İnsan neslinin ilk numunesi atamız Hz. Adem’dir. Hz. Adem’den günümüze kadar yaratılmış her insanın dünyaya gelişi, Hz. Adem’in Cennetten yeryüzüne gönderilişi gibidir: Dünya hayatının ilk evresinde yüzyıllar süren yalnızlık sürgünü, tövbe ve yakarış, ilk tavaf, vuslat ve insin çoğalarak günümüze kadar yaşadığı savruluşlar! Kadir-i Mutlak olan Rabbimizin, yeryüzünde kendisine bir halife yaratmayı murad etmesiyle başlayan serüvenimizin hülasası bundan ibarettir. Evveli Cennet, ahiri dünya, sonu Ahiret. İnsan topraktan yaratılmıştır, toprağa (dünyevi olana) muhtaç ve meyillidir. O’nun paradoksu burada başlar!
Zaman içinde hızla çoğalan insanlar topluluklar halinde arza yayılırlar. Akıl ve irade ile teçhiz edilmiş olan İns’in her ferdi için, ömür diye tanımladığımız yaşam, onun ikilemler arasındaki özgün macerası şeklinde terennüm edilecektir. Bu meyanda, fıtratı gereği evrenin ve kendisinin hakikatini arayan insana, Adil-i Mutlak olan Rabbimiz tarafından, elçiler vasıtasıyla hakikat ve ilahi yasalar bildirilmiştir.
Her şehir büyük bir ev gibidir
Bir topluluğun, yaşamış olduğu coğrafya, mizaç, kullandığı dil, karakter ve metafizik kabulleri o topluluğun kültürünün hammaddesidirler. Bu kaynaklardan beslenen toplumun günlük yaşama ilişkin dışavurumları ise onun mücerret ve özgün kültürünü oluşturur. Medeniyet, farklı toplumların kültür birikimlerinin bir potada harmanlanmasından doğan hasılasıdır. Mufassal ve enternasyonal üst kimlik niteliğindedir. Kültür ve medeniyetin bileşenleri itibariyle bir diğerini beslemesi kaçınılmazdır. Ortak, kalıcı değerler üretmek ve bunları gelecek nesillere aktarabilmek genel itibarla mukim olmayı gerektirir. Kurulan meskun alan gelişerek şehre dönüşür.
Her şehir büyük bir ev gibidir. Bir şehrin evlerini bu büyük evin odaları, park ve bahçelerini eyvan ve sofaları, meydanlarını da bahçeleri gibi düşünebiliriz. Şehirlilerse ‘büyük evin’ hane halkı gibidirler. İnsan-zaman, insan-mekan ilişkileri çerçevesinde, büyük evin sakinleri kendi kültür değerlerini oluşturarak homojen bir karakter kazanırlar ve diğer topluluklardan ayrışırlar.
Şehirlilerin ürettikleri değerleri fiziki yapıya nakşetmeleri
Şehrin kuruluşu, ilk eve konulan ilk tuğla ile başlayan nevi şahsına münhasır bir inşa sürecidir. Şehri inşa edenler, yapılara, sokaklara, mabetlere, mezar taşlarına, çarşı ve pazarlara harç olarak, özlemlerini, utkularını ve acılarını katarlar. Varislerin atalarından miras olarak aldıklarını, katkılarıyla büyütüp gelecek nesillere aktarmaları esasına dayalı, kentleşme ve kentlileşmeye dair, eş zamanlı, dayatmadan uzak, ahenkli bir oluşum başlar. Şehirlilerin ürettikleri değerleri fiziki yapıya nakşetmeleri, geçmişe dair hafızanın yazılı ve sözlü olarak yaşatılması, gelenek ve görenekler gibi ortak değerler şehrin kültürel kimliğini oluştururlar.
Şehir-şehirliler, baniler-eser arasında sağlam ve karşılıklı bir aidiyet bilincinin gelişmesi asırlar boyunca süren bir ilişkinin mahsulüdür. Bu korunması gereken çok özel bir birikimdir. Şehirlilerin ortak değerlerinden uzaklaşması ya da şehrin özel dokusunun zarar görmesi durumunda ahenk bozulur, aidiyet bilinci zaafa uğrar, her iki tarafta varlık anlamında değerini yitirir. Bunun için şehirlilerin kültür değerleri de şehrin dokusu da itinayla korunmalıdırlar.
Mustafa Aycın