Hamidullah, Keklik, Tahralı hocalar ve Muhyiddin İbn-i Arabi

"Tahralı Hoca, İbn Arabi vesilesiyle birkaç mübarek zattan bahsetti. Bunlardan birisi merhum ve mağfur Ord. Asistan Mehmet Genç Hocamızın “Ömrümce iki âlim tanıdım. Biri Muhammed Hamidullah, diğeri Ömer Lütfi Barkan’dır.” dediği Hamidullah Hoca idi. Onun ism-i şerifini pek çok hocamızdan işitmiştim. Merhum Prof. Dr. Raşit Küçük Hocamızın sınıf arkadaşı Mehmet Kara Ağabey 1980 öncesi kendilerinin de hocası olan Osmanlı bakiyesi diyarlardan üç hocadan bahsetmişti. Bu üç Muhammed, Faslı Muhammed Tanci, Bosnalı Muhammed Tayyip Okiç ve Pakistan-İslâmabadlı Muhammed Hamidullah idi. İsimleri de muhabbet uyandırdığından unutulmuyordu." Orhan Alimoğlu yazdı.

Hamidullah, Keklik, Tahralı hocalar ve Muhyiddin İbn-i Arabi

4 Mayıs akşamı Vav TV’de ismiyle müsemma hocamız İsmail Güleç’in Mustafa Tahralı’yla hocayla sohbet programı vardı. Hocanın ismine, rahmetli Özal’ın maarif vekillerinden M. Vehbi  Dinçerler’in zamanında yapılan bir yayında rastlamış ve çok dikkatimi çekmişti. Ondan sonra Tahralı adının geçtiği metinlere ve sözlere kulak kesiliyorduk. Daha sonra Sait Başer ve M. Erol Kılıç hocaların sohbetlerinden mühim bir şahsiyet olduğunu hissetmiştik. Bilâhare merhum Selçuk Eraydın’la birlikte hazırladıkları Görünmeyen Umman A. Avni Konuk’un Mesnevi, Füsus, Tedbirat, Fihimafih şerhlerinden haberdar ve biraz behreyab olunca hoca gönlümüzde hoş bir muhabbet sahibi olmuştu.

Televizyon sohbetini sonuna kadar zevkle dinlemekten feragat edemedik. Tahralı Hoca, İbn Arabi vesilesiyle birkaç mübarek zattan bahsetti. Bunlardan birisi merhum ve mağfur Ord. Asistan Mehmet Genç Hocamızın “Ömrümce iki âlim tanıdım. Biri Muhammed Hamidullah, diğeri Ömer Lütfi Barkan’dır.” dediği Hamidullah Hoca idi. Onun ism-i şerifini pek çok hocamızdan işitmiştim. Merhum Prof. Dr. Raşit Küçük Hocamızın sınıf arkadaşı Mehmet Kara Ağabey 1980 öncesi kendilerinin de hocası olan Osmanlı bakiyesi diyarlardan üç hocadan bahsetmişti. Bu üç Muhammed, Faslı Muhammed Tanci, Bosnalı Muhammed Tayyip Okiç ve Pakistan-İslâmabadlı Muhammed Hamidullah idi. İsimleri de muhabbet uyandırdığından unutulmuyordu.

İhsan Süreyya Sırma Hocamızın “Pervari’den Paris’e Hatıratı” ve Abdurrahim Macid’in “Muhammed Hamidullah” adlı eseri muhabbetimizi hem tazelemiş hem de ziyadeleştirmiştir.

Tahralı, Paris’te doktora yaparken yakinen tanıştığı Hamidullah Hoca’nın, İbn Arabi’yi Avrupalı entellektüellerin tanımasında büyük payı olduğunu söyleyince yine “Salihlerin anıldığı yere rahmet iner” hakikati tecelli etti.  

İsmail Hoca arifane sorularıyla hocaya çok şey söyletti. İbn Arabi’yi kimlerden işittiği sualine, “Kenan Rifai Yirminci Asrın ışığında Müslümanlık” adlı eser ve Samiha hanımın “Ateş Ağacı” ve Rahmet Kapısı (olabilir) romanlarını zikreden hoca Nihat Keklik ve Ahmet Avni Konuk’u da ilave etti. Prof. Nihat Keklik Hocamızı hatırladığım kadarıyla Fatma Barbarosoğlu’nun hocasına dair sitayişkâr makalelerinden duymuştum. Daha sonra Filozofların Özellikleri, M. İbn Arabi Hayatı ve Çevresi, Kültür Bakanlığı’nca yayınlanan el Futûhât el Mekkiye İbn’ül – Arabi’nin Eserleri ve Kaynakları, Türklerde Dünya ve Ahlak Görüşü adlı kitaplarına göz atınca hocanın zor zamanda nasıl mühim ve mübarek işler yaptığını epeyce idrak ettik. Bunların çok mühim birisi, uzun gayretlerden sonra doksanlı yıllarda Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne, İslam Felsefesi dersi konulmasına muvaffak olmasıdır. Fatma Barbarosoğlu, Sait Başer, Rahmi Karakuş, Hakan Poyraz, M. Bedizel Aydın hocalar onun kıymetli talebeleriydi. Hâlen İbn Arabi meraklılarına tavsiye edebileceğimiz en münasip eser Nihat Keklik Hocanın M. İbn Arabi Hayatı ve Çevresi adlı eser-i güzidesidir.

M. İbn Arabi ismini Üniversite yıllarında zaman zaman işitiyorduk ama hep “Çok zor anlaşılır şerhiyle” Fehmi Kuyumcu Ağabey ile tanıştığımız 1976-1977 yıllarında “iyi anlayanlardan dinleyince zevkle anlaşılır” kanaatine sahip olduk. Erzincanî Salih Baba’nın;

“Gör n’eyledi Muhyiddîn’i boğazlanıp aktı kanı

Dosta fedâ kıldı cânı gör âşıkın bâzârını”

beytini okuyunca anlayışımız değişti. Yavuz Sultan Selim’in hizmetini, Osmanlı ecdadımızın ilgi ve muhabbetini görünce mesele tam çözüldü. “Avni Konuk Beyin şerhlerini mütalaaya çalışınca “Bulunmaz ucu kenarî Molla Fenarî” mısraı epeyce idrak olundu.

Tahralı Hoca’dan bir daha bunları işitince hakikaten zevkiyâb olduk. Keza Dr. Münir Derman’ın İbn Arabi’den Seçmeler eseri ve sohbetleri de İbn Arabi anlama zevkini pekiştiricidir. Bahsi geçen Yavuz Selim’in Mısır seferine çıkış rüyası, Sadettin Ökten hocamızın Yahya Kemal’in Rüzgarıyla kitabında Hoca Sadeddin Efendi’nin Tâcü’t Tevârih’inden iktibasen “Rüya” başlığıyla aynen yayınlanmıştır. Keza İbn Arabi diye şöhret bulmasının, Arapçaya pek ziyade vukufu ve hakimiyeti sebebiyle olduğunu da öğrenmiş olduk. Keza Claude Addas’ın Kibriti Ahmer’in Peşinde, Dönüşü Olmayan Yolculuk: İbn Arabi adlı eserleri de hatıra gelir.

Yine Yaman Dede merhumun bir mektubunda (M.Özdamar kitabı) İbn Arabi’ye dair anlattığı şu anekdot ne güzeldir:

“Hiç okuması yazması olmayan bir adam her nasılsa Muhyiddin İbn’ül Arabi hazretlerini pek çok severmiş. Ondan bahseden bir meclise devam eder, hiçbir şeyi anlamadan vecd içinde dinler, eserlerinden birini de koynundan ayırmazmış. Bir gece rüyasına giren bir zat ile arasında şu muhavere geçer:

- O kitap kimin eseri?

- Hazreti Muhyiddin’in

- Onu tanır mısın?

- Tanımam fakat severim

- İşte o benim. Muhyiddin benim. Bundan sonra sen de bu kitaptan anlayacak ve bahsedebileceksin.

Ertesi gün okuması yazması olmayan o zat yine o meclise gider, başlar itirazlarda bulunmaya. Görürler ki adamda bir başkalık var; Onu kürsüye çıkarırlar, başlar söylemeye… Herkes hayrette kalır, âlimler acze düşer.

Evliyaullah’ın hayat ve menakıbını öğrendikçe dinimizin büyüklüğü ve Allah’ın ehl-i İslam’a nasip kıldığı lütufların azameti karşısında titrememek, irkilmemek mümkün değildir. Onların hayat ve kerametleri hakkında elimizde bulunan malumat kat’i ve muhakkaktır. Ne hacet. Her an vuku bulup durmaktadır. Hep o kitabullah’ın feyzidir. Dünyada hiçbir mesel yoktur ki o kitapta beyan buyrulmuş olmasın. Kur’an da böyle buyuruluyor. Yalnız herkes istidadı derecesinde anlar.”

İbn Arabi şerhlerinin yayınında emeği geçen Selçuk Eraydın hocamızı da rahmetle anmadan geçemeyiz. Vefalı dostu merhum Emin Işık hocamızın ona yazdığı “Cennete Mektup” makalesi de ne kadar samimi ve dostanedir.

Teberrüken “Rüya” ve “Cennete Mektup” yazılarını da ekliyoruz.

İsm-i şerifi geçenlerden hayatta olanlara hürmet ve muhabbetle sıhhat afiyet, göçenlere de rahmet ve mağfiret niyaz ederiz.

Rüya

Tâcü’t- Tevârih sahibi Hoca Sadeddin Efendi Selimnamesi’nde Selim Han’ın nedimi ve musahibi olan pederi Hasan Can’dan naklen bir rüya hadisesinden bahsetmektedir. O hadise şöyledir:

Peder merhum söylerdi ki padişah Selim Han geceleri az uyur, ekser kitab mütalaa eder, bazen da ahvâl-i âlemden bahis açardı. Bir gece uyuyakalmışım, hizmetlerine gidemedim, sabah namazından sonra gittiğimde dün gece niye gelmediğimi sual ettiler Uyuyakaldığımı söyleyince o halde ne rüya gördüğümü ısrarla sordular. Bir rüya görmediğimi te’kiden söyleyince “Acaib” buyurdular. Sonra beni bir iş için kapı ağası Hasan Ağa’nın yanına yolladılar, kapıya vardığımda Hasan Ağa’yı diğer birkaç ağa ile hasbıhal ederken buldum. Kendisi mütefekkir, mütehayyir, başı önde ve gözü yaşlı ve diğer ağalar da hayret ve tereddüt içinde idiler. Halde bir fevkaladelik olduğunu hissederek ne hadise cereyan ettiğini sorduğumda ağalar önce bana açılmadılar. Lakin hal ü keyfiyeti anlamak hususunda ısrarım üzerine Hasan Ağa dün gece bir rüya gördüğünü, bu mananın tesiriyle heyecan içinde olduğunu söyledi. Selim Han’ın fakirden bir rüya sorduğunu beyan ederek hemen gördüğü rüyayı bana anlatmasını istedim. Hasan Ağa gördüğü rüyayı şöyle tafsil etti: Bir nice gördüm ki bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı acele ve şitâb ile dakk ettiler. İleri vardığımda gördüm ki kapı bir cüz’ice açılmış, taşrası Arab simasında nûrânî eşhas ile memlû, elleri bayraklı müsellah ve mükemmel olup dururlar. Ve kapı dibinde dört nûrânî kimesne durur ki ellerinde birer sancak vardır. Dakk-ı bâb edenin elinde padişahın ak sancağı vardı ve bana eydür ki “Buyrun” direm, didi ki “Bu gördüğün eşhas Ashab-ı Rasullullah’dır”, salavatullahi aleyhi ve selamihi. Bizi Hazret-i Rasullullah gönderip Selim Han’a selam itdi. Ve buyurdu ki  “Kalkup gelsin ki Haremeyn hidmeti ana buyurıldı.” Ve bu dört kimesne ki görürsin, bu Sıddıyk-ı A’zam ve bu Ömerü’l- Fâruk ve bu Osman-ı Zinnûreyn’dir. Ben ki senin ile tekellüm eylerem Ali ibni Ebû  Tâlib’üm. Var Selim Han’a söyle.” Ve nazarımdan gâib oldular. Tere gark olmuşam, sabaha kadar bîhud kalmışam.

Hasan Ağa hem rüyayı söyler hem ağlar hem de “benim gibi bir günahkârın ne rüyası olur ki padişah huzurunda nakle layık olsun?” diye hayâ ve edeb içinde söylenirdi. Verilen işi görüp hemen huzura avdet ettiğimde Sultan Selim hâlâ sual ettiği rüya ile meşgul idi, bana “Sabaha kadar uyuyup da rüya görmemene taaccüp olunur.” buyurdular.  Bunun üzerine “Padişahım, rüyayı bu Hasan kulunuz görmedi ise de başka bir Hasan kulunuz görmüş, emriniz olursa arz edeyim.” dedim.  Ve emirleri üzerine rüyayı tafsilatı ile anlattım. Mübarek gözlerinden yaş geldi ve Hasan Ağa’yı takdirle yâd ettikten sonra fakire şunları söyledi. “Biz sana dimez miyüz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyüz. Ecdadımız velâyetten behremend idi, hemân biz onlara benzemedük.” Diğer bir rivayette ise padişah o gece gördüğü bir rüyada kendisine Hasan isimli bir kimse vasıtası ile bir emr-i peygamberî eriştirileceği müjdesini alır. Ertesi sabah Hasan Can’a ısrarla rüya sormasının sebebi budur. Hasan Ağa’nın rüyasını Hasan Can’dan naklen dinleyip emr-i peygamberî’yi tebellüğ ettikten sonra da ecdadının evliya makamında olduğunu beyan ederek “Onlara emr-i peygamberî bizzat tebliğ olunurdu, veyl bana ki bu makama ancak vasıta ile nail olabiliyorum.” demiş ve  hamd ve istiğfar hissiyatı içinde giryân olmuştur.

Mısır seferine bu rüya üzerine kesin karar verildiği söylenir.”

Cennete Mektup

Sevgili Selçuk,

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer" derler. Şimdi seninle eskiden olduğu gibi sohbet edeceğiz. Hani şu birlikte olduğumuz, şiirden, tasavvuftan konuştuğumuz zamanlardaki gibi. Önce şunu ifade edeyim ki ölümün acısını geriye kalanlar belki daha çok çekiyorlar. Sevenler, sevdikleriyle beraber taksit taksit ölüyorlar. Ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsun sanırım. Mahir Bey hocamızın vefatında bu duyguyu sen de yakından yaşadın. Ancak o zamanlar gençtik. İleriye dönük hayallerimiz ve ideallerimiz vardı. Gerçekleştirmek istediğimiz emeller peşin­deydik. Onlar bizi dünyaya bağlıyor, ayakta tutuyordu. Oysa hepsinin birer tûl-i emel olduğu zamanla anlaşıldı: Kimlere güvenmiş, nelere bel bağlamışız. Dev sandıklarımız birer cüce, arslan zannettiklerimiz birer çakal çıktı. Hayat galiba kırk yaşına kadar hayal kurmak, kırkından sonra da hayal kırıklığına uğra­maktır.

O mübarek Mîrac gecesinde sen bizi perişan edip gittikten sonra hepimiz seni anmaya, birbirimize anlatmaya başladık. O günden beri seni konuştuk durduk. Acaba bizim anlattıklarımız gerçekten sen miydin? Senin şahsında biraz da kendimizi anla­tıyorduk. Evet, evet daha çok kendimizi anlatıyorduk. Başka tür­lü de yapamazdık. "Mümin müminin aynası" olduğuna göre, herkes sende gördüğü kendisini anlatıyordu. Seni tanıyanlar böyle yapıyordu. Seni yakından tanımayanlara, seni kelimeler­le anlatmanın faydalı olacağına inanmak istemiyorum. Çünkü insanların tanışmaları yalnızca kelimelerle olmuyor. Bazen bir iyi hareket, bin güzel sözden daha tanıtıcı oluyor. Dış görünüşünü, atletik beden yapını, o güzel endamını, boyunu boşunu, kaşını gözünü, sıcak bakışlarını, tatlı dilini, sabırlı ve mütevekkil halini, insana güven veren dostça yaklaşımını konuşup duruyoruz: Yiğit insandı, alperendi, gönlü gözü toktu, cömertti, hamiyetliydi, derviş meşrepliydi, kibardı, iffet ve hayâ sahibiydi, vefalıydı diyo­ruz. Seninle ilk tanıştığımız günden itibaren bu hallerini sevmiş ve beğenmiştim. Ne yalan söyleyeyim, bu meziyetlerine imrenmiştim. Zaman zaman kendi kendime bu çocuk yoksa melek mi diye sorduğum da olmuştur. Çünkü bir insanda bu kadar iyi huy bir arada olamaz, insanoğlu bu kadar iyi niyetli olamaz diye düşünmüştüm. Sahi sen nasıl bu kadar iyi, herkese bu kadar dost olabiliyordun? Bunu anlayabilmiş değilim.

Seni çok sevdiğimi biliyordum. Sen de bunun farkındaydın. Ancak ben seni bütün bu güzel hallerinin, eşsiz hasletlerinin ötesinde daha derin duygularla sevdim. Sen de biliyorsun ki bu saydığım meziyetler iki insanı dost yapmaya yetmez. Gönülden gönüle akan meveddet ırmakları olmadıkça insanlar birbirlerine dost olamazlar. Bana sorarsan, iman gibi, hidayet gibi, dostluk da kalblerimizi kudret parmakları arasında tesbih gibi çeken ilahî iradenin eseridir. "Vedûd" isminin tecellisiyle meydana gelir. Sevmek de sevmemek de kulun elinde değil, kişi ile kalbi arasına giren Allah’ın iradesiyledir. İlâhî iradenin böyle tecelli etmesi için "nefs-i emmâre"nin aradan çekilmiş olması lâzım. Evet, aynen böyledir. Ne demişler "Çekilirsen aradan, kalır seni Yaradan". (…)

Hani bir gün her şeyi para ile ölçen, para ile değer­lendiren insanlardan, onların kuru ve karanlık dünyalarından söz ediyorduk. Ben "onların dünyasında her şey paradır. O dünyada para etmeyen hiçbir şeyin değeri yoktur. Kutsal dedikleri de paradır" demiştim de herkes hayretle birbirine bakmıştı. Yalnızca sen bana hak vermiştin, "Emin doğru söylüyor" demiştin. Sonra da Ziya Paşa’nın şu beytini okumuştun:

*

İman ile din akçedir erbâb-ı gınâde

Namûs-ı hamiyyet sözü kaldı fukarâde

*

Ah sevgili Selçuk, ah!

İnsanlar anlaşılmadıklarından, kendilerini hakkiyle anlayan kimseciklerin olmadığından yakınır dururlar. Oysa ben, seninle olduğum zaman, en ince duygularımı bile en sert ve kaba bir dille ortaya koymaktan sakınmazdım. Anlaşılmayacak veya yan­lış anlaşılacak diye bir endişeye kapılmazdım. Sen onları yine de bütün inceliğiyle anlardın.

(…) İlahî kudret karşısında kulun ne kadar aciz olduğunu biliyo­ruz. Hani o son akşam sana şaka yollu takılmıştım: "Konuşmacı olarak gittiğin yerde halka, Mîraca nasıl çıkılacağını mı anlata­caksın?" demiştim. Daha doğrusu sen bana "Miracın mübarek olsun." demiştin de bunun üzerine ben de sana "kim çıktıysa ona mübarek olsun. Yahu, Mîraca çıkan yok, çıkaran var. Görmüyor musun âyet ne diyor? “Kulunu bir gece aldı götürdü" diyor. Kos­koca peygamberi kendisi alıp götürüyor, bize gelince kılın nama­zı, çıkın Mîraca, buyuruyor. Kul gücüyle olacak şey mi bu? Gali­ba Fatiha Sûresi’ndeki "iyyake nesteîn" bunun içindir." dedim. Sen de tasdik eder gibi başını salladın. Sanki o gece gideceğini biliyordun. Ben bu akşam gideyim de sen de gör, diyor gibiydin.

Seninle beraber sohbete dalınca, zaman ve mekân boyut­larının tayy olduğunu hissederdim. Dünyayı unutur, onun hemm ü gamından da kurtulurdum. Seninle olan dostluğumun ebedî olduğunu biliyorum. Ben sana, senin gidişine değil, senden uzak kalışıma yanıyorum. Sana yazarken seninle beraber oluyorum. Bundan dolayı sana sık sık mektup yazacağım. Çünkü sana anla­tacağım şeyleri başkalarına açamıyorum. Yanlış anlamalarından korkuyorum. Bundan sonra ya susmalıyım ya da herkesin bildiği şeyleri tekrar etmeliyim. Yeni bir şey söylememek de zaten susmak demektir.

Seni seviyorum ve seni bana sevdiren Allah’a hamd ediyo­rum.

(Kamil Yeşil’in 09.07.2019 tarihli Selçuk Eraydın: Modern zamanların dervişi

Başlıklı dünyabizim.com’da yayınlanan yazısından alınmıştır.)

YORUM EKLE