Dünyabizim’de birkaç senedir Ramazan ayına özel her gün Ramazan-ı Şerif yazıları ve alıntıları paylaştık. 2014’te birçok şair, yazar, ilim adamı Dünya Bizim için Ramazan-ı Şerif'e özel yazılar yazdılar: //www.dunyabizim.com/7541/dunya-bizim-icin-yazdi/tags 2015’te ise alıntılar yaptık: //www.dunyabizim.com/8501/ramazana-dair/tags
Bu sene de ilim, kültür ve edebiyat dünyasında isimlerle kısa kısa Ramazan-ı Şerif söyleşileri yapalım dedik. Bugünkü konuğumuz yazar Hasanali Yıldırım ise sorularımıza hoş bir yazıyla karşılık verdi.
GELMEZ ARTIK O ESKİ RAMAZANLAR…
- Ahhh, nerede o eski Ramazanlar!
- Haklısın mirim. O eski Ramazanlar, Recepler, Şabanlar... Hepsi iyi atlara bindiler, gittiler.
- Hele o eski bayramlar...
- Ya! Hayat, o zaman güzeldi. Ya şimdi?
Kaç kere duymuşsunuzdur bu muhabbeti? Hatta yaşınız elveriyorsa, kimbilir kaç kere telâffuz etmişsinizdir.
İçi akar insanın o eski güzel günlere. Mazide kalmış o güzelliklere.
Ama durun bir dakika! Burada bir hile olmasın sakın! Ancak insanın kendisine edebileceği, başkasının edemeyeceği denli ağır ve anlaşılmaz hilelerden biri...
İnsan hasret duyar. Ne çare. Her şey eskir, geçer, gider; geri gelmemecesine.
O yüzden yaşına göre değişir özledikleri. Anne-babayla başlar hasret, sevgiliyle devam eder ve belki de dost mertebesine de uğrar. Ve ardından çoluk-çocuk hasreti... Ve en nihayetinde yaş kemale erdiğinde sökün eden gençlik hasreti. Hele çocukluk dönemi yok mu? Başka bir ifadeyle “Gençlik bilseydi; ihtiyarlık yapabilseydi.” yılları...
Müsbet hasretler bunlar; müsbet hasletlerden doğan müsbet hasretler.
Geçmişe duyulan hasret. Frenkçesi nostalji. Nostalji de insanın bir cüzü sonuçta. Sıla hasreti var bir de. Daüssıla. Tuhaftır; geçmişe duyulan hasret ile sıla hasreti eskilerce birbirine eşitlenmiştir. Nostalji = Daüssıla.
“Nerede o eski Ramazanlar...” ifadesi her zaman nostaljik bir cümle sayılıp geçiştirilmeli mi, yoksa hazır Ramazan vesilesiyle bu mevzua dair az-biraz düşünülmeli mi? İnsan o eski Ramazanlar'ı andığında acaba hasretten maada bir şeyleri açık mı ediyor?
Görünür anlamdan hareket edelim:
Eski Ramazan hasreti, gençlik ve ilkgençlikteki Ramazanlar'dan çok, çocukluk yıllarının Ramazan'ına işaret eder. Çocukluğun safiyetiyle tutulan oruçlar. Muhtemelen tekne orucuyla başlayan, sonra onbir ayın sultanının başından, ortasından ve nihayetinden bir-iki gün tutulan o oruçlar neleri neleri içermez ki: Susuzluk dayanılmazlaşmışsa büyüklerden gizlediğini sanarak musluğa ağız dayayarak kana kana su içmeler... Acıkınca “Orucu ne bozmaz anne?” diye havlu atmalar... Hemen oradan bir dilim ekmeğin üzerine, tereyağı neyin varsa artık sürülür ve bir yandan açlık bastırılır, öbür yandan oruca devam edilir. Çocukların ortak kavline göre annenin, komşu teyzenin verdiği ufak-tefek atıştırmalıklar oruç bozmaz ki. Mahalle bakkalından içilen o buz gibi gazozlar da.
Gün gelir, istemeye istemeye boy uzar; artık herkese göre büyümüştür insan. Ya namahremden kaçma dönemi başlar yahut namahremden yüz çevirme. Sahiden de öyle mi? Göz kaymaz mı şöyle? Kaydığı yerde kalır da kalır hatta.
Ramazan'da oruç yemiyoruzdur artık ama kul hakkı yiyoruz meselâ. Afiyetle hem de. Yalan söylüyoruz.
Bir bir sökün etmekte günahlar. Nerede o çocukluk günlerinin masumiyeti, safiyeti?
Elbette o eski Ramazanlar'ı bulamayız bir daha. Kalbimiz katılaşmıştır çünkü. Kararmıştır. Elli bin türlü günahla, haramla, yalanla, yanlışla, haksızlıkla, kötü sözle, sözünde durmamayla, gıybetle, dedikoduyla... Ve en önemlisi de nice kul hakkıyla.
Münafıklığın sınırlarında gezinildiğinde bile ıslık çala çala yola devam etmeler...
Sonra da gelsin “Ahhh, nerede o eski Ramazanlar!”
Elbette bir daha gelmez o eski Ramazanlar. Ama kimbilir, belki biz onların yanına gidebiliriz: safiyet diyarına.
Hasanali Yıldırım