealini tekevvün ettirmedeki yetersizliği, mutlaka ciddi, etraflı, dahası tarihsel zaviyeden bir sorgulamayı gerektirmekte. Bireyler gibi milletlerin de ancak onur, şahsiyet ve hakikat davasıyla temayüz ettiğini unutmamalı. Milleti millet yapan ruhun ve ontolojinin temelinde bu gayeye odaklanma vardır. Dolayısıyla refah ve konfor düşkünlüğü bir insan teki için nasıl bir basitlik ve gelişmemişlik alametiyse milletler için de tamamen öyledir. Peyami Safa'nın şu ifadelerine katılmamak kanımca mümkün değil: "Refah bir milli ideal değildir. Bundan apartman yaptırmak ve çalmak hırsı doğar. Bilakis milli ideal için refahın feda edilmesi lazımdır" (Objektif 7, Ötüken y., 2013, sh. 185). Millet ideali çalışmaktan infaka, adaletin yerine getirilmesinden şehitliğe kadar her türlü fedakarlık, yüksek şuur ve ahlakta kendisini gösterir. Bunu başaramadığımızda ulus-devletin vatandaşlık hukuku için geçerli evrensel değerler ve haklarla siyasetin ontolojik ufkunu belirlemeye, bu perspektiften siyasete yön vermeye/verilmesine razı hale geleceğimizi tahmin edebiliyoruz.

Millet ideali ve devletin adaleti

Ancak, "ulus-millet" ikilemi ve çatışması içinde meseleye bakmanın bugünün toplumsal-siyasal koşulları ve kriterlerinden bakıldığında yeterli olmadığını da iyice anlamak gerekiyor. Mesele artık birinin diğerine galebe çalmasından ibaret değildir. Tarihin öznesi olabilecek bir hukuk yani devlet perspektifi, bu idealleri aşan, daha doğru ifadesiyle bunları totaliter bir yapıya dönüşmekten men eden güvenlik ve özgürlük alanlarının oluşturulmasını hedefine koyacaktır. Dahası bu alanları eşit vatandaşlık hukuku içinde temin etme mükellefiyetiyle şekillenmesi gerekir. Bireyin aklı veya ontolojisi ile millet aklı/ontolojisi arasındaki mesafeyi ortadan kaldıracak bütünleştirici politikalar asimilasyon ve şiddete tevessül etmemek kaydıyla ve ancak kültürel, maddi-manevi habitusu imar ve inşa etme sınırları içinde söz konusu olabilir. Haddizatında bunun bile makul koşullar içinde ve toplumun tamamını kapsayıcı ölçüler içinde yapılması adaletin gereğidir. Millet idealinin devletten çok "toplum"un veya toplumsal ekseriyetin sorumluluğu ve iradesinde hayatiyet kazanması beklenir. Bu anlamda toplum, millet idealinin gerçek öznesini oluşturmaktadır.

Buna karşılık devletin millet idealiyle özdeşleştirilmesi bizi eni konu totaliter bir anlayışa götürür. Devletin "herkes" adına, "herkes" için egemenlik yetkisine sahip olduğunu unutmamak, siyasetin hedefleri ve siyaset yapma tekniği açısından bugün artık birinci derecede önem taşımaktadır. Devlet sadece vatandaşların güvenliğini sağlamaktan sorumlu bir güç değildir. Sadece kalkınma ve refahı sağlamaktan da sorumlu tutulamaz. Bunun ötesinde bireylerin, toplulukların özgürce yaşama pratiklerine imkan sağlayacak, hukuku ve düzeni özgürlüğün koşulu olarak tecessüm ettirecek bir vizyonla donatılabildiği düzeyde saygınlık ve güç kazanacaktır. Buysa siyaseti dolayısıyla devleti, millet idealiyle beraber demokratik normlarla bütünleştirecek bir zemine taşımayı gerekli kılmaktadır.

Liberalizmin açmazları

Ancak liberal-demokrasi perspektifinden hareketle devleti millet idealinden azade kılmanın bir özgürlük kıstası haline getirilmesi devleti de milleti de ontolojik hususiyetleri bakımından güdükleştirecek bir sapma olacaktır. Özdeşleştirmekle azade kılmak arasındaki bıçak sırtı ayrımı yapacak teorik açılımlar bu çerçevede büyük önem taşıyor. Dolayısıyla liberalizmin açmazına düşmeyecek bir siyaset teorisinin izini sürmeye -reel siyasetin sağladığı birikim ve yaşadığımız problemler etrafında- her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Diğer taraftan ne totalitarizme savrulmaya ne de eşitsizlikçi ve tahakkümcü tasavvurları olağanlaştırmaya razı gelinebilir. Toplumsal ve siyasal hayatiyetimizi teşkil eden unsurların, millet idealiyle demokratik eşitlik arasında tesis edilen iki uçlu bir yapı ve ahenk içinde ontolojik bir güvenceye kavuşturulması, son derece zorlu ve kritik, fakat üstesinden gelinmesi gereken bir mesele olarak önümüzde duruyor. Buysa devlet yönetiminin (egemen iradenin) salt bir hukuk meselesi olmaktan çıkıp, bilgelik ve sanat işi haline geldiğine dair bir dikkat geliştirmeye ihtiyacımızın olduğunu bize iyiden iyiye hissettiriyor.

Ali K. Metin

Kaynak: Star Gazetesi/Açıkgörüş

YORUM EKLE

banner36