Metafizik aşkınlıkla maddi tezahürün, yani bireysel derinleşme ile toplumsalın aynı anda kendini gösterdiği, bir temaşaya dönüştüğü bir ibadet olarak hac, hayatın tüm alanlarıyla özetlenişi gibidir. Hayat ve ölüm onda kucaklaşır. Hayat tezahür ederken ölüm bilinci, öte duygusu derinleşir; ahiret iklimi teneffüs edilirken yaşanmış hayatların muhasebesi tecrübe edilir. Hacda, “ölmeden evvel ölmek” bilinci hem bireysel hem toplumsal planda tecelli eder. Toplumsallığı baskın olsa da her nefs kendi büyük yalnızlığını yaşar orada.
Milyonlarca insanla birlikte şeytana taş atarken aslında içimizdeki ve dışımızdaki şeytanları, putları taşlamış oluruz. “Bir taş da sen at...” çağrısına iltica ederek hayatımızı ve benliğimizi kuşatan putlara, zaaflara karşı yapılan derûnî bir mücadelenin muhteşem sembolizmi yaşanır. Hayat ve öte duygusu iç içedir orada. Hayatın tüm sıkıntıları yaşanırken, sabır terazisinden geçerken insan tekinin içe yönelik yolculuğunun girdaplarında sürdürdüğü mücadelenin tüm safhaları, imtihan olmanın sarsıcı hakikatini benliğimizin derinliklerinde hissettiren bir mahşer duygusu... inanmış insana “yaşanmaya değer hayat”ın eşiğinde son ve gerçek, kaçınılmaz sınavı idrak ettirir.
Mahşer, her türlü farklılıkların, ayrımların ortadan kalktığı, her türlü dünyevi payenin geçersiz olduğu o büyük buluşmanın adı ise, bunun küçük evrenimizde hem maddi hem manevi olarak tecrübe edildiği buluşmanın adıdır hac.
Allah’a yakarışlar bir teslimiyetin, tüm dünyevî bağlardan âzade oluşun, mutlak hürriyetin daha bu dünyada tadılması değil midir? “Lebbeyk” nidaları semaya yükselirken, saf saf olup eller açılırken, milyonlar içinde tek ve yalnız tavaf ederken, varlığın tüm boyutlarıyla ona teslimiyeti gösterirken işaret edilen gerçek mutlak hürriyetin bir nebze olsun tadılması değil midir? Bu dünyanın insanı bağlayan, tutsak eden zaaflarından, gafletinden âzade olmak, bir kutlu dirilişin muştu gibi gönlümüze doğması değil de nedir?
Maddi zaaflarla kuşatılan ömrümüzün asr-ı saâdetidir orada bize sunulan yaşamak... Hac’da yaşanan telaşe, sürekli hareket, koşturma, sıkıntı göz önüne alındığında ilk bakışta çelişki gibi duran ama gerçekte sonsuz bir uhrevî iklimle kuşatıldığımız sayılı anlardır. Zamanın bu dünyada iken durdurulması, ötelere bir pencere açılması, oradan bir renk, bir kokunun sunulmasıdır.
Tüm bunları herkes farklı farklı yaşar. Her insan, her mümin bir âlemdir çünkü. Herkes herkesle birlikte yalnız olarak kendi haccını yapar. Milyonlar içinde tek ve yalnız kendi miracını gerçekleştirir. Tüm zamanlarda ezelî hakikatin insan idrakine sunduğu bu tecrübe; farklı zamanlar, devirlere göre ilahî hikmetin bazı yönlerini beşerî idrak açısından farklı boyutlarını öne çıkarabiliyor. Bu dünyanın kimi cilvelerine, kimi zaaflarına bir iksir olarak haccın sır perdelerini açmaya çalışır insan zihni. Her dönem, her fert bu ilahî hikmet çağıldayanından kapasitesi kadar, gönül derinliği kadar idrak testisini doldurur.
İnsanları ırklarına, renklerine göre ayıran modern zamanlara özgü hastalıklara toplumlar müptela oldukça haccın her renkten insanı mutlak irade önünde eşit ve kardeş kılan muhteşem ihtarı karşısında sarsılmamak ne mümkün! Mahşer düşüncesinin, Müslümanları ilahî hakikatle karşılaştıran, yüz yüze getiren evrensel toplantının sunduğu renk harmonisi, insanlığın hiçbir döneminde tatmadığı, hele hele modern zihnin kavramakta zorlanacağı bir mahviyet duygusu verir.
Beyaz ırkçılığa karşı siyahın üstünlüğünü öne çıkaran Malcolm X’in ruhunda muhteşem bir inkılap geçirerek Malik el-Şahbaz oluşunu, yani tevhidi idrak edişini, bu her sınıf ve ırktan Müslümanı buluşturan renklerin kardeşliğinde aramalıdır. Irkçılık gibi insanlık çizgisinin denîleştiği bir coğrafyadan gelip kardeşlik çağlayanında yıkanan Malcolm X’in idrak ettiği hakikate insanlık hâlâ ulaşabilmiş değil. Her şeyiyle mahşeri hatırlatan haccın bu çağın insanına yaptığı en büyük ihtarlardan biri sınıf farkının, servetin, makam ve konumun giyilen iki parça beyaz örtüyle ortadan kaldırılmasıdır. Hiçliğini idrak ederken değer kazanan insanın erdemini yakalayan Ali Şeriati’nin de tıpkı Malcolm X gibi, sınıf farklılığına karşı, yaşadığı çağın en kahredici ideolojik ayrımcılığına karşı insanlığın umudunu burada bulması tesadüf değildir. Malcolm X, ırk ayrımının mağduru bir yaralı yürek olarak geldi, tevhidin sırrına ererek, birleştirirken yürekleri zenginleştiren ümmet bilincini kuşanarak şehadete koştu. Şeriati’nin de sınıf ayrımcılığı ve totaliter baskılar altında ezilenlerin vicdanını bu mahşer provasında kuşanarak şehadete koşması, gören gözler için haccın çağın hastalıklarına karşı verdiği bir mesajdır.
Her iki simge isim de Safa ile Merve arasında koşarken aynı zamanda haksızlıklara karşı durmanın, direnmenin ve dirilişin bilincini bir kez daha kuşandılar. Bu koşu kardeşlik bilinci ile dirilişi idrak etmektir hem toplumsal planda hem fert planında. İlahî hikmet nasıl her insan tekinde ona özgü tecelli ediyorsa hac da her çağa özgü bir ilham kaynağı olmasıyla fert ve toplum şartlarında farklı boyutlarda her dem tezahür edecektir.
Akif Emre, “Hac: Malcolm X’in Dirilişi”, İstanbul Müftülüğü Kültür Yayınları, Kasım 2007, sayı 3.