Sehpanın üzerinde bakır bir ibrik, benim gözlerim ibriklerin bahçeli köy evlerinde, çeşme yanında biraz da toprağa bulanmış olduğu günlere gidiyor. İbriklerin su ile dolu olduğu o günlere… Geçmişe dair konuşmak ağızda akide şekeri gibi bir tat bırakıyor. Ailemiz ve dostlarımızla bir araya gelindiğinde geçmişi yâd etmeyi, bir anının peşinden zamanın dehlizlerinde gezintiye çıkmayı seviyoruz. Henüz hiç kimse oturduğu kanepeden hareket etmemiş yer dâhi değiştirmemiş iken kalbimiz keyifli bir ziyaretler serisine ayak uyduruyor. Anlatanların ve dinleyenlerin çehrelerinde oluşan tatlı bir tebessüm var. Sahi yaşarken sıradan kabul edilen vakitlerin yıllar sonra büyük bir kıymet ve özen kazanması ne kadar ilginç değil mi? İmkânların sınırlı olması sebebi ile mecburiyetten kullanılan, geçmişteki zorluklara eşlik eden eşyalara ve anılara karşı günümüzde letafetle yaklaşılması garip bir durum.
Ancak bir şeyi gözden kaçırıyoruz. Bizi geçmişe, eşyalara ve olaylara bağlayan, aramızda görünmez ama sağlam köprüler kuran yegâne şey duygularımız. Fiziki varlığımızın kapladığı alan belirli iken duygu dünyamızın sürekli hareket hâlinde olması, kâh hiçbir yere sığamaması, kâh bir zerre kadar küçülüp köşelerde saklanması başka başka yolculuklara davetiye çıkarıyor. Geçmiş olanı yeniden yaşatma isteğimiz, olumsuz yaşanmışlıkları göz ardı ederek yalnızca şekerli şerbetli anılarımızı çekip çıkarmamız, bizim güneşi hiç solmayan arka bahçelerimiz... Hayatın keşmekeşinde yorulduğumuzda güvenli bir yere sığınmak ve dinlenmek isteriz. Gidebileceğimiz iki yer var: Geçmişin geçmeyen hatıraları ve geleceğin pembe umutları. Geleceğe karşı duyulan ümit ve coşkunun varlığına rağmen henüz gerçekleşmemiş olması, çatısı altında uzun süre misafir kalabilmeyi engelliyor ama geçmiş öyle mi… Yaşanmışlıklar, emek, beraberlik, hüzün ve mutluluk kısacası varlığı inkâr edilemez her şey orada. Ayrıca renk adımlarla yürüdüğümüz, izini sürdüğümüz yollar ve yıllar var.
Aslına bakarsanız durum biraz nakışın kumaşa el emeği, göz nuru olarak işlenmesi gibi… Hatıralarımızda ömrümüze ilmek ilmek işleniyor. Yıllar geride kalıyor ama biz o hatıraları ardımızda öylece bırakmak istemiyor, farklı şekillerde hayatımıza yeniden dahil ediyoruz. Bazen onlar ile daha ferah bir nefes almaya, zayıf hâllerimizde güç bulmaya çabalıyoruz ve geçmiş kimi zaman bir türkü, bir anı, kimi zaman duvara asılı bir çerçeve ve bazen de hep gözümüzün önünde tuttuğumuz guguklu bir saat olarak bize eşlik ediyor. Çerçevedeki fotoğrafa gözünüz dalınca ya da radyoda çalan eski bir türküye eşlik etmeye başlayınca uzun bir yolculuğu başlatırsınız. Kapkara bir trenin dördüncü vagonunda cam kenarında bir koltukta otururken tüm hayatınız film şeridi olur trenin tekerleklerinin değdiği, dumanının estiği her yere dizilir. Sadece sizin görebildiğiniz görsel bir şölene dönüşür. İstediğiniz istasyonda inebilir, yakından görmek istediğiniz anılarınızın içine karışarak o anı yeniden ve yeni bir hâl ile tekrar canlandırabilirsiniz. Bu yolculuğun en güzel ve özel tarafı ise sonuçları değiştirmek mümkün olmasa da sahneyi, oyuncuları ve senaryoyu kurcalayabilmeniz ve istediğiniz gibi düzenleyebilmenizdir. Ne zaman uyanacağınıza sizin karar verebildiğiniz bir rüyanın içindeymişsiniz gibi.
Bu yolculuk kimi zaman bir durakta uzun bir mola vermek, kimi zaman bazı durakları gözü kapalı geçmek istemek ve bazen de hiç geri dönmemek üzere bir durakta sonsuza dek kalma isteğini doğurur. Yalnız şunu da söylemeliyim ki zamanda yolculuk yapmak her nostalji sever için aynı anlamı ifade etmez hatta aynı kişi için de farklı zamanlarda farklı şeyler ifade edebilir. Aynı geçmişe bin bir türlü pencereden bakılabilir. Bu yolculuğa çıkmayı en çok sevenlerden biri de benim. Her yola çıktığımda o tren koltuğuna farklı bir ben oturur ve bambaşka duraklarda durmak ister. Ağlamak istediğinde gün batımının karşısına geçer, gülmek istediğinde hoplayıp zıpladığım çocukluk günlerimin arasına karışır. Sık sık uğradığı duraklar da vardır, bir kez dâhi olsun geçmek istemediği karanlık duvar dipleri de. Herkes için farklı anlamlar taşıyan bu yolculuk benim için şifa bulma ve hayatı yeniden keşfetmenin bir bahanesi. Yalnızca kendi geçmişimize yolculuk yapmak değil başka hikâyeleri öğrenmek ve geçmişine doğru yol almak gerekiyor. Aynı mekânı paylaşmadığım, beni hiç tanımayan ama hikâyelerine kulak verdiğim dede ve ninelerimin, yazgısını yüz hatlarından okumaya çalıştığım komşu teyzelerin ve kitaplarda okuduğum farklı hayatların geçmişine doğru yol almayı, bahçelerinde oturmayı, güllerini koklamayı seviyorum. Yalnızca kendi hayatımın izini sürmenin yetmediği ve farklı yaşam motiflerini edinmeyi önemsediğim için nostalji serüvenlerini anlamlı buluyorum. Öyle zamanlar da oluyor ki aynı trene hep beraber biniyor ama başka şeyler görüyor, duyuyor ve hissediyoruz.
Nostalji ile bir nevi ait olma hissimizin baskın geldiği zamanlarda yuvaya dönmeye, kendimize tutunmaya çalışıyoruz. Ancak yolun gidişatını iyi belirleyemezsek içinden çıkamayacağımız bataklıklara saplanmamız kaçınılmaz olacaktır. Geçip gidenlerin arasında kaybolan parçaları ve gözden kaçırılan vakitleri telafi etme isteğinin taşıdığı o yerde kaybolup gitmek de mümkün olabilir ya da ânı görmezden gelerek sürekli olarak geçmişi zihinde tekrarlayıp durma gibi bir döngünün içerisinde de bulunabiliriz. Bu şekilde davrandığımız takdir de ise aldığımız akide şekerinin tadı ekşiyebilir ve zarar verebilir. Hâlbuki insana iyi gelen, şifa olan geçmişten günümüze fener olan bu nostalji yolculuğu gönlünü genişletmeli ve içini ısıtmalı. Demem o ki nostalji denildiği zaman tatlı bir meltem esintisi ya da kurumuş bir toprağa verilen can suyu hatırlanmalı aksi takdirde takıntılı bir tavır ya da düşüncenin nostalji adıyla hayata karışması yaşamdan koparan bir deneyime dönüşmesi üzücü bir durum ve zaman zaman kişisel trajedilere kapı aralıyor.
Ayşenur Gürbüz
Marmara Üniversitesi • İSLÂM HUKUKU