Gümüşhanevî Dergâhı’nın İslâm ekonomisi çalışmalarına katkısı

"Her ne kadar Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhanevî'nin, Osmanlı toplumunu çeşitli yönden geliştirmek adına ürettiği öğretilerinden, zamanında yeteri kadar anlaşılmayarak yararlanılamamış olsa da uzun vadede gerek birey bazında gerek toplumsal bazda önemli gelişmelere öncülük ettiğini özellikle insan kaynağına sağladığı katkılarından görmek mümkündür." Kenan Aydın'ın yüksek lisans tezinin ilgili bölümünü istifadelerinize sunuyoruz.

Gümüşhanevî Dergâhı’nın İslâm ekonomisi çalışmalarına katkısı

Dünyada her zaman yaşadığı döneme çeşitli yönlerden ışık tutarak, insanları aydınlatarak büyük işlere imza atan insanlar olmuş ve bunların üzerine çeşitli rivayetler, söylentiler anlatılmış, araştırmalar, sempozyumlar, konferanslar vb. faaliyetler düzenlenmiş, isimleri enstitülere, çeşitli resmî ve sivil kuruluşlara verilmiş, anılarına anıtlar dikilmiş, televizyon programları düzenlenmiş, belgesel ve sinema filmleri çekilmiştir (bkz.: Kulamshaev, 2019: 10). Bu tür insanların öğretilerinin -önemi bazen yaşadığı dönemde fark edilmemiş, fark edilse de tam olarak anlaşılmamış, anlaşılsa da- çeşitli etkenlerden ötürü yaygınlaştırılmamış olduğu durumlarla da karşılaşılmaktadır. Böyle durumlarda nedeni ne olursa olsun sonuç itibariyle öğretilerinden tam olarak yararlanılamamış oluyor. İşte böyle şahsiyetlerden biri de 19. yüzyılın ilk çeyreğinden son on yılına kadar Osmanlı Devleti’nde bilgin ve mutasavvıf kişiliğiyle tanınan bir aksiyon adamı olarak tarihte adını bırakmış, öğretilerini adını taşıdığı dergâhı aracılığıyla yayarak büyük şahsiyetlerin yetişmesine vesile olmuş Günüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde doğmuş Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhanevî’dir. Her ne kadar onun Osmanlı toplumunu çeşitli yönden geliştirmek adına ürettiği öğretilerinden, zamanında yeteri kadar anlaşılmayarak yararlanılamamış olsa da uzun vadede gerek birey bazında gerek toplumsal bazda önemli gelişmelere öncülük ettiğini özellikle insan kaynağına sağladığı katkılarından görmek mümkündür.

Bilindiği gibi her kuruluş adını taşıdığı kişinin kimliğine, kişiliğine ve taşıdığı dava doğrultusunda faaliyet gösterir. Dolayısıyla o kuruluşun kuruluş tarihçesinden amacına, amacından yaptığı faaliyetlere, faaliyetlerinden topluma kazandırdığı insan kaynaklarına kadar adını taşıdığı şahsiyetin; yetiştiği kültürel kişiliği, millî ve dinî kimliği ile öğretilerinin dayandığı esasın da çok çok büyük önem arz ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu bölümde önce Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhanevî’nin; kısaca hayatı ve eğitimine yer verilip dergâhının kuruluş tarihçesi, amacı anlatılacak ayrıca müntesibi olduğu Nakşibendî tarikat anlayışının Osmanlı toplumuna sosyoekonomik etkisine de değinilerek insan kaynağına katkıları ayrıca yine onun öğretilerinin tesiri ile kurulan işletmelere yer verilecektir. Böylece Gümüşhanevî adını taşıyan dergâhın kuruluşu, amacı, faaliyetleri ve İslâm ekonomisine katkısı incelenirken, Sanayi Devrimi yaşayan Avrupa ülkelerinin karşısında zaten çeşitli tarihi etkenlerle birlikte ahlaki yozlaşmanın yol açtığı zihniyet değişikliğinin getirdiği sıkıntılı süreci yaşayan Osmanlı Devleti ve tebaasının, temeli İslâm ahlakı, iktisadı ve tasavvuf anlayışı üzerine kurulan fütüvvet ve Ahilik anlayışına dayalı sosyoekonomik çözümler öneren öğretilerine sosyoekonomik kalkınmaya yönelik yaptığı faaliyetlerine değinilecektir. Ayrıca bu dergâhın faaliyetleri ve öğretileri doğrultusunda yetişen insanların hayatı ve iş dünyası ekonomiye kattıkları irdelenerek kapitalist ekonomik düzenin karşısında yerli üretimin ayakta kalmasının zor olduğu günümüz dünyasına örnek teşkil edecek modeller aranacaktır. Bu bağlamda Pırlanta (2014), Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî’nin 19. yüzyıldaki diğer tasavvuf akımlarından farklı bir tasavvufî anlayış ve irşat yöntemleriyle kendine özgü bir özelliği ile sadece tekkesindeki müritleri değil aynı zamanda devlet adamlarından ulemaya ticaret erbabından sıradan vatandaşa kadar geniş bir insan yelpazesini etkisi altına alan büyük bir şahsiyet olduğunu dile getirerek kendisine manevi önder ve rehber arayan günümüz insanının bu eksikliğini giderme noktasında en büyük adaylardan biri olarak günümüze taşınması, bütün yönleri ile çağımız için vazgeçilmez bir model olarak sunulması gerektiğine inanmakta, bu görevin de bilim adamlarının üzerine düştüğüne vurgu yapmaktadır.

Tarihçesi

On dokuzuncu yüzyıldaki Osmanlı Devleti’nin gerek iktisadi ve sosyoekonomik gerek siyasi alandaki bu ahlaki çöküntülerinin yaşandığı yüzyıl olarak bilinir. Ayrıca çeşitli askeri, siyasi sebeplerden ötürü -iktisadi olarak kalkınmak istese de- devletin oldukça kan kaybettiği sonuç olarak da bir zamanlar dünyaya nizam veren bir devletin tebaası olan Türk milletinin zihinlerinin bunaldığı ve ahlaki açıdan hızla yozlaşmaya yüz tuttuğu bir yüzyıl olarak da karşımıza çıkar. İşte böyle çalkantılı bir dönemde, ahlaki öğretileri, çeşitli doktrinlerini toplumun özellikle askeri, siyasi, idari ve iktisadi alandaki kişileri arasında yaymaya çalışan kurumların başında Gümüşhânevî Dergahı’nın kurulduğu bilinmektedir. Gümüşhanevî Dergâhı’nın kuruluşunun amacını özetleyen aşağıdaki bilgiler oldukça dikkate değerdir: Türk aydınları Avrupa karşısında komplekse kapılmış yazdıkları ve yaşadıklarıyla körü körüne batı taklitçiliğini halka empoze ediyorlardı. İmanlar zayıflamış ve hurafelerin ortalığı kapladığı bir dönemde Gümüşhanevî hazretleri insanların benliklerini kemiren ucup, kibir, gurur, haset, kin, nefret, buğz, gazap, bencillik, hırs, cimrilik, tembellik duygu ve hayallerinden temizlemek; insanı Allah’ın halifesi olarak yeryüzüne insanların iyiliği için geldiği ve yaratıldığı bilincini onlara aşılamak için gerçek tasavvuf yolunun esaslarını öğretmek üzere medrese ve tekke kurmuştur (Akşit, 2015 : 8). 36 Bu dergâhın kurucusu olan Ahmet Ziyaüddin’in Gümüşhanevî’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya geldiğinden dolayı (Mustafa Fevzi b. Numan, 1985: 16; Gündüz, 1992: 11, 18; Gündüz, 1996: 276) 30 Gümüşhanevî olarak anıldığı bilinmektedir. Doğum tarihi ile ilgili farklı görüşler mevcut ise de 1813 (H.1228) yılında doğduğu kabul edilmektedir (Gündüz, 1984: 11, Aydoğdu, 2008: 34, Doğan, 2013: 15, Pırlanta, 2014: 27). Babasının adının Mustafa, dedesinin ise Abdurrahman olan Gümüşhanevî’nin ailesi ile ilgili de farklı bilgiler mevcuttur. Onun, kimi araştırmacılara göre doğduğu mahallenin adını aldığı Emirler adlı köklü bir sülaleden geldiği (bkz.: Aydoğdu, 2008: 34), kimilerine göre o yörenin yine köklü ailelerinden olan Kömürcüoğlu Ailesi’nden geldiği bilinmektedir” (bkz.: Pırlanta, 2014: 27). İlk tahsilini Gümüşhane’de Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdadî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi hocalardan gördüğü (Yılmaz H., 1997: 52’den Aydoğdu, 2008: 34), beş yaşında Kuranı Kerimi hatmettiği, sekiz yaşında Kasâid, Delâil, Hizb-i Âzam’ı okuyarak icazet aldığı, daha sonra 10 yaşlarında göç ettikleri Trabzon’da babasının ticaretine yardım ederken bir yandan da sarf ve nahiv ilimlerini (Doğan, L., Akşit, C.: 1982: VII) tamamladığı (Aydoğdu, 2008: 34), Laz Hoca, Şeyh Osman Efendi, Şeyh Halid es-Saidî gibi hocaların derslerine katıldığı, başına nakşî tacı ve beyaz imâme saran, cübbe, hırka ve uzun entari giyen, siyah renge hiç rağbet etmeyen, yazları beyaz kışları da yeşil renkli elbise giyen bir şahıs olduğu31 (Mustafa Fevzi b. Numan, 1985: 46-49; Gündüz, 1984: 78; Gündüz, 1992: 32-33) anlatılan (Pırlanta, 2014: 28) Nakşibendiyye tarikatının Hâlidiyye koluna (bkz.: Erkaya, 2017: 839 ayrıca Karaca, 2013: 365, 375) bağlı Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin, 19.y.y:da çökmeye yüz tutmuş, yukarıdan aşağıya toplumda kokuşma, meskenet, kişiliksizlik başlamış iken bir millete asıl benliğini vermek ve onu ayağa kaldırmak üzere ortaya çıkmış büyük bir mürşit (Akşit, 2015: 8) olduğu bilinmektedir. Tasavvuf ile daha Gümüşhane’deki hocaları sayesinde tanışan Gümüşhanevî, 1831 yılında babasının dükkânına mal almak üzere Trabzon’dan İstanbul’a gelir (Gündüz, 1984: 14) ve temelli olarak burada kalarak Beyazıt Medresesi’nde tahsiline devam eder. Mahmutpaşa Medresesi ile Süleymaniye Medresesi’nde döneminin en iyi âlimlerinin derslerine katılarak irşadını tamamlayıp üst icazet alarak Beyazıt Dersiamlığı’na tayin olduğu 1844 yılından sonra (Gümüşhanevi, Ahzap Büyük Dua Kitabı: 26’dan Budak, 2014: 76) tasavvufa yönelen 30 Mehmed Zâhid Kevserî, İrğâmü’l-merîd, İstanbul 1328, s. 90; Tahrîru’l-vecîz fîmâ yebteği’l-müstecîz, Matbaai Enveriyye, Kahire, 1360, s.26. 31 Osman-zâde Hüseyin Vassâf, Sefînetü’l-evliyâ şerh-i esmâr-ı esrâr, el yazması, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Bölümü, no. 2305-2309., c. I-V, II, s. 189. Mehmed Zâhid Kevserî, İrğâmü’l-merîd, İstanbul 1328, s. 99. 37 Gümüşhanevî, 1848 yılında Nakşî Tarikati’nin bir kolu olan Hâlîdîye Koluna intisâb etmiştir. Bundan sonraki hayatında hem irşâd hem de sohbetlerine aralıksız 30 yıl sürdürmüştür. Bu arada onlarca eser kaleme almıştır. Bunlarda özellikle de hadîs ve sünnet üzerinde durmuştur. […] vefat ettiği 1893 senesine kadar çok yönlü faaliyetlerine devam etmiştir (Gündüz, 1996: 276-277 ve Gündüz, 1984: 11-81’den Alkan, 2014: 800).

1859 yılında da Cağaloğlu’nda bulunan bakımsız bırakılan, daha sonra Gümüşhanevî Dergâhı olarak ün kazanacak “Fâtma Sultân Câmi-i Şerîfi”ni tamir, ihyâ ve imâr ederek irşat faaliyetlerini buradan yürütmeye başladığı, 1875’te de hanesini bu mekâna taşıdığı bilinir (Budak H., 2014: 620). Böylece Gümüşhanevî adını alan bu dergâh, günümüze kadar etkisini sürdüren faaliyeti bu mekândan yapılmıştır. Ancak siyasi, sosyoekonomik buhranın yaşandığı 19. yüzyılda birçok tasavvuf akımı farklı nedenlerle takibe alındığı bilinse de bir Nakşi tarikatının Halidî kolunun müntesibi Gümüşhanevî’nin hem kendisinin hem kurduğu dergâhın bir yeri olduğunun önemini aşağıdaki bilgiler kanıtlar niteliktedir: Abdülmecid döneminde Hâlidîler’in başkentteki etkisi artmıştır. Sultanın tahta geçtikten sonra Hassa Ordusu’nda göreve tayin ettiği hocası -aynı zamanda Gümüşhanevî’nin de hocasıdırŞehrî Hafız Efendi bir Halidî idi. Aynı dönemde yine Gümüşhanevî’nin şeyhleri olan Abdülfettah el-Akrî ve el-Ervâdî İstanbul’da aktif olarak tarikat neşrinde bulunmuşlardır. Halidiyye içinde Gümüşhanevî gerek İstanbul başta olmak üzere İstanbul topraklarında gerekse günümüze kadar ulaşan siyasi etkileri açısından ayrı bir yere sahiptir (Aydoğdu, 2008: 17).

Amacı

Tasavvufî yönüyle tanınan hadis alanında bir mutasavvıf (Aydoğdu, 2008: 1) ve Nakşi tarikatının Halidî kolundan olan Gümüşhanevî’nin -on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren devlet ricalince de rağbet gören- dergâhının kuruluş amacı, 19. yüzyılda çökmeye yüz tutmuş, yukarıdan aşağıya toplumda kokuşma, meskenet, kişiliksizlik başlamış iken bir millete asıl benliğini vermek ve onu ayağa kaldırarak (Akşit, 2015: 8) Batı’nın karşısında gerek siyasi, gerek askeri gerekse sanayi bakımından geri kalmış Osmanlı Devleti başta olmak üzere genel olarak Türk ve İslâm toplumunu sosyoekonomik olarak kalkındırmak, cihat32 anlayışının aslına uygun olarak yapılmasına olanak sağlamak olduğunu söylemek mümkündür. Bizzat kendisinin eğitim hayatı ve tasavvufî kişiliğiyle örnek olarak bireysel ve toplumsal planda kâmil insanlar yetiştirme düşüncesinde olan Gümüşhanevî’nin, ulaşmak istediği asıl hedef fikriyle, îmanıyla 32 Gümüşhanevî’ye göre cihat yıkmak değil, yapmaktır. 38 ve ahlâkıyla33 kemâle ermiş ideal bir toplum yaratmaktır (Düzgün, 2017: 170-171). Dergâhın, yaptığı faaliyetlerinden hareketle Osmanlı toplumunu asıl İslâmi değerlerinden uzaklaşmayacak şekilde İslâmi iktisat anlayışı ve devlet yönetimiyle kalkındırma amacı taşıdığını söyleyebiliriz. Hedeflediği bu amacı doğrultusunda yaptığı faaliyetlerde âdeta sufi gibi toplumun her kesimine ulaşmayı hedefleyen Gümüşhanevî; bir hadisçi olarak “Bir toplumun İslâm’a olan ihtiyacından daha çok İslâm bir topluma muhtaçtır” Hadis-i Şerif’ine uygun hareket etmiş (Düzgün, 2017:171), kökeni züht dönemine kadar giden İslâm tasavvufuna dayalı fütüvvet ruhuyla hareket eden bir alperen gibi müritleriyle birlikte cephelerde savaşmış, ahi gibi yatırıma ve girişimciliğe önem vermiş, böylece toplumu sosyoekonomik olarak kalkındırmaya -ürettiği fikirleri, ortaya koyduğu çalışmalarıyla, irşadıyla- katkıda bulunmaya gayret göstermiştir.

Ahi Teşkilatının gelişmesinde çok önemi olan İslâmi iktisat anlayışına dayalı orta sandıkların yerini aldığı düşünülen ve XVI. yüzyılda kurulan para vakıflarının, girişimciyi finanse etmektense tüketicinin ihtiyaçlarını karşılayan ve bu haliyle günümüz mikro kredi kuruluşlarına benzeyen bir yapıda (Yavuz, 2007: II) olduğu bilinmektedir. 16. yüzyıldan itibaren kurulmaya başlayan -daha çok hayır işleri yapan- vakıfların yanı sıra 19. yüzyıldaki gelişmelerden ötürü para vakıflarının da artık girişimciyi çok destekleyemez hâle geldiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, mudarebe usulüyle çalışmanın engellenmesi (bkz.: Tokgöz, 2000: 366), kurulan bankaların da borçlandırma amaçlı olması zaten iflasın eşiğindeki Osmanlı esnafının belini büktüğü sıralarda Gümüşhanevî’nin para sandıkları (Gündüz, 1984: 65-67) batı tarzındaki yeni gelişmelere gelenekçi yöntemle karşı koymaya çalıştığı bilinmektedir: İstanbul’da ilk banka açıldığında buna mukabil olarak dergâhında avarız sandığı benzeri yardımlaşma sandıkları tesis etmiş, burada toplanan para ile de bir matbaa kurarak neşredilen eserlerin ücretsiz basımı ve dağıtımı sağlanmıştır. Aynı sermaye ile kurulan vakıflarla İstanbul, Rize, Bayburt ve Of’ta on sekiz bin ciltlik dört ayrı kütüphane kurarak böylece Anadolu’da kültür merkezlerinin kurulmasını sağlamıştır. Onun dinî, ilmî, kültürel, sosyal, siyasi hatta ekonomik alanlardaki bu faaliyetleri bazı çevreleri rahatsız etmiş, zamanın padişahı II. Abdülhamid’e şikayette bulunularak en az “Bâb-ı Âli civarından tebidi” istenmiş, ancak bu talep gerçekleşmemiştir. (Gündüz, 1984: 65-67’den Aydoğdu, 2008: 75). Ayrıca bu sandıkların müritlerinin günlük hayatlarında faize bulaşmaları düşünülerek de kurulduğu bilinmektedir. Bu bilgilerden hareketle -para sandıkları gerek müritlerinin faize bulaşmaması için gerek kamu yararına yatırımlar yapılması için kurulsun- Gümüşhanevî’nin Zihniyeti oluşturan unsurlardan biri Türk sözlü kültüründen yer alan çalışma ve iş hayatı ile ilgili atasözlerini araştıran Aydoğdu, incelediği atasözlerinden hareketle Türk insanının ideal insan tipi özelliklerine sahip olması gerektiğini belirtmiştir. Ancak ahlakın yozlaşmasıyla da zihniyetin değişebileceği de unutulmaması gerektiği bilinen bir gerçektir. 39 bir Müslüman olarak -dergâhı, öğretileri ve kurdurduğu para sandıklarıyla- faiz karşısındaki koyduğu kesin tavrının, sonsuz mücadelesinin uygulamalı somut örneklerini sergileyerek Osmanlı’nın siyasi, askeri ve iktisadi çöküşüne çözüm önerisi sunduğunu da söyleyebiliriz (konuyla ilgili bkz.: Pırlanta, 2014: 37).

İslâm ekonomisine katkıları

Faizin yasak olduğu ve şeri hükümlerle yönetilen Osmanlı Devleti’nde vakıflar, para vakıfları ekonomiyi baltalayan 19. yüzyıldaki gelişmelere kadar İslâmi iktisat anlayışında çalışan önemli birer finansman kaynaklarıydı. Çünkü, yüksek gelir sahiplerinin yapabildiği gayrimenkûl vakıflarından oluşan sektöre, küçük tasarrufları ile geniş halk kesimlerinin de katılmasını sağlayarak büyük bir genişleme ve dinamizm getiriyordu. Bu küçük tasarrufların sahipleri mevcut bir vakfa ilave yapabilecekleri gibi, aralarında birleşerek yeni vakıflar oluşturmaları da mümkün hale geldiği için vakıf sektörü muazzam bir genişleme potansiyeli kazanıyordu. Bu yolla esnaf loncaları, yeniçeri odaları, mahalleler, köyler vb. birimler yaygın şekilde para vakıfları kurup, aralarındaki dayanışmayı güçlendirerek refah ve riskleri paylaşma imkânı buluyorlardı. Bu para vakıfları özellikle mahalle ve köylerde avârız vergilerini ödemeye yardımcı olmak üzere iş görüyorlardı ve bu şekilde çalışanlar daha yaygın ve etkili idi (Sırım, 2017: 181). Ancak 1789 Fransız ihtilalinden sonra tüm dünyaya sarsan Fransız etkisi her yönüyle Osmanlı toplumunu da sarsmış, İslâmi hassasiyetlerin kaybolmasına sebep olacak Fransız kolejleri kurulmuş, insanların hayat tarzında, düşünce ve zihniyetinde değişiklik getirmiş, milliyetçilik akımlarının meydana gelmesine yol açmıştır. Böylece çok uluslu Osmanlı devletinde iç savaşlar çıkmış, toprak kayıpları yaşanmıştır. Bunun gibi birçok askeri, siyasi nedenlerden ötürü iktisadi gerilemeler baş göstermiş ve 1800’lü yılların ilk çeyreğinde artık devlet borç batağına sürüklenmiştir. Özellikle dış menşeli -Galata Bankerleri adıyla bilinen İstanbul’da yaşayan Venedik ve Cenova’lı Latin kökenli Avrupalı sarraflara başvurularak- iç borçlanmalara müteakiben yapılan Balta Limanı Antlaşması uzun vadede mevcut durumun daha kötüye gitmesine sebep olmuştur. 1854 tarihli Kırım Savaşı daha sonra moratoryumun ilanıyla (1875 yılında ilan edilmiştir) sonuçlanacak Osmanlı Devleti’nin ilk dış borçlanmasına yol açmıştır. Bu durumu çok iyi değerlendiren Galata Bankerleri dış güçlerin desteğiyle Bankı Dersaadet’i (İstanbul Bankası’nı) kurarak devletin dış ödemelerini düzenleme fonksiyonunu  üstlenmiş, bunun ardından Londra merkezli Osmanlı Bankası gibi birçok yabancı sermayeli banka ve kredi kuruluşları faaliyete girmiştir. Neticede Osmanlı Devleti’nin parası yabancıların denetimi altına geçmiştir. Karlofça Antlaşması’ndan bu yana devamlı toprak kaybı yaşayan Osmanlı Devleti’nde sürekli olarak askeri, siyasi ve iktisadi gerilemeler baş göstermekle birlikte zayıf düşen toplumun da 1800’lü yılların başından itibaren bankerlerden borç alarak faize bulaşmaya başladığı bilinmektedir (İştar, 2014: 838). Böyle bir ortamda toplumun iktisadi hayatında çok önemli bir finansman kaynağı olarak (bkz.: Buluş, 2009:32) hem ucuz hem kolay yoldan küçük çaptaki üreticilere kredi veren (bkz.: Genç, 2014: 17) böylece kredi arzını artırarak ekonomiye adeta nefes alma imkânı sağlayan para vakıflarının (bkz.: Sırım, 2017: 181) artık ekonomik sıkıntıdan ötürü iş göremez hâle geldikleri ayrıca peşin mal alıp, vadeli satmak suretiyle iş gören, İslâmî şeriata uygun ve günümüzün katılım bankacılığını andıran sistemle çalışan -yerli halk içinden çıkan- “murabaha”cılar da dönemdeki genel çöküş ile ahlaki yozlaşmadan nasibini aldıkları ve hileye başvurdukları bilinmektedir (bkz.: İştar, 2014: 838). Böylece, murabahanın faize benzetilmesi ve tefeciliğe davetiye çıkarması, Osmanlı'da 1852, 1864 ve 1887 tarihli bir dizi fermanla faizin kanuni hale gelmesi ile sonuçlanmıştır (a.g.b., aynı yer). Bu bilgilerden hareketle her ne kadar gelenekçi ve İslâmi iktisat anlayışına uygun mudarebe, vakıf, para vakıfları, murabaha gibi toplumun iktisadi hayatında önemli birer finansman kaynağı olarak sosyoekonomik refahı düzenleyen ve bu şekilde devletin gücünü artıracak kurum ve kuruluşlar varsa da bunların 19. yüzyıldaki siyasi, askeri gelişmelerle ticari antlaşmaların neticesinde artık eski işlevlerini yerine getiremez hâle geldiğini söyleyebiliriz. Yine bu bilgiler doğrultusunda 19. yüzyılın sosyoekonomik hayatı özetlendiğinde, vakıflarla para vakıflarının olduğu ancak Galata Bankerleri vb. dış menşeli bankaların karşısında direnç gösteremedikleri ve İslâmi anlayıştan uzaklaştıkları, mudarebe usulü ile işlerin çeşitli bahanelerle yaptırılamadığı, murabaha sisteminin de aslına uygun çalıştırılamayıp hileye başvurulduğu durumuyla karşılaşıyoruz.

Hâl böyleyken vatan ve milletini düşünen İslâm endişesini taşıyan insanlardan biri olarak Gümüşhanevî, faiz başta olmak üzere kapitalist sisteme âdeta savaş açmıştır (bkz.: İştar, 2014: 839). Bu bağlamda Gümüşhanevî’nin irşat işleri yaparken ezbere bir bilgiye değil gerçekten ilme, kitaba önem vererek 18 binlik zengin kitaplığıyla vakıf kütüphaneler kurdurduğu bilinmektedir (Kara, 2009: 18-19). Buradan onun - müritlerinin bilgi sahibi olmalarını, eğitimli birer insanlar olarak yetişmelerini isterken- bir bakıma insan kaynağına da büyük katkıda bulunduğunu görüyoruz. Müritlerinin sadece avam halk tabakasından oluşmadığını askeriyeden, devlet ricalinden de kendisine intisap eden birçok müridinin bulunduğunu ayrıca icazet alan müritlerini farklı coğrafyalara -hem ülke içinde hem ülke dışına- göndererek batının karşısındaki zayıf düşen tüm İslâm coğrafyasına irşat faaliyetleriyle ulaşarak genel olarak İslâm dünyasının güçlenmesini dolayısıyla da ortak hareket etmelerini hedeflemiştir. Çünkü bilindiği gibi Batı ülkeleri her ne kadar kendi aralarında zorlu bir rekabete girseler de Osmanlı başta olmak üzere Doğu ülkelerinin karşısında âdeta tek yumruğa dönüşmüş güçlü bir kuvvet olarak sömürge siyasetlerinde birleşiyorlardı. Elbette bunun karşısında Gümüşhanevî ilk başta ortak girişimi hem öğretileriyle teşvik etmiş hem de somut ve örnek uygulamalarıyla desteklemiştir.

Kaynaklardan hareketle, bir tasavvuf erbabı ve hadisçi olan Gümüşhanevî’nin İslâm ekonomisine teorik olarak ürettiği fikirleriyle, fikirlerini hayata geçirdiği uygulamalarıyla ve yetiştirdiği talebeler ile katkı sağladığını söyleyebiliriz. 19. yüzyıl İslâm ekonomisine katkılarını genelleştirerek şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Faizsiz ekonomik düzen; 2. Ortak girişime teşvik; 3. Eğitim ve yayımcılık; 4. İnsan kaynağına katkı.

Faizsiz ekonomik düzen

İslâm’da faiz yasaktır. Çünkü faiz, paradan para kazanma sistemi olup İslâmi iktisada aykırı ve dinî açıdan haramdır. Bu bağlamda Gümüşhanevî’nin, faize bulaşmaları kaçınılmaz olan iki tarafı -paraya ihtiyaç duyan küçük ve büyük ölçekte girişimciler ile paralarını bankalara, tefecilere vererek paradan para kazanmayı hedefleyen sermaye sahiplerinikurdurduğu yardımlaşma sandıklarına üye yaparak faizsiz ekonomik düzenin pilot uygulamasını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz (bkz.: İştar, 2014: 840). Kaynaklardan, aslında Osmanlı Devleti’nde var olan borç sandıkları gereğince fonksiyonunu yerine getiremediği anlaşılmaktadır. Bundan dolayı faizli bankaların açılması meşrulaştırılmıştır. Dolayısıyla Gümüşhanevî de borç sandıklarına benzer dergâh içi bir yardımlaşma ve borçlanma müessesesi kurarak ayrıca sünnete, hadise, geleneksel eski İslâmi ve Osmanlı geleneğinden beslenerek (Alkan, 2014: 802) faizli bankalara karşı bir alternatif faizsiz kredi verebilen yardımlaşma sandığı oluşturmuştur. Bu her ne kadar özelde sadece müritlerini kapsıyor gibi görünse de genelde İslâm ekonomisinin pilot uygulaması gibi geneli kapsayacak bir model olarak algılanabilir (bkz. ayrıntılı bilgi için Akşit, 2015: 14).

Ortak girişime teşvik

Girişimcilik sektöründe insanlar sermayelerini ortaya koyarak güç birliği yaparlarsa “Birlikten kuvvet doğar” sözünde görüldüğü gibi ekonomik büyüme olacaktır. İnsanların Allah’ın rızası doğrultusunda güç birliği yapmalarının önemini “Mümin, mümin için bir kısmı bir kısmını tutan binalar gibidir34” Hadis-i Şerif’inde de görüyoruz. Bu hadis doğrultusunda hareket ederek birlik ve beraberlik içinde olan kurum, kuruluş veya bir ekonomik düzen herhangi bir olumsuz etkenin karşısında sarsılmayacak ve direnç gösterebilecektir.

Gümüşhanevî’nin, kurdurduğu yardımlaşma sandıklarının Ahi Teşkilatının orta sandıkları gibi işlev görmesi için çaba göstermiştir. Bu bağlamda Gümüşhanevî’nin kurdurduğu sandıklarda biriken paralarla o dönemin en ihtiyaç duyduğu konuların başında gelen, insanların aydınlanmasına35 vesile olacak kuruluşlardan matbaa ve kütüphaneler kurdurduğu bilinmektedir (bkz.: İştar, 2014: 840). Ancak Of ilçesi Uğurlu Beldesindeki taş yığma olarak 1868’de inşa ettiği kütüphane binası dışında bu kütüphaneler günümüze ulaşamamıştır36 . O, müritlerine ihtiyaç fazlası veya tasarruf ettikleri paralarını, servetlerini ellerinde değil bu sandıklarda tutmalarını, muhtaç olan müritlerinin de bu sandıktan ihtiyacı kadar parayı geri ödemek şartıyla almalarını nasihat etmiştir (bkz.: İştar, 2014: 839). Buradan anlaşıldığı gibi, sandıklara kayıt yaptıran üyeler belirli aidatlar öder, ihtiyaç duyan yatırımcı üye de bu sandıktan nakit temin edebilecektir (Bkz.: Döndüren H., 2010: 416). Ayrıca yardımlaşma sandıklarının, kendisine üye ve nakit sıkıntısı çeken yatırımcılar için faizsiz bir kredi kuruluşu görevini üstlendiğini söyleyebiliriz. Faizsiz kredi kuruluşu olarak algılayabileceğimiz ya da günümüzdeki fonlar, katılım bankaları (bkz.: Sırım, 2017: 175 ve Döndüren H., 2008: 16-19) gibi işlev gören bu yardımlaşma sandıklarının mudarebeden farkı, ancak kayıtlı üyeleri tarafından kredi alınabilmesidir. Ama yine de bu sandıklar mudarebede usulü çalıştırılabilir. Konuyla ilgili şu ifadeler çok önemlidir: Gitgide İslâmî yapıdan uzaklaşmakta olan Osmanlı toplumunun bu kötü gidişatına karşı ilmi faaliyetlerin toplum nezdinde artmasıyla engel olunabilineceği fikrinden olsa gerek Gümüşhanevî’nin tarikat anlayışında ilmin ayrı bir yeri vardır. Çeşitli yerlerde kütüphaneler açtırtması, kurdurttuğu matbaada basılan kitapları fakir âlimlere ücretsiz dağıttırması, Anadolu’ya ve İslâm coğrafyasının birçok bölgesine gönderdiği halifeleri ile oralarda ilmi faaliyetlerin canlanmasını temin etmesinin altında hep onun ilme verdiği önem yatmaktadır.

Her ne şekilde çalıştırılsa çalıştırılsın buradaki başlıca özellik, insanların sermayelerini birleştirerek ekonomik bir güç birliğini oluşturmaları ve bunun sonucu olarak da ortak girişim sektörünün canlandırılmasını sağlamalarıdır. Bunun sayesinde ihtiyaç fazlası ya da tasarruf edilen paralar değerlendirilerek belki küçük veya büyük çapta yeni iş yerlerinin açılmasıyla istihdam sorununa da çözüm üretilmiş olacaktır. Yardımlaşma sandıkları ile faize karşı koymuş olan Gümüşhanevî’nin, gerek sandıklardan yararlanılmasında gerek sermaye sahiplerinin yatırımcılarla veya diğer sermaye sahipleriyle ortaklıklarında, Osmanlı dönemi vakıf sistemlerinde görülen Mudaraba (emek sermaye ortaklığı yoluyla işletme), Müşareke (sermaye ortaklığı), Murabaha (malı peşin fiyatla satın alıp yıllık belli kârla alıcıya devretme), Bidâa (vakıf parayı Allah rızası için meccanen işletip kârın ve anaparanın tamamını vakfa verme) veya Karz-ı Hasen (ödünç verme) gibi (bkz.: Döndüren H. , 2008: 6) İslâmi usullere göre -aslına uygun olarak - hareket etmeleri hususunu tembih ettiğini -kendisinin de uygulamalarından hareketle- söyleyebiliriz. Bu bilgilerden hareketle Gümüşhanevî’nin faizli sisteme karşı ortak girişimciliği teşvik ettiğini ve bu ortaklıkların ancak İslâm’da caiz olan yöntemlerle yürütülmesi gerektiğine vurgu yaptığını söyleyebiliriz.

Eğitim ve yayımcılık

Ortak girişimi destekleyen Gümüşhanevî, millî ve manevi değerler paydasında buluşmayan anlayışa dayanmayan ortaklıkların uzun vadeli olamayacağına inanmaktadır. Çünkü dünyalık ulaşılmak istenilen hedefe bile, aynı amaç ve ilkeler ile birlikte yürünmedikçe ulaşılamaz. Kaldı ki, Hak yolunda yine Hakk’ın rızasına mazhar olmak adına yapılan her türlü işte ortak bir anlayış ile hareket edilmezse sonuç yine aynı olur. Şeri hükümlerle yönetilen Osmanlı Devleti’nde vakıflar, borç sandıkları, para vakıfları olduğu hâlde bunların çeşitli sebeplerden ötürü tezahür eden ahlaki çöküntünün sebebiyet verdiği zihniyet değişikliğinden dolayı asıl fonksiyonlarından uzaklaştırıldıklarını biliyoruz. Ahlaki yozlaşma ve zihniyet değişikliği ise, yedi iklime hükmeden şeriatla yönetilen, ahlaki, dinî, siyasi, iktisadi vb. her türlü sosyoekonomik konularda olduğu gibi para vakıflarının caiz olup olmadığı ve işletilişi. Çünkü, bu usullerin Osmanlı’nın özellikle iktisadi, siyasi ve askeri olarak iyice zayıflamış yarı sömürge hâline geldiği 19. yüzyılda aslına uygun işlemediği bilinmektedir. Borç sandıklarının işletiliş şekli vb. konuların da fetvalara (bkz. ayrıntılı bilgi için: Akgündüz, 1996: 219’den Keleş, 2001: 192) dayalı olarak yürütüldüğü büyük bir ülkeyi çöküşe götüren etmenlerin başını çekmiştir. Bu da tarih tekerrürden ibarettir sözünde olduğu gibi, züht döneminde toplumsal refahın yükselişiyle gelen rahatlıktan ötürü yaşanan ihtilafların (bkz.: 1.1 ss. 1-2), fetihlerin durmasıyla devamlı düşüş seyretmesine rağmen 18. yüzyıla kadar Avrupa ile aynı durumda olup ancak 19. yüzyılda askeri, siyasi ve ekonomik olarak zayıf düşen Osmanlı Devleti’nde ahlaki yozlaşma ve zihniyet değişikliği olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu da bir yandan Selçuklu Devleti’nin yıkıldığı, bir yandan Moğol İstilası diğer yandan Haçlı çapulcularının arasında sıkışan ve Anadolu Ahilerinin toparlayarak imparatorluğa giden yolun temelini attıkları zayıf ve bitkin Anadolu Türk Beylikleri dönemini hatırlatmaktadır. İşte bu zor ve sıkıntılı dönemde Anadolu Türklüğünü, yek vücutta birleşmesini sağlayarak büyük bir Cihan İmparatorluğu’na taşıyan hareketin Ahi Teşkilatı olduğu bilinen bir gerçektir (bkz.: 1.6 ss. 19). Ahi Teşkilatı mensuplarının en iyi derecede tasavvufî ve meslekî eğitimlerini tamamlamış hem birer tasavvuf erbabı hem de birer Alperen sofi oldukları bilinir (bkz.: 1.3.1). Çeşitli nedenlere bağlı olarak Osmanlı Devleti’nin temelini atan Ahi Teşkilatının çözülüşüyle birtakım etmenlere dayalı olarak ortaya çıkan ahlaki çöküntü ve zihniyet değişikliğinin (bkz.: 1.6) Osmanlı’nın sonunu getiren etkenlerin en başında geldiğini söyleyebiliriz. Böylece, her ne kadar şeri hükümlerle yönetiliyor olsa da 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde sosyoekonomik çöküş önlenememiştir. Gümüşhanevî öğüt veren değil örnek olanların olmadığı sıkıntılı dönemin yaşandığının farkındaydı. O bu gerçeğin sadece farkında olmakla kalmamış sözünde olduğu gibi ilim aşkıyla, takvasıyla, cihat anlayışıyla İslâm’ı yüceltmek, bireyleri doğru yola çağırmak, hakkın tecellisini yer yüzünde tahkim etmek için hem eserleriyle, öğretilerinin teoride değil bizzat kendisi örnek teşkil edecek şekilde hayata geçiren aksiyon kişiliğiyle tanınan Gümüşhanevî, aynı zamanda büyük ve gönüllü bir eğitimci olarak ve milyonlarca mürit yetiştirmiş (Koçyiğit, 2014: 118), irşat işlerini aksatmamak adına geç evlenmiş, ömrünü güzel insanlar yetiştirmeye adamıştır. Gümüşhanevî’yi eğitim alanında farklı kılan özelliği ise, tekkesi adına bir matbaa satın alınarak telif kitaplarını bununla bastırması ve ilim ehline hediye ettirmesiydi (Alkan, 2014: 800, bkz. ayrıca: İştar, 2014: 839). Bu da onun matbaa -bir bakıma basın, medya- işlerinin insanların eğitimindeki, yönlendirilmesinde ne kadar önemli olduğunun farkında olmasından kaynaklanmaktadır.

Yenilikçi anlayışla zamanının nabzını tutabilen bir kişiliğiyle, İslâmi bakış açılarıyla Abdülhamid’in de onayladığı ve Nakşibendî ortağı olan Gümüşhanevî (Aydoğdu, 2008: 18) sadece Anadolu topraklarında değil genel olarak Türk ve İslâm dünyasına yönelik irşat faaliyetleri yürütmüş, Mısır’dan Kafkasya ve Ortaasya’ya, Balkanlardan Kazan şehrine kadar uzanan topraklarda müritler yetiştirerek (Demirer M., 2007: 42-43) İslâm ekonomisinin insan kaynağına katkıda bulunmaya çalışmıştır.

İnsan kaynağına katkı

O sadece çevresindeki insanları değil, İslâm coğrafyasının her yanına bizzat giderek irşatta bulunmuş, yetiştirdiği kimselere icazet vermiştir. Onun gittiği her yerde bu şekilde irşat işleriyle meşgul olarak yetiştirdiği elemanlarıyla/halifeleriyle insan kaynağına katkı sağlamayı hedeflediğini ve buna da önem verdiğini şu ifadelerden açıkça görmek mümkündür: 1877 yılında ikinci defa hacca gitmiş, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de hadis ilmi okutmuştur. Hac dönüşü İstanbul’a gelmeyip üç yıl kadar Mısır’da kalmış; Tanta ve Kahire’de Nasıriye, Ezher ve Hüseyin Camii’nde iki yüzden fazla talebeye ders okutmuştur. Burada Mısır Müftüsü Muhammed el-Menûtî, Şeyh Cevdet, Şeyh Mustafa es-Saidî ve Şeyh Rahmetullah el-Hindî’ye hilafet vermiş ve Tanta’da Seyyid Ahmed Bedevî k.s. bir defa karşılıklı ziyaretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid (k.s.)’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir (Akşit, 2015: 24-25). Bir Halidî şeyhi olarak milyonlarca mürit yetiştirmesi bile (Bkz.: Eğitim ve yayımcılık) insan kaynağına yaptığı katkının en büyüğü olarak değerlendirilebilir. Böylece uzun vadeli olarak insan kaynağına yatırım yapan Gümüşhanevî’nin kurduğu dergâh aracılığıyla öğretilerinin devam ettirilmesini sağlamış, bu dergâh sayesinde yetişen örnek insanlar Cumhuriyet Türkiye’sinin (bkz.: 3) siyasi ve sosyoekonomik hayatında önemli başarılara imza atmıştır. Kendi zamanının nabzını iyi ölçerek yenileşmenin gerektirdiği eğitim, siyaset, ticaret ve askerlik gibi alanları kapsayan -siyasi ve sosyoekonomik bakımdan İslâm toplumunu kalkındırma amaçlı- faaliyetler yapması Batı Avrupa’daki yeniden doğuş (Rönesans) hareketini andırmaktadır. Ancak bu yenileşmeyi Batılı tarzda değil, bir nevi orta asırlarda Türk Rönesansı olarak algılanabilecek olan Ahi Teşkilatı başta olmak üzere devam eden yüzyıllardaki Osmanlı geleneğinden ve de müntesip olduğu Halidîliğin çıktığı Nakşibendi Tarikat anlayışından beslenerek gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hadise ve sünnete de önem vererek züht dönemindeki  zahitler gibi -19 yüzyıldaki şartlara uyun olarak- yenileşmenin “peygamberî modelini” (Alkan, 2014: 802) oluşturma amacı gütmüştür.

Nakşibendî Tarikat Anlayışının Osmanlı Toplumuna Sosyoekonomik Etkileri

Bir toplumun sosyoekonomik hayatını belirleyen faktörlerin başında bireysel ve toplumsal zihniyetin önemi büyüktür. Kapitalist batıda Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği 19. yüzyıla kadar Osmanlı toplumunda etkin olan geleneksel zihniyetin bu yüzyıldan sonra iyice sarsılmaya başladığı ve bu sarsıntının da devleti çöküşe doğru sürüklediği bilinmektedir. Ayrıca bu sarsıntı devlet idaresine de yansıyarak, daha önce dünyada bir merkez konumunda olan koca devletin artık Batılılaşma serüvenine girip çevre olmayı kabullenmesine, böylece günümüzde de devam etmekte olan bir zihin bulanıklığına yol açmıştır. Batı merkezli, pozitivist anlayışa dayanan aydınlanma hareketi Osmanlı toplumunu adeta kendi tarihî gerçeklerine ters düşen bir yörüngeye sürüklemiştir (Bkz.: Tabakoğlu, 2016: 35). Halbuki Türk ve İslâm sosyoekonomik hayatında daha önceki dönemlerdeki benzeri durumlarda çareyi yine İslâm tasavvufunda arayarak, tasavvufî eğilimlerin neticesinde oluşan (bkz.: 1) tarikat anlayışına dayalı ahlaki öğretilerle yetişen kimselerin sayesinde toplumun sosyoekonomik hayatındaki refah ve ilerleme sağlanabilmişti (bkz.: 1.3.1 ve 1.3.2).

Bir nevi Türk Rönesansı’nın yaşandığı 13. yüzyılda karanlık skolastik döneminin içinde boğulan Batı’yı, Haçlı seferleri sayesinde Eski Mısır, Mezopotamya, Eski Grek, Roma, İslâm medeniyetlerinin, Akdeniz havzası medeniyetinin Avrupa’ya taşınmasıyla yenileşme yoluna sürükleyen müspet ilimlerine verilen önem (bkz.: Tabakoğlu, 2016: 34) aralıksız ilerleme göstererek 19. yüzyıldan bu yana devamlı olarak dünyayı kendi etkisi altına alan ve temeli merkantilist düşünceye dayalı kapitalist sistemin (Bkz.: Tabakoğlu, 2016: 209) atak yapmasını sağlayacak Sanayi Devrimi’ne götürmüştür. Merkantilist düşünceyle Sanayi Devrimi’ni yaşayan Avrupa kapitalizminin, manastır hücrelerinden çıkıp çalışma hayatına sızarak, dünyevî ahlak anlayışı38 üzerinde hâkimiyetini kurup çağdaş ekonomik düzenin muhteşem evreninin inşasının (bkz.: Weber, 2017: 233) temelini atan Püriten çileciliğinin meslek anlayışıyla (Weber, 2017: 232) -Protestan meslek ahlakıyla- uyumlu olduğu bilinmektedir (bkz.: Aygül, 2014: 67, ayrıca Orman, 2016: 149). Ancak, bu anlayışın temelinde kurulan 38 Dünyevi ahlak derken materyalist bakış açısına yaklaşıldığı düşünülüyor. Düzenin artık makine tabanlı üretimin teknolojik ve ekonomik şartlarına mahkûmdur ve bu mekanizmanın içine doğan, ister doğrudan para kazanma kaygısı taşısın ister taşımasın, tüm bireylerin yaşam tarzlarını karşı konulması mümkün olmayan bir kuvvet uygulayarak belirler ve muhtemelen son fosil yakıt yakılana kadar da belirlemeye devam edeceği (Weber, 2017: 233) meselesi her ne kadar mantıklı bir yaklaşım ise de kapitalist39 ruhunun dünyevi akılcı ekonomik bir etkinlik olarak tanımlanması dinden uzaklaşmaya götürdüğü gibi homo-economicus (ekonomik adam) olarak adlandırılan egoist akılcı bireyin (bkz.: Kallek, 2018: 3) ortaya çıkmasına yol açtığını söyleyebiliriz.

Kapitalizmin, gelişiminin Protestanlık ahlakıyla alakalı olduğuna değinen Orman (2016), iktisadi hayatın sosyal çevreyle sıkı ilişkili olduğuna, sosyokültürel gelişmelere bağlı olarak çıkan iktisadi sorunlardan olumlu ya da olumsuz etkilenebileceğine işaret etmekle birlikte olumsuz etkinin “iyi” sonuçlara yol açabileceği ihtimaline de vurgu yapmaktadır (149-150). Mesela, Batı’yı Sanayi Devrimi’ne götüren olumsuz sonuç belki Hristiyanlık mezhep çatışmaları ve orta asırdaki karanlık dönem, Osmanlı Devleti’nin karşısındaki eziklik ise, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu sağlayan olumsuz sonuç da Selçuklu Devleti’nin yıkılışı, dört bir yandan düşmanlarla sarılmış Anadolu Türk Beyliklerinin düştüğü ağır durumdur. Batı’yı içinde bulunduğu karanlık devirden kurtararak kapitalist ruh kazandıran Protestan meslek ahlakı ise, Anadolu Türklüğünü çaresiz ağır durumda bulundukları Beylik Döneminden İmparatorluğa ulaştıran her boyutuyla Peygamberin hayatını örnek alan tarikatların dayandıkları İslâm tasavvuf anlayışının oluşturduğu iktisadi -sosyoekonomik- zihniyet olmuştur (bkz.: 1.3). Ancak kapitalist ruhunu kazandıran Protestanlara göre din, bu dünyanın işlerinden uzaklaştıran bir araç olarak algılanmaktadır (Aygül, 2014: 86). Bundan dolayıdır ki merkantilist kapitalizmin sömürgeye dayalı olarak gelişmiş olduğunu, hâlâ globalleşme adıyla devam ettiği bilinen bir gerçektir. Halbuki İslâm’da tasavvuf ehli kimse hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışma gayreti içindedir. Çünkü İslâm hayatın kendisidir, ibadet mekanlarının içinde sıkışmış bir olgu değildir. Ancak bilindiği gibi Ashab-ı Kiram devrinden -züht dönemi- başlayıp belirli tarihi sebeplerden ötürü Müslüman toplumunun sosyal refaha kavuşmasıyla ahlaki yozlaşmanın yaşandığı ve bunun üzerine -ilk fetihler sonrasındaki yaşanan rehavete ve dünyevileşme temayülüne karşı- tepki gösterirken daha da pekişerek iki asır boyu devam eden sufi anlayışının ussal iktisat anlayışını benimseyenlerden biri olan Braudel, “kapitalist zihniyet ile aklın aynı şey” olduğunu düşünmektedir (bkz.: Braudel, 2004: 537, 538). Neticesinde tasavvuf ilmi oluşmuştur.

11. yüzyıl ve ortalarına kadar olan zamanı kapsayan -bu tasavvuf ilminin ikinci evresi olarak bilinen- dönemde sufiler devamlı kendini yenileyerek tasavvufa aksiyoner bir hüviyet ve boyut kazandırmıştır (Adıgüzel, 2018: 57). Gümüşhanevî’nin de intisap ettiği Halidîliğin çıktığı Nakşibendilik tarikatını gerçek kimliğine kavuşturan öğretileriyle tanınan Yusuf el-Hemedani’nin; tasavvuf ilminin ikinci evresi mutasavvıflarından biri olduğu, İslâm toplumunun sosyoekonomik, kültürel hayatına önemli ivmeler kazandırdığı, başta Ahmet Yesevî olmak üzere birçok halife yetiştirdiği bilinmektedir (Ölmez, 2016; bkz. ayrıca: Altıntaş, 1986: 147; 149). Hikmetleriyle yaylak-kışlak hayatlarını idame ettiren Türk toplumunu irşat eden Ahmet Yesevî ise, Anadolu Ahi Teşkilatını kuran Ahi Evran’ın hocası olduğu gibi 14. yüzyılda Türkistan’da faaliyet göstererek Anadolu başta olmak üzere İslâm coğrafyasına yayılan Nakşibendilik tarikatının kurucusu Muhammed Bahaüddin’i yetiştiren Abdülhalik Gücdivani’ye de hocalık yapmıştır. Buradan anlaşıldığı gibi ilkin asıl gayeden uzaklaşmamak adına ortaya çıkan tasavvufun ikinci evresinde Yusuf Hemedanî, Ahmet Yesevî ile başlayan, daha sonra çeşitli tarikat ve kollara ayrılarak Türklerin kültürel ve sosyoekonomik hayatına Kur’an ve sünnete uygun olarak Allah’ın rızası doğrultusunda yön veren Türk tasavvuf anlayışı oluşmuştur. Bu anlayış doğrultusunda 14. yüzyıldan itibaren Türk İslâm coğrafyasında ve özellikle de Anadolu Selçuklu dönemi sonrası Beylikler Döneminde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 19. yüzyıla kadarki dönemlerde ahlaki, siyasi, askeri ve kültürel açılardan önemi büyük olan (Elhüseyni M. S., 2018: 9-10)40 ve günümüzde de çeşitli kollara ayrılarak irşat faaliyetlerine devam eden Nakşibendi tarikatı ortaya çıkmıştır. Ve yine bu bilgiler doğrultusunda züht kitapları ve “Kelâbâzi k.s.’nin Taarruf adlı eseriyle başlayan ilk tasavvuf kaynaklarında anlatılan tavır ve usuller”in -tasavvuf ilminin ikinci evresinde de gelişerek devam etmesi göz önünde bulundurulunca- Nakşibendi tarikatının da esasını oluşturduğunu dolayısıyla Nakşibendi tarikatının itikadının “Hz. Peygamber S.A.V.’in sünnetine sarılan Ehl-i sünnet ve’l cemâat itikadı” (Elhüseyni M. M., 2018: 18) olduğunu söyleyebiliriz.

“Evrâd u ezkâr ile ahlâk ve maneviyatlarını kemale erdirmek kasdıyla seyrü sülük eden sûfîler, daha önce olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı devrinde de fetihlere iştirak, dini tebliğ, hâkimiyetin tesisi, sosyoekonomik ve sosyo-kültürel meselelere çözüm üretme gibi hususlarda hem halka ve hem de İslâm devletine hizmet etmişlerdir. […] Selçuklu döneminde ve Osmanlı’nın kuruluş merhalesinde bizzat muharip güç olarak gördüğümüz gazi, alperen şeyh ve dervişler, gerek ribatlarda erekse bizâtihi ordu içerisinde esaslı bir askerî güç olarak cihada iştirak ediyor, yerlerini yurtlarını terkedip i‘lâ-yi kelimetullah aşkına, gazâ ve şehadete koşuyorlardı. Osmanlı’nın devletleşme döneminden sonra, “sahibü’z-zaman”, “kutbü’l-aktâb” gibi manevi payelere sahip gönül sultanı mürşidler, İslâm kumandanlarına ve ordularına güç katıyor, katkıda bulunuyordu.” (Elhüseyni M. S., 2018: 9-10) 49 Bilindiği üzre 19. yüzyılda, Ehl-i Sünnet’in sadık taraftarlarından biri Nakşibendi tarikatının özellikle Hâlidî kolunun çok güçlü bir tasavvuf eğilimlerinden biri (Kılıç,2006: 104) olarak karşımıza çıktığını ve devletin sürgün politikasına maruz kalsa da (bkz.: Foley, 2008: 239, 242 ayrıca Kılıç, 2006: 104, 109), yine devletin milli birlik ve beraberliğin sağlanması için yürüttüğü sosyokültürel faaliyetlerinde çok önemli rol oynadığı bilinmektedir (Elhüseyni, 2018: 11-12): 19. yüzyılda derin siyasî ve sosyal çalkantılarla bunalan Osmanlı idaresinin, Nakşî-Halidî şeyhlerden Kürdistan siyasetiyle ilgili de destek aldığı tarihî bir vâkıadır. Bölgedeki büyük nüfuzlarıyla Nakşî-Halidî şeyhlerin; Kürt aşiretlerinin ıslahı, devletin bölgede zayıflayan hâkimiyet ve otoritesinin yeniden tesisi, Tanzimat’tan sonra güçlenen etnik ve ayrılıkçı fikirlere karşı ümmetin birliğinin korunması, Şiî İran ile bölgedeki diğer azınlıklara karşı öngörülen siyasetin hayata geçirilmesi için büyük yardımı oldu. Ayrıca istihbaratın sağlanması, kalkışmaların engellenmesi, 93 Harbi gibi hayatî önem taşıyan bir savaşta Kürtler’in askerî desteğinin sağlanması için de onlara ihtiyaç vardı. Bölgedeki Nakşî-Halidî şeyhlerin de bu ihtiyacı dinî bir vazife addederek mukaddes cihad şuuruyla yerine getirmek için hiçbir gayreti esirgemediğine tarih şahittir. Çünkü, başta belirttiğimiz üzere, Osmanlı Devleti ile Ehl-i sünnet tarikatlar ve şeyhleri zaten tabii müttefik idiler. Bu ittifakın zemininde iman birliği, hedefinde ise müslümanların âlî maslahatı vardı (Elhüseyni, 2018: 11-12). Bu bilgiler doğrultusunda Nakşibendi tarikatının, milliyetçiğin güç aldığı 19. yüzyılda İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde baş gösteren isyanların itikadî ve barışçıl yollarla bertaraf edilmesinde çok büyük katkılar sağlayarak bir bakıma devletin askeri harcamalara girmesini engellediği ve böylece -üretim yapmasa da dolaylı olarak- bütçe tasarrufuna katkıda bulunduğu söylenebilir.

Genel olarak Nakşibendi tarikatının 19. yüzyıldaki sosyoekonomik fonksiyonu sadece bundan ibaret olduğu söylenemez. Çünkü bu bağlamda daha önce bahsedildiği üzre bu dönemin sonlarından itibaren hizmet gösteren Gümüşhanevî Dergahı’nın kurucusu olup kapitalist Batı’daki Sanayi Devrimi’nin Osmanlı’ya gelenekçi ve İslâm’a uygun yollarla taşınarak geliştirilmesi için hem teorik hem uygulamalı olarak çaba gösteren Gümüşhanevî’nin kurduğu dergâhı aracılığıyla yaptığı hizmetleri yadsınamaz. Ayrıca onun; ürettiği doktrinleriyle insan kaynaklarına yaptığı yatırımları gibi birçok yenilikçi hareketinin Cumhuriyet Türkiye’si boyunca devam eden bir akımı başlattığı, özellikle faizsiz ekonomik kalkınma ve girişimciliğin canlandırılmasında yeni bir çığır açtığı, hadisçi ve bir Halidî şeyhi olarak tüm faaliyetlerinde tasavvuf ilminin Nakşibendi tarikat anlayışından beslendiği unutulmamalıdır (Aydoğdu, 2008: 111-112). Halidîlik, Müceddidiyye, Cûybâriyye gibi birçok kollara ayrılmış Nakşibendi tarikatının; İslâmi desturlara aykırı hareket etmeyen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğu, gerek sosyoekonomik gerek sosyokültürel hayatta ve gerekse dini vecibelerin yerine getirilmesinde ancak Allah’ın rızasını gözeterek faaliyet gösterirken karşılaştıkları tüm meselelere Hz.Peygamber S.A.V.’in hayatından örnek alarak Kur’an ayetleri ve Hadis-i Şeriflerin ışığında çözümler üretip asla gösterişe yönelmediği, israfa geçit vermediği, bu dünya için öteki dünyasını öteki dünyası için bu dünyayı terk etmeyen prensibiyle çalışırken düşüncelerini barışçıl ve akılcı yollarla -önce nefis cihadıyla başlayan irşat faaliyetleriyle- dünyaya yaymak adına durmaksızın aktivite içinde ilerleyen topluluğun oluşturduğu önemli bir tasavvufî akım olduğu bilinen bir gerçektir.

Ayet ve Hadislerin Tasarrufu Öncelemesi

İnsan, Allah’ın nimetlerinin hikmetini anlamalı ve buna göre hareket etmelidir. Sahibü’lMülk adının anlamında görüldüğü gibi Allah insanların tasarrufuna verdiği her bir şeyin -tüm nimetlerin- sahibidir. Genel anlamda yer ile göğün arasındaki tüm varlık Cenabı Allah-u Zülcelal’in tasarrufu altında olup (bkz.: Düzgün Ş. A., 2017a: 53), insanlar için nimetler silsilesini oluşturur. Böylece Cenabı Allah kendi tasarrufu altında olan her bir şeyden istifade ederken israf etmemeleri gerektiği hususunu vurgulayarak insanların tasarrufuna sunmaktadır. Cenabı Allah, nasıl ki tasarrufu altındaki mülk -kâinat ve mevcudat- muntazam bir şekilde - sebepler dairesinde ibreti alem vb. hususların dışında- ziyan edilmeksizin belirli bir düzen içinde ezelden ebede doğru giden yolculuğuna kusursuz olarak ilerlemesini sağlıyorsa, insanların da tasarrufuna sunulan nimetlerden israfa yer vermeksizin istifade etmeleri gerektiğini Kur’an-ı Kerim’deki Ayet-i Kerimeler aracılığıyla belirtirken, israfın haram olduğu bizlere tembih etmektedir. Kur’an, insanların gereksiz harcamalardan kaçınmaları, haramdan sakınmaları, gösterişten uzak olmaları gerektiği, yapılan harcama, yeme içme, giyinme kuşanma, süslenme velhasıl her davranış ve ihtiyaç ve zaruretin ancak Allah’ın rızası doğrultusunda, ahiretini kazanmak uğruna yapılmasının şart olduğuna ayetleriyle vurgu yapmaktadır. Hz. Peygamber S.A.V. ise bunun uygulamalı modeli olarak gerek davranışlarıyla gerek sözleriyle örnek olduğu için birileri için ihtiyaç olan şey başka birileri için zarurettir. Özel anlamda ihtiyaç, üreticinin kazanmak için tasarruf ettiği sermayenin kullanımı veya bu bağlamda yaptığı faaliyetlerinin toplamı olarak değerlendirilebilir. Yine bu bağlamda zarureti değerlendirirsek, üreticinin kazancından tasarruf ettiği parada hakkı olan kimselerin muhtaç oldukları temel geçim kaynağını oluşturur. O halde üretici kazancını ve tasarruf ettiği sermayesini, zaruretlerin tasarrufuna sunması gerekmektedir, ki sosyoekonomik denge korunduğu gibi toplumsal refaha ve mutluluğa katkıda bulunacaktır. Vefatından sonra onun gösterişten uzak olma, haramdan sakınma vb. tasarrufu önceleme bağlamındaki davranışlarının sözlü birer ifadeleri olan Hadis-i Şerifleri ile insanlara Allah yolundan sapmamaları konusunda uyarıda bulunmakta, bu konuda bazı hususlara açıklık getirerek ihtiyaç ve zaruretlerin yerine getirilmesinde ölçülü olmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Yine Kur’an’da Allah’ın rızasına mazhar olmak ve ahiretini kazanmak için tasarruflu, iktisatlı davranmayıp israfa düşen kimselerin ahiretteki akıbetlerinin nice olacağı çeşitli ayetler aracılığıyla bildirilirken, Hz. Peygamber S.A.V.’in sözleri bu ayetlere açıklık getirmektedir. Bütün bunların farkında olan birey gerek üretimde gerek tüketimde ihtiyaç ve zarureti göz önünde bulundurur, tasarrufunu da buna göre gerçekleştirirken sosyoekonomik hayatın dengesini koruyacaktır. Ancak bundan haberi olmayan -kapitalist sistemde- egoist ekonomi adamının -çıkarcı homo-economicus (bkz.: Ersin & Yıldırım, 2016: 141) bireyin- daha fazla kazanmak uğruna pazara yönelik üretim yaparak (bkz.: Yüceyol, 2013:4) üretim tüketim dengesini gözetmediğini belirten Aygül (2014), aşırı üretim olsa da tüketimin asgariye düşmesinin sonucu olarak ekonomik krizin ortaya çıkma ihtimalinin olduğunu ve bundan dolayı da tüketiciden ziyade üretici durumundaki kişilerin tasarruf ve birikim yapmayı tercih etmeleri gerektiğine vurgu yaparken, tasarruf meselesinde Weber ve Sombart’ın da aynı hususun altını çizdiklerini dile getirmektedir (289). Halbuki, tasarrufun öneminin vurgulandığı, israfın da yasaklandığı Kur’an’daki Ayet-i Kerimelere ve bunlara açıklık getiren Hz. Peygamber’in (S.A.V) sözlerine -Hadis-i Şeriflereriayet eden kimse, gösterişe yönelik hareket etmediği gibi hem üretimde hem tüketimde ölçülü davranır. Arz ve talebe göre hareket edilmeyen tasarrufun israfa yol açacağının farkında olarak ona göre tasarruf ve birikim yapar. Tasarruf ettiği bu birikimini zaruretler doğrultusunda kullanarak toplumsal yardımlaşma başta olmak üzere kalkınmaya yönelik istihdam imkânları sunan yeni üretim yerleri açar. Kur’an ve Hadislerin ışığında hareket eden bir üretici ihtiyacını zaruretler doğrultusunda -Allah’ın rızasına mazhar olmak adına- gidererek tasarruf ederken arz ve talep denklemine göre üretim yaptığından devamlı olarak bireysel ve toplumsal iktisadi kalkınma imkânı oluşacaktır. Böylece olumlu yönde durmadan gelişen ekonomik düzen tesis edilerek toplumun refah seviyesinin devamlı olarak yükselmesine olanak sağlanacaktır. Mutsuz ve tedirgin insanlardan oluşan bir toplum ise, ne ekonomik ne de politik rasyonalite açısından tercihe şayan değildir. Böyle bir ortamda toplumsal ruh sağlığı olumsuz etkileneceği ve sosyal atmosfer kalitesinden hayli şey kaybedeceği gibi, düzen ve güvenlik açısından riskler de ortaya çıkar. İktisadî bakımdan ise durum daha açıktır: Bu tür üyelerden oluşan bir toplumda verimlilik ve etkinlik olumsuz yönde etkilenecektir (Orman, 2016: 122).

Zekât, sadaka ve fitre ile ilgili ayetlerle hadisler toplumsal dayanışmanın önemine dikkat çekmektedir. Gerek tüzel gerek özel kişiler arasında gerekse kurum ve kuruluşlar bazındaki borçlanmalarda gerek ticarette faize yönelik uygulamaların yasaklandığına dair ayetler ve hadisler ile insanların harama bulaşmamaları gerektiği vurgulanmaktadır. Çünkü zaruretini karşılamak adına faizle borçlanıp harama meyleden kimse de, ihtiyacını zaruretleri gözeterek yapmayıp paradan para kazanmak için faizle borç veren kimse de ve fazla kâr payı koyan ticaret ehli kimse de haksız kazanç elde ederek harama bulaşmış olurlar. Bu bilgilerden hareketle sadece rasyonel bir iktisadi kalkınma teşebbüsünün sosyoekonomik dengenin kurulmasını sağlayamadığı gibi, toplumun huzuru ve mutluluğuna da yol açmadığı -gerek günümüzdeki İslâm toplumunun gerekse sosyalist ve gerekse kapitalist toplumların örneğinde- söylenebilir. Ayrıca, sosyoekonomik dengenin dikkate alındığı bir iktisadi kalkınmanın gerçekleşmesi için de manevi kalkınmanın şart olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü manevi kalkınma geri kalmışlığın kaynağı olan zihniyet değişikliğine sebebiyet veren ahlaki yozlaşmayı bertaraf edeceği gibi adil düzenin sağlanmasında (bkz.: Erbakan 2010’den Ersin & Yıldırım, 2015: 146) çok büyük önem rol oynayacaktır. Manevi eğitimin esasına dayanan adil düzenin (bkz.: Erbakan, 2019: 55) sağlanmasıyla adil ekonomik düzen gerçekleşecektir. Burada manevi kalkınma söyleminin temelinde insanların Kur’an ve sünnete -Ayet ve Hadislere- riayet ederek İslâmi iktisat anlayışına uygun bireylerin yetiştirilmesi söz konusudur ki bu da insanların İslâmi şuura kavuşmasını sağlayan çok yönlü eğitimlerin sayesinde, çıkar peşinde koşan kapitalist egoist bireyin - homo-economicusun- aksine ihtiyaç ve zaruret meselelerini göz önünde bulundurarak hareket eden Allah’ın rızasına mazhar olmak için gayret gösterip toplumsal refahın yükselmesi için faaliyet gösteren bireylerin -homo-ismamicusun- ortaya çıkmasını sağlayacaktır (bkz.: Ersin & Yıldırım, 2016: 141). Bu anlayışın hâkim olmadığı bir toplumda her ne kadar refah seviyesi yükselirse yükselsin olumsuz eğilimler oluşabilir. Ancak bu olumsuz sonuçların olumlu gelişmelere neden olabildiği ihtimali gözden çıkarılmalıdır (bkz.: Tabakoğlu, 2016: 150). Rasyonalizme dayalı pozitif bilimler 19. yüzyıl Batı’sında doruk noktasına ulaştığını belirten Tabakoğlu (a.g.k.), bugün de pozitif bilimden başka çözüm olmadığına inananların etkili olduğunu ve meselenin özünün farkında olmadan aynı yanlışı İslâm Dünyasındaki bazı pozitif bilimcilerin de devam ettirdiklerine işaret etmektedir.

“Bu temel metodolojik hataya örnek olarak “bilginin bilim haline” gelmesini, muhtemelen bu sözün ne anlama geldiğini farkında olmadan savunan Müslüman ilim adamlarıyla “âdil düzen” adı altında, farkında olmadan, Kartezyen-pozitivist-İslâmcı eğilimleri bütünleştirmeye çalışan siyasîler verilebilir” (Tabakoğlu, 2016: 34). Kısacası akılcı kapitalist anlayıştaki çıkarcı ekonomi-insanı (homo-economicus) kaynakların iyice kıt hâle gelmesine yol açarak sınırsızca tüketme eğilimi içinde olup sadece kendi çıkarlarını düşünmektedir (bkz.: Turay, 2018:141). Halbuki Kur’an Ayetleri ile Hadisler, bir yandan ihtiyaç ve zaruret sahiplerine Allah’ın rızasını gözeten İslâmi şuura sahip bireyler -homo-İslâmicus- olmaları gerektiğini vurgularken bir yandan da israfın haram olduğunu belirtmekle birlikte haram olan şeylerin özelliklerini de sunarak adil bir düzenin sağlanması için yol göstermektedirler. İslâm şuuru ile yetişen birey, Yüce Yaradan’ın kendisine sunulan nimetlerin hikmetini anlar, yer ile gök arasındaki her bir şeyin sahibinin Allah olduğunda kanidir. Yani Allah’ın Mâlikü’l-Mülk olduğuna iman getirmiş biri olarak kendisine sunulan mülkten Kur’an’a ve sünnete uygun olarak O’nun istek ve rızası doğrultusunda istifade edecektir. Kur’an’a göre mülk sadece verilen maddi nimetler değildir: Mülk, sahip olunan şeyleri ve sahip olma hâlini ifade eder. Allah için kullanıldığında mülk, O’nun tasarrufunda bulunan şeyler kadar O’nun evren üzerindeki mutlak tasarrufunu da anlatır. Kur’an’da mülk, yer, gökler ve bu ikisi arasındaki her şeyi kapsar. Allah’ın güzel isimleri arasındaki ‘mâliku’l-mülk’, O’nun varlıktaki her şeyin sahibi olduğunu ifade eder. Kur’an mülk terimini, dünyevi iktidar ve güç anlamında da kullanmaktadır. Bazı peygamberlere ve kişilere verildiği söylenen mülk, bu anlamdadır. Mülk verildiği söylenenler içerisinde hem Yusuf (12/ Yûsuf, 101) ve Süleyman (2/Bakara, 102) gibi peygamberler, hem de peygamberlerin mücadele ettiği şahıslar vardır; Nemrud (2/Bakara, 258) ve Firavun (43/Rahmân, 51) gibi (Düzgün Ş. A., 2017a: 53). Bu bilgiler, Kur’an-ı Kerim’in iktidarda olanlarla ülkeyi yönetenlerin kendilerinin tasarrufuna verilen iktidar gücünü ve yönetim yetkisini Allah’ın emirleri doğrultusunda İslâmi şuur ile adil düzenin, -adil ekonomik düzenin- tesis edilmesi için kullanmaları gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü maddî ve mânevî imkânları Allah’ın insanlara bağışladığı birer emanet sayan İslâm dini, bunları Allah’ın rızâsını kazanmaya ve insanlara mutluluk getirmeye elverişli yerlerde kullanmayı emreder (Kallek, 2001: 179).

Kanaat, Ticaret ve Cesaret

Maddi imkânlardan biri olan sermayenin, gerek “kazancın 9/10 ticarettedir” Hadis-i Şerifi gereğince ticaret için kullanılsın, gerek ihtiyaç ve zaruret doğrultusunda çeşitli yatırım ve yardımlar için kullanılsın Allah’ın rızası doğrultusunda kullanılması gerekmektedir. Bu şekilde hareket edilen birey -homo-İslâmicus- çok kazanınca şükreder az kazanınca kanaat eder. Ama yine de girişimciliğine -ne çok para kazanınca rehavete düşerek ne de az kazanınca cesareti kırılarak- ara vermez. Mülkün Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu, O’nun yolunda tasarruf etmesi gerektiğini, olup biten her bir şeyin külli iradenin tasarrufunda olduğunu bilir buna göre çabasından vaz geçmez, şükür ve tevekkül eder. Allah’ın rızasına mazhar olmak için aza kanaat gösterip ahlaki iktisadi faaliyette bulunmak asla bir kayıp değildir: Zira kanaat kadar saadet, kanâat kadar selâmet, kanâat kadar huzur ve rahatlığı, başka yerde aramak ve bulmak muhaldir. Bakınız peygamberlere ve büyük velilere; bütün saadeti kanâatte bulmuşlardır. Sakın yanlış anlama, kanâat demek miskinlik demek değildir. Kanâat, Hak Teâlâ’nın taksimine, verdiğine razı olup başkasının malında ve servetinde, gözü olmayıp Allah Teâlâ’nın verdiğine şükr eden bahtiyarın hâlidir (Kotku, 185a: 26).

Günümüzde sosyoekonomik yapısı gelişmemiş “ya da bilinçli olarak geri bıraktırılan coğrafyalarda” çok yönlü araştırmalara rağmen yoksulluk ile açlığın önünün alınamadığını belirten Yüceyol (2013); çaba göstermeksizin yahut üretim faaliyetinde bulunmaksızın geçimini sağlamak isteyen, kanaat ve paylaşım ruhundan yoksun olmakla birlikte ahlaki bir temeli olmayan toplumda -ki bu toplum ister kapitalist ister sosyalist ister karma veya İslâmcı bir iktisadi düşünceye sahip olsun-, çıkarlarına odaklanan bir grubun ya da cemaatin dışında kalanların ötekileştirilip amaçsız bir şeklide sömürüldüğünü dile getirirken, insanlardaki “vicdanlı olmak, diğerkâm olmak, hakkıyla-alın teriyle kazanmak ve hakkına göre paylaşmak, böylece birbirini sevmek gibi temel insani değerlerin içi”nin boşaltıldığına işaret etmektedir. Ahlakın bozulduğu, kanaatin, az ile yetinmenin ve paylaşım ruhunun olmadığı ortamda ne açlık ne sosyoekonomik kriz ne de iştahı kabarmış sömürge engellenebilecektir. İktisat konusu -dolayısıyla toplumun sosyoekonomik düzeni- insanlık yaratıldığından beri üzerinde durulan önemli bir mesele olmuştur. İlk çağlardan bu yana her ne koşul olursa olsun hayatta kalmak ve hayatını idame ettirmek için mücadele eden insan, “zorlu doğa koşullarında hızlı ve güçlü hayvanları avlanırlarken elde ettikleri şeyin değerini çok iyi” biliyor, “kazanılan her şey bilgi, deneyim ve beceri ile elde edildiğini”nin farkında olarak “avlarını yakaladıklarında önce avlarının başında oturup bu zorlu mücadeleyi düşünüyor, şükrediyor ve bin bir zahmetle kazanılan nimeti en küçük parçasına kadar dikkatlice kullanmayı, paylaşmayı ve kanaatkâr olmayı öğreniyordu” (Yüceyol, 2013: 3).

Eski çağ filozoflarında servet edinme gayesi taşımayan ayrıca tek başına bir amaç olarak algılanmayan ama hayatın idame ettirilmesinde gerekli -ahlaki- davranışlar bütününü oluşturan iktisat, Orta Çağ’a gelince filozoflardan aynı anlayış tarzıyla din adamlarına geçmiş ise de çalışmaya teşvik eden yönüyle farklı bir boyut kazandığını söylemek mümkündür (Orman, 1984: 20). Bütün dinlerin temelinde kardeşlik ve paylaşma esas olduğundan servet, her ne kadar takbih edilse de Yaradan’ın hükümlerinin yerine getirilmesinde -yine onun rızası doğrultusunda- kullanılan önemli bir araç olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak dinî açıdan servetin -mülkün- ahlak dairesi çerçevesinde kullanılması gerektiği, aksi taktirde sosyal adaletsizlik, eşitsizlik vb. sosyoekonomik sorunlar başta olmak üzere birtakım sıkıntılara yol açtığına tarih şahittir. Zira, bütün bu tür olumsuzlukların kaynağı olarak değerlendirilen ahlak sadece dini vecibelerin yerine getirilmesinde gerekli olan bir olgu değildir: Ahlâk, hayatın her alanında insanların uymak durumunda kaldıkları kuralları ve davranış biçimlerini ifade eder. Ancak, ekonomi bilimi ve onun özellikle ortodoks olarak ifade edilen ve neoklasik iktisadın gölgesinde şekillenen teorileri, insanların davranışlarının doğru veya yanlış olduğunu belirleyen bu türden değer yargılarını ve ilkeler sistemini görmezden gelir. Buna göre, ekonomi alanındaki sorunlar yine iktisat disiplini içinde üretilen teoriler ve politikalar çerçevesinde çözümlenebilir. Diğer bir ifadeyle, ekonomi kendi alanına hapsolurken ahlâk sadece dine havale edilir veya ahlâkın kültürel, felsefi, hukuki boyutları ön plana çıkarılır. Oysa, ahlâkın sadece dini, kültürel olgular doğrultusunda topluma dayatılması iki yüzlü bir ahlâk anlayışım doğururken her gün, her dakika, her saniye bir felaket, bir kötülük yeryüzü ölçeğinde gerçekleşir ve insanların geleceğe ilişkin öngörüleri karamsarlaşır. Mutsuz, huzursuz, bencil, korkularla dolu bir dünya tasavvurundan kurtulmak onlar için giderek zorlaşır (Yüceyol, 2013: v). Bu bilgiler doğrultusunda kısa yoldan “köşeyi dönme” düşüncesinin oluştuğu, az ile yetinmek istemeyen kapitalist düzende üretici -sermaye sahibi- de tüketici -toplum veya bireyde mutsuzdur. Yani, bir yanda az ile kanaat etmeyip çoğa doymayan hep daha fazla kazanmak adına pazara yönelik çalışıp piyasayı dolduran büyük bir sermaye sahipleri, bir yanda bu dev işletme sistemleriyle yarışamayan ve enflasyonlardan ötürü kazanç sağlayamayan küçük sermaye sahipleri, diğer bir yandan paraların faize yatırıldığı bir ortamda oluşan enflasyondan ötürü yükselen fiyatlardan dolayı geçim sıkıntısı çeken tüketici durumlarından memnun değildirler. Aza kanaat etmeyen üretici daha çok üretir, azla yetinmeyen tüketici faizle borçlanarak harama girer. Faize parasını yatıran da faizle borçlanan da harama bulaştıklarından dolayı hem dünyevî anlamda hem ahireti açısından zarardadırlar. Ayrıca ihtiyaç ve zaruret denklemini dikkate almamaktadırlar. Böylece bütün bunların sonucunda oluşan kısa yoldan mal mülk “sahibi olma özlemi ve zihniyetine” sahip insanlar artık “normal yollardan tatminkâr bir hayat seviyesi edebilme ümidini” yitirerek yine de “ümitlerini “talih kuşu”na havale edecek” kadar vahim durumla karşı karşıya kalacaklardır (Orman, 2015: 217-219).

Ancak son 150 yıl içinde oluşan bu vahim durumun karşısında direnen, haksız rekabete uğramalarına rağmen ayakta kalmaya devam eden birçok kurum ve kuruluşların varlığı da göz ardı edilmeyecek kadar dikkate şayandır. Bu kurum ve kuruluşların haksız rekabete maruz kalmalarına rağmen sürdürdükleri mücadelenin temelinde “Türk İslâm doktrini” olarak bilinen, “toplumu ve devlet adamlarını, bollukta ve refahta tutma, kıtlıkta ve krizde ise otarşiye, kanaatkârlığa, direnmeye ve davranmaya, tevekküle ve çalışmağa teşvik ederek, devirlerinin gerçeklerine göre toplumun ekonomik yaşantısını etkileyen”, Anadolu Ahi tekke ve zaviyelerinin da temelinin dayandığı ayrıca Türk esnaf ve zanaatkarlarını “dinsel ve ekonomik denge, kanaatkârlık, sosyal adalet, şefkat ve cömertlik, şövalyelik ahlâkı” gibi cesaret, fazilet ve erdemlerle besleyen tasavvuf ve fütüvvet literatürünün oluşturduğu iktisadi düşünce tarihimizdeki iktisat psikolojisi, iktisat ahlakı gibi konularıyla iktisat felsefesinin bulunduğunu söyleyebiliriz (Orman, 2016: 92; 272-273).

Son 150 yıldır sadece “dinî, kültürel ve en çok da siyasî bağlamlar üzerinden gündemde bulunan” “tasavvuf ve onun kurumsallaşmış hâli olan tarikatlar”ın (Aydın S., 2018: 5) “ortaya çıktıkları ilk zamanlardan itibaren insanlığın geçirdiği büyük siyasi, ekonomik, kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, değişmelere rağmen hayatiyetlerini devam ettirmeyi başarmış olmaları”nın üzerinde durulması gereken mesele olduğuna vurgu yapan Zekeriya Işık, sadece “iktisadi ve ekonomik gelişmeler zaviyesinden” değerlendirildiğinde bile “sosyal, toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerine adapte olabilecek yapısal bir dinamizme sahip oldukları”nın açıkça görüldüğünü belirtmiştir (Işık Z., 2015: 546). Kanaat ve cesaretin kırıldığı, faizli borçlanma ve enflasyona bağlı seyreden gelişmesiyle günümüz dünyasındaki “ekonomilerde ortaya çıkan istikrarsızlıkların, krizlerin veya adaletsizliklerin temel nedenini” araştıran Yüceyol (2013) “içinde bulunduğumuz ve her seferinde eşitsizliğin giderek yeni boyutlar kazandığı bozuk bir düzende, ahlâki unsurların ne kadar önemli olduğunu” yeniden hatırlanması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Çünkü iktisadi ahlak kaygısını, eski çağlarda filozofların orta çağlarda din adamları başta olmak üzere çeşitli tarikatların da taşıdığı bilinen bir gerçektir. Bu tür tarikatlardan biri de Türk tasavvuf anlayışının oluşmasından bu yana gelişen Nakşibendi tarikatıdır.

Nakşibendi tarikatı da diğer tarikatlar gibi toplumun -iktisadi kalkınması için ihtiyaç duyduğu- manevi kalkınmasında etkili rol oynayan öğretileriyle büyük bir önem arz etmektedir. Bu bağlamda ahlak ve dinin cami, tekke ve medreselere sığındığı (bkz.: İştar, 2014: 839) 19. yüzyılda iktisadi ahlakı hatırlatma uğrunda çeşitli faaliyetlerde bulunan bilhassa faize karşı sert çıkışlarıyla (bkz.: Özsoy İ., 1997: 46) bilinen Nakşibendilik tarikatının Halidî kolunun Şeyhi Gümüşhanevî’nin manevi kalkınmayla birlikte Sanayi Devrimi’nin yerli varyantını (bkz.: Alkan, 2014: 802-803) -haksız rekabete maruz kalmalarına rağmen kanaat gösterip ahlaki iktisadi tasarruflarda bulunmak suretiyle- gerçekleştirecek ahlaklı bireyleri yetiştirmek için kurduğu dergâhının Cumhuriyet Türkiye’sine kadar devam eden çalışmaları sayesinde yerli sanayiye giden yolun temelinin atılmış olduğunu söyleyebiliriz. Milli Sermaye ve Yerli Sanayi Tarih sahnesine çıktıkları anlarından itibaren -at başta olmak üzere- hayvanların evcilleştirilerek etinden, sütünden, boynuz ve derilerinden yararlanarak (bkz.: Keleş, 2016: 257 ayrıca Aydın, 2019a: 243-244) hafif sanayi alanında, madenleri işleterek ağır sanayi alanında ayrıca hayvanların ve madenden yapılan alet-edevatın verimli toprakların işletilmesindeki kullanımıyla tarım sektöründe ileride olduğu dönemlerde dünyaya adaleti getirerek hükmetmiş olan Türklerin yaşadığı her bölge doğa şartlarıyla iklimi bakımından hayvancılığa, yer altı kaynakları bakımından da ağır sanayiye elverişli coğrafyalar olduğu bilinmektedir (konuyla ilgili bkz.: Evliyaoğlu, 1972: 20-33).

Türklerin, gerek kendilerini “Tanrının kılıcı olarak gerek Sultanlarını Allah’ın yer yüzündeki gölgesi olarak” gördükleri ve varoluş gerçekleriyle İlahî hikmetlerin farkında olarak “Hakkın yanında saf aldıkları” (bkz.: Aydın, 2019b: 20) dönemlerde sahip oldukları coğrafyalardaki Allah’ın -kendilerine- sunduğu hikmetleriyle imkânlarını iyi değerlendirerek yükseldikleri, manevî değerlerinden uzaklaştıkları dönemlerde de düşüşe geçtikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu bağlamda orta çağlarda Anadolu topraklarının hem yer altı, hem coğrafi doğal şartların iyi değerlendirildiği Selçuklu Döneminde, hayvancılıkta, tarımda gelişme göstererek ürünlerini ihraç eden Türklerin aynı dönemlerde ağır ve hafif sanayilerde de ilerde oldukları inkar edilemediği gibi (bkz.: Evliyaoğlu, 1972 : 87-88) “Batı’ya ve Batılılara o çağın, müspet bilimlerini, matematiği, astronomiyi, jeolojiyi, fiziği, kimyayı, felsefeyi, hatta Hristiyan felsefesini, eski Yunanı etkileyen Antik Anadolu düşüncesini ve sonraki unutulmuş Yunan kültürünü, matbaacılığı, kâğıtçılığı, halıcılığı ve kumaşçılığı öğreten Türk-İslâm bilginleri ve sanayicileriyle, ticaret adamları (a.g.k., s. 98)” olduğu da bilinen gerçekler arasındadır. İtalya yolu ile Batı Avrupa’yı etkileyen Türk-İslâm medeniyetinin bütün bu unsurlarla Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketlerini uyandırdığı, geç de olsa bugün artık Batılıların ve bütün dünyanın kabule başladıkları gerçeklerin başında gelmektedir.

Batılıların bilhassa Selçuk Türklerinden öğrendikleri İktisadî bilgiler, bankacılık, sigortacılık, ticaret usulleri, meslek loncaları vs. Batı kapitalizminin kuruluşunda birinci derecede rol oynamıştır (a.g.e., aynı yer). 46 madenin işletilmesiyle çeşitli alet edevatın yapılması o günün şartlarında ağır sanayi olarak kabul edilebildiği gibi ağır sanayiin de ilk basamağı olduğu söylenebilir. Ancak bu durumun 18. yüzyıla gelindiğinde değiştiği gözlemlenmektedir. 1765 yılından itibaren Batı dünyasında yaşanmaya başlayan Sanayi Devrimi; Osmanlı Devleti’ni -önceki bölümlerde bahsedildiği gibi çeşitli neden ve sonuçların neticesinde 19. yüzyılın son çeyreğinde iflasını ilan etmesinin ardından devamlı kan kaybederek- Birinci Dünya Savaşı’na sürüklemiş ve neticede 23 devlete ayırmıştır. Ancak İmparatorluğun mirasçısı olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu arada sanayi devrimini gerçekleştiren ülkeler devamlı kendilerini geliştirirken, her ne kadar yenileşme ve sanayileşme çabasıyla yedi düvele meydan okuyan Türkiye Cumhuriyeti hep geriden takip etmiş, kuruluşunda liberal iktisat politikasıyla kalkınma güçlüğü çekmiş, 1933 tarihinden itibaren karma ekonomik düzeni benimsese de 1950’li yıllarda dünya ekonomisinde ayrılan iki bloğun gelişmekte olan ülkeler bloğu içinde kalmıştır (bkz.: Dinler, 2018: 3-4). 1950 sonrasında tekrar liberal politikaya geçen Türkiye’de, -enflasyona karşı mücadelede- 1963’te kurulan DPT’nın beşer yıllık ekonomik kalkınma planları ile ikinci ve üçüncü kez IMF’in sunduğu reçeteler doğrultusunda tekrar istikrar tedbirleri (ilk tedbir 1958’de) alınarak enflasyonun önü alınmaya çalışılmış -bu arada IMF’e de borçlanan Türkiye bu borçlarının son taksitini 14 Mayıs 2013 tarihinde ödemiş (bkz.: Dinler, 2018: 3-4)- ise de yerli sanayinin pek fazla gelişme gösteremediği, canlanamadığı görülmektedir. Elbette gelişme gösteremediğini söylemek bu tür girişimin olmadığı anlamına gelmeyecektir.

Aslında, “Türkiye Cumhuriyeti'nde, ekonominin geliştirilmesi için ilk çaba, daha Cumhuriyet ilan edilmeden 1923 Şubat'ında, İzmir İktisat Kongresi'nin toplanmasıyla başlamıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa, kongrenin açılışında yaptığı konuşmada "Zamanımız tamamen bir iktisat devrinden başka birşey değildir" diyerek, iktisadın genç Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği için ne kadar önemli olduğunu vurgula”dığı (Dinler, 2018 :3) bilinmektedir. Ayrıca Gümüşhanevî Dergâhı etrafında yetişen şahsiyetlerin de bu konuya çok önem verdiklerini Cumhuriyet Dönemi boyunca yaptığı girişimler ve faaliyetlerinden görüyoruz (konuyla ilgili bkz.: 2.5.1, 3). 2.5.1.Milli Sermaye ve Yerli Sanayinin Önemi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana iktisada, yerli imalata, yerli sanayiye verilen önemin, alınan tedbirlerin, planlamaların olmasına rağmen, bizzat gerçekleştirilen yerli 59 sanayi uygulamalarının neden daha da ilerletilemediği çeşitli iktisadi, siyasi ve tarihi boyutlarıyla ayrı bir araştırma konusunu teşkil ediyor ise de bu bağlamda her türlü geri kalmışlığın sebebi olan asıl sorunun, -belirgin bir şekilde 19. yüzyıldan itibaren gelişen- manevi yoksunluğun, ahlaki yozlaşmanın getirdiği zihniyet değişikliği olduğunu söyleyebiliriz (bkz.: 1.6 ayrıca 2.4.2). Hem bilim adamı hem siyaset adamı hem bir girişimci olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yerli sanayi sektöründeki işletmelerin neredeyse tamamına imzasını atan, “1956 yılında Türkiye’de ilk yerli motoru seri halde imal edecek olan, 200 ortaklı Gümüş Motor A.Ş yi kuran (Uzun, 2016: 15)” Prof. Dr. Necmettin Erbakan (Bkz.: 3.5), yerli sanayinin dış borçlanmaya girilmeksizin kurulabileceğini kanıtlarken, yaptığı siyasi çıkışları, bir nevi insan kaynağının önemine vurgu yapan “manevi kalkınma” söylemleri ile sınırlı kalmayıp ileriye dönük nüfus artışını da göz önünde bulundurarak %100 yerli imalata dayalı işletmelerin -özellikle ağır sanayilerin- açılmasının istihdam sorununu ortadan kaldıracağı gibi, yurt dışındaki Türklerin Türkiye’ye -bizzat olmasa bile ekonomik olarak- geri dönecekleri güçlü bir Türkiye’nin kurulmasında en önemli etkenlerden olduğunu dile getirerek yerli sanayinin önemine hep vurgu yapmıştır (bkz.: a.g.k., 18-21, 40-41). Burada %100 yerliden kasıt, Gümüş Motor örneğinde olduğu gibi, hiçbir şekilde dışa bağımlı olmayan -19. yüzyıl sonlarında Gümüşhanevî’nin kurdurduğu yardımlaşma sandıklarının da temelinin dayandığı mudarebe sisteminin 20. yüzyılın koşullarına uygun olarak canlandırılmasıyla- Türk sanayi devrimi için yine Türk girişimciler tarafından kurulacak sanayidir. Ancak onun %100 yerli işletmelerin kurulmasıyla maddi kalkınmayı sağlama düşüncesi, manevî kalkınmayla paralel gitmediği için kısmen başarılı olsa da istenilen seviyedeki göstergeye ulaşılmadığı Türkiye’nin yakın geçmişteki siyasi ve endüstri tarihinden açıkça görülmektedir. Çünkü “manevî kalkınma” söylemi bir nevi zihniyet değişikliğine sebebiyet veren ahlaki yozlaşmadan nasibini almamış sağlam insan kaynağının oluşması anlamına gelmektedir ki manevi değerlerin hiçe sayıldığı ve faiz canavarının cirit attığı ortamda sağlam kalabilmenin çok zor olduğu -ahlaki yozlaşmanın başladığı anından günümüze kadarki seyrinde- kanıtlanan bir olgudur. Ama yine de temeli züht döneminden sonra gelişen tasavvuf geleneğine, fütüvvet anlayışıyla Ahi Teşkilatının meslekî ahlakına dayanan Gümüşhanevî Dergâhı’nın öğretileriyle yetişen çeşitli bilim adamları ile aydınların; yerli sanayinin -önemine vurgu yaparak- gelişmesi yolunda gerek kişilikleriyle, gerek yatırımlarıyla ve gerekse bilimsel çalışmalarıyla büyük emekler sarf ettikleri, istenilen seviyede olmasa da başarılara ulaştıkları söylenebilir.

Kenan Aydın

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sosyal Politika Anabilim Dalı, Ankara 2019

YORUM EKLE