“Kırım’ın kaderi bu; güneş her akşam hüzünle terk eder Kırım’ı. Her sabah acı bir günün üstüne doğar..” Bu cümlelerle başlıyor, bize çok da uzak olmayan acının hikayesi... Hikaye dediysek, lafın gelişi. Çünkü yaşanan acı hikaye değil, hakikatin ta kendisi. Söz gelimi, Kırım’ı çıkarıp alsak cümleden, yerine mazlum coğrafyalardaki herhangi bir ismi koysak; acı ne yazık ki değişmeyecektir. Sûret değişiyor belki ama acının gerçekliği değişmiyor.
Buna benzer bir cümleyi bir de Bosna için okumuştuk bir süre önce. “Her günün bir ölümün yıldönümü olduğu bir ülkede acısız an olmuyor ne yazık ki...” Gülümseyişlerin acıya katık edildiği mahzun yürekler, mahzun çehreler... Ama bir şey ayakta tutuyor bu yürekleri. Diri kılıyor. Bu şey, şüphesiz ki kalplerdeki iman kuvveti.
Acı bir günün sabahına uyanan insanların arasında öyle biri vardı ki, şafak vaktine yakın bir zaman, yüreğindeki ateşin közü harlanmış; kalbini bürüyen korku silinip gitmişti. Öz vatanında susturulan ezan-ı şerifi ve gizli saklı sanki bir suçmuş gibi eda ettikleri namazlarını geri istiyordu. Yetmişti artık bu, küffara teslim oluş... Zulümlerine boyun eğiş... Bir şeyler yapmak vaktiydi ki Hazret-i Ömer’in (radıyallahu anh) küffara aldırmadan gözler önünde namaza duruşu gibi kıyam etmişti mü’min yüreği. Yine eskisi gibi büyük bir kararlılıkla aldı abdestini ve şehadet şerbetini yudumlamak için adımlarını sıklaştırdı, kapısı mühürlü küçük mescide doğru. Ve minareye çıktı, derken okumaya başladı ezan-ı şerifi...
Şehrin ve kalplerin üzerine çöken koyu gaflet perdesini yırtan bu lahutî ses, ne yazık ki daha hitama ermeden susturuluverdi soğuk mekanik seslerce. Tamamlayamamıştı Molla Kasım ezan-ı şerifi... Şehadet şerbetini yudumlarken meleklerin saf saf olup ezan-ı şerifi tamamladıklarını görünce tebessüm yayıldı yüzüne. Son gücüyle Kelime-i Şehadet getirdi ve ruhunu Allah’a teslim eyledi.
Kurtuluşu hep bir başkasından beklemekle zafer vaki olacak değildir
Hasan Nail Canat'ın Kırımlı Murat Destanı kitabının daha ilk cümlelerinde adeta dirilip coşuyor suspus olmuş kalplerimiz... İnananlar için elbet bir Nuh’un gemisi vardır, demesi gibi şairin; aynen bunun gibi, ye’se düşmedikten sonra iman ateşini söndürmeye hangi küffarın gücü yetebilirdi ki..?
Kırım’ın küçük bir kasabasında, Karasubazar’da ateşlenen bir kıvılcımın gücüyle Allah için cihad etmeye niyetli bir avuç samimi Müslümanın hikayesi anlatılıyor romanda. Anne babasını en acı bir şekilde yitirip kız kardeşine yaşatılan o en acı ahvâle şahit olmakla kahrolmuş iki kardeşin, Kırımlı Murat ve Mehmet’in hikayesi anlatılıyor. Rus mezâliminin boyunduruğu altında, imanlarını onların kanla karışık kirli postallarının kirletmediği ve Allah’ın izniyle de asla kirletemeyeceği bu pırıl pırıl iki genç; diğer Müslümanları da düştükleri ataletten kurtarmak için türlü fedakarlıklara katlanıp türlü acı ve işkencelere sabretmektedirler.
Acının her türlüsünü yaşamış bu mazlum insanlar, kurtuluşu hep bir başkasından beklemiş, “ilk adımı ben atayım” cesaretini ne yazık ki gösterememişlerdir. Romanın kahramanı Murat’ı en çok düşündürense budur. Canat, aslında burada roman kahramanı vesilesiyle bizlere önemli bir şeyi hatırlatmaktadır. Zulme boyun eğmekle, kurtuluşu hep bir başkasından beklemekle zafer vaki olacak değildir. Öyle ki Necip Fazıl’ın şu unutulmaz sözünü hatırlamak gerekir burada: “'Kim var?' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım!' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur!' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...” Belki de bu şuurla şuurlanmamız gerektiği anlatılmaya çalışılır roman boyunca... Kişi, önce kalpteki imanını hakiki kılmalı, sonra “ilk adımı atan ben olmazsam, kimse olmaz” düsturunca o gücü kendinde bulmalı, buna azami gayret gösterebilmelidir.
Kırım ile bismillah dedik, bir şuur ve bilinçle geri kalanına da niyet ettik
Nitekim; roman boyunca Kırım halkının ve aslında sair İslam coğrafyalarında yaşatılan zulmün her türlüsü seriliyor gözlerimizin önüne... Ve bu süreçte iki kardeşin kalplerinin Allah yolunda nasıl bir ve beraber attıklarını ve nasıl şeytana ve şeytansı insanlara boyun eğmediklerini görüyor, şahit oluyoruz.
Murat ve diğer karakterler çerçevesinde küffarla geçen bazı diyaloglar da bizi bir anda sarsıveriyor, sönmüşse kalpteki iman ateşi, onu tekrar tutuşturuveriyor. Nitekim, romanın bir yerinde geçen, “Bizdeki mananın dış çizgileri sizi endişelendiriyor. Halbuki gerçek içimizde...” cümlesi bir mü’minin sadece zahiri hâlinin bile küffarı aslında için için endişelendirip korkuttuğunu, aslında onların tek gücünün ellerindeki silah ve ceplerindeki para olduğunu; bunlarsız birer hiç oldukları hakikatini bize yeniden hatırlatılıyor.
Yeni baskıları Timaş Yayınları tarafından yapılan ve 150 küsür sayfadan müteşekkil bu roman belki genç nesillere, çocuklarımıza yönelik yazılmış olabilir ama acıyla ifade etmeliyim ki 20 küsürlü yaşlarda seyrediyor olmama rağmen Canat’ın kitapları ile yeni tanışan ben ve bu durumdaki diğer tüm kardeşlerimiz için mutlaka okunması gereken bir kitap... Tabi Canat’ın diğer tüm kitapları da öyle... Biz Kırım ile bismillah dedik. Bir şuur ve bilinçle geri kalanına da niyet ettik. İnşallah ilerde çocuklarımıza, şimdi ise de küçük kardeşlerimize bu güzel eserleri tavsiye etmek boynumuza borçtur, vesselam.
Son olarak, ne mutlu; küffara boyun eğmeyene... Ve ne mutlu yüreğindeki iman ateşini daim diri tutabilenlere...
Hazal Sezgin yazdı
Çok uzun ama iyi