Veysel Altuntaş Tasfiye dergisinin 28. sayısındaki hikâyesiyle Mısır ve Tunus'u selamlıyor; zalimlerin, çıldırmışların burnunu yere sürten bir selamlayışla. Zalimleşme ve mustazaflaşma çelişkisini yok eden bir hayatın öyküsünü anlatıyor Altuntaş. Öyküde köleleşmiş zihinlerin, insandışılaşmış varlıkların yaşamları arasında Kitabı yerden kaldıran bir kıyamın parıltısı var. Resmi ideolojinin zalimliğinin karşında Kuran’ın şahitliğini yapmış Şeyh Said’in feryadını anlatan öyküde dirilmenin, dik duruşun mücadelesi hayata en yakın en diri biçimiyle veriliyor.
Şeyh Said isyanı
"Gerçekten şeyh olsaydı, o ip boynuna geçirilir geçirilmez kopardı! Nerede bunun kerameti?" sorusuyla başlanan öyküde tevhidî bilince sahip olmayan insanların nasıl manipüle edilebildiğinin ipucu veriliyor. Uydurulmuş yalanların beyinleri şekillendirmede kullanılan dilin nasıllığını da gözler önüne sererek başlaması da öykünün hayatın gerçekliğini ıskalamadığını ispatlayan sadece bir örneği. Resmi tarihin kendini inşasında kullandığı Şeyh Sait olayını insanları endoktrine etmesindeki dilin niteliğini gözler önüne seren fotoğrafının öykünün daha başlangıcında bulunması edebiyatın zeminine dair de bir cevap sunuyor.
Öykünün en can alıcı noktaları ise Şeyh Said olayının gerçekliğinin izlerinin sürüldüğü diyaloglar... Diyaloglar üzerinden süregiden öykü Şeyh Said olayının nasıl gerçekleştiğini, Şeyh Said'in düşüncelerini, hislerini, mücadelesini yetkin bir şekilde bize sunan başarılı bir çalışma. En başta Şeyh Said olayını bunun gibi yakın tarihi 'kuru bir bilim dilinden' uzak hayatın gerçekliğiyle/yaşanmışlığın hissiyle dile getirilen öykülerle/edebiyatın diğer alanlarıyla anlatılmasının gerekliliğini bir kez daha kavratan bir örneklik sunuyor Veysel Altuntaş'ın öyküsü.
İslam, uygulamalı bir kitaptır!
"En büyük feryadın, sığınmanın iki damla yaşla geldiğini şeyh çok iyi biliyordu..." diyen öyküde "Efendiler bilirsiniz ki İslam bir kitaptır. Fakat eğer o kitap hayata geçirilmezse şarklıların garplıların çıkardığı ortaya attığı safsatalardan ileri gitmez!" derkenki sorumluluk bilincini hatırlatan Şeyh Said’in "Şeyh efendi siz buyuruyorsunuz ki Müslümanlar birbirinin kardeşidir. Müslümanı Müslüman üzerine vuruşmaya göndermek caiz midir? Yunan bütün memleketimizi çiğnerken, bu topladığınız dört bin kişiyle neden Yunan üzerine yürümediniz?" benzeri sorulara Şeyhin verdiği cevaplarla zihinler yenileniyor. Ayrıca öyküde olayın sonrasından öncesine doğru dönüşlerle, Şeyhin iç dünyasının yansıtılmasıyla dinamik bir anlatım sergilenmekte.
Bireyselleşen dimağlarımıza şiddetli bir uyarı!
Öykü Şeyh Said'in özelinde ulus-devletin kendini var edebilmek için öcü olarak gördüğü/gösterdiği İslam’a, Kürtlere ve diğer kesimlerin hikâyesine değiniyor. Ayrıca günden güne kısırlaşan dünyalarımıza, bireyselleşen dünyadaki köle haline gelmiş zihinlerimize mücadelenin diriliğini, Kuranın mesajını yeniden hatırlatıyor.
"Şeyhe idam gömleğini giydirdiler. Dudakları belli belirsiz hareket ediyordu. Müthiş bir çeviklikle darağacına yürüdü. Ölüm sehpasına geldiğinde Son Saat gazetesinin hatıra olsun için uzattığı deftere şu Arapça beyti yazacak kadar serinkanlı ve kendinden emindi:
Velaübali bi-salbi ala cüzui'r-redi'
Lev kane masrai fillahi ve fiddin
(Eğer Allah ve din için kavga vermişsem
Basit dallarda asılmaktan perva etmem.)
Önce iki rekat namaz kıldı. Sakindi. Sırtındaki idam gömleğinin rengi sakalı ve sarığı ile uyum içindeydi. Ellerini açıp dua etti ve darağacına yürüdü..."
Emre Karaca haber verdi
rahmetli dedem şehid şeyh said'in idam ipinin iki kez koptuğunu söylemişti. hikâyeleri gerçeklik değil, temenni yönlendirir halkta :)